13 Aralık 2022 Salı

Oğuz Atay'a

İşte geldik yine o güne. Bugünü anlamak ve anlatmak için yastan daha güçlü bir kelime bulmak gerekli. Karalar bağlamış bir avuç insanın ardından sarf edeceği yığınla klişe sözün arkasına sığınarak gezevelik etmek zaten bana göre değil. Benim gözümde seni en son tanımlayacak kelime ölüm çünkü. İnadına yaşamak ve yaşamı hissetmek isteyen mağrur bir çocuktun ve hep öyle kalacaksın. Hiç büyümeyecek ve yaşamın acımasız bir tekerrürün mukayesesi imkansız yansımaları olduğunu bilemeyeceksin. Ya da en azından benim nezdimde bunların farkında olacak, ancak bir türlü nüansı yakalayamayarak güçlükler karşısında acze düşecek ve olanca zekânla alaya almayı seçeceksin. İnsanın zihnini koruma çabası böyle işler, değil mi Oğuzcuğum Atay? Korkularına karşı gösterdiğin tepkiden ibaretsin. Fazlası değil.

Haliyle seni en iyi tanımlayacak kelime oyun bence. Oynadın durdun ömrünce ve seni görmesini istediklerin perdenin açık olduğunun bile farkına varmadan oturdukları yerden yaşamın olağan akışına kapılarak öylece uzaklaştılar. Tüm haykırışların, bütün çabaların beyhude sandın; nafile bir çabanın belgesi olarak belledin yazdıklarını. Seslerin bir kuyunun dibindeymişsin de sonsuza doğru savruluyormuş gibi ortadan kayboluyordu ve sen çaresizce kendini ifade etmenin yollarını arıyordun.

Oysa düştüğün ne acziyetti ne de çaresizlik; seni sen yapan duygularının gücüydü ve öylesine derinden geliyordu ki, sığ anlayışların retoriğinde karşılık bulamıyordu. “Mış” gibi yapanlar bilmezler sahici sarsıntıları, onların kendi dünyalarında yıkıp inşa ettiği sahte oyunları vardır, en güzel düşleri gerçeğe yeğ tutarlar ve senin çürümeye yüz tutmuş yapılarını ifşa eden terennümünü işitmek elbet işlerine gelmez, kulaklarının üzerine yatarlar, sonra da çıkıp anlamadık derler. Oysa sorun anlamamak değil Oğuz Ağabey, sorun anlamaya fırsat dahi vermemek. Bunu söylemekse başka bir çıkmazın ilanı, neylersin!

Sen hep “anlam kadar insan hayatını mahveden şey yoktur, derdin. Anlamı irdeleyerek gerçeğin hakikat yanında sönük bir parıltı olduğunu görmek nasıl bir işkence iyi bilirim. Suskunluk ile sessizlik arasındaki farkı da tanırım. Konuşmaktan yorulanın içine düştüğü yılgınlığın tezahürüdür suskunluk; sessizlik bir fısıltıya bakar ama susmak kimileyin en tehlikeli tecrit biçimidir. Kendini hapsedersin boşluğa, öylece kalırsın. Belki de bundan ötürü tehlikeli oyunlar oynamak ve riskin doruklarına ulaşarak oradan gerçek yaşamın doyumunu almak istemen. Rüyalardan uyanmak istemen normal, çünkü ben de en az senin kadar yorgunum ve yoruldum Oğuz Ağabey. Anlarım halini.

Açmazları açan kudretin kelimelerinden gelir ve dilin yetmediği yerde bakışların devreye girer. Kelimelerinden ziyadesiyle faydalandığım da doğrudur. Beni ben yapan senden bana kalanlardır zira. Düştüğüm yerde elimi tutan düşlerindir ve düşüncelerimi daima bu acıklı son besler. “Bat dünya bat,” demen arabesk bir feverandan ibaret değildir. Turgut Uyar’ın Geyikli Gece’si, Edip Cansever’in kanayan mendili, Cemal Süreya’nın kompartımanlar arasında kanat çırpan Haydarpaşalı Üvercinka’sı ya da Attila İlhan’ın belirsiz bir yola düşmüş yaban gülü Pia’sı… Biz buyuz Oğuz Ağabey. Düşlere tutunur ve soğukkanlılıkla öldürürüz kendimizi. Oysa halen soluk alıp veririz. Ne tuhaf, değil mi? Öyle olmadığını ikimiz de biliriz. İşte dünyanın batacağı nokta budur. Şerefine aşk şarabı içer, gönlümüzce meşk ederiz.

Sen ölmedin Oğuz Ağabey, biz de yaşamıyoruz zaten. Zamanı ağır aksak hareketlerle tüketiyor ve adına ömür çürütmek diyoruz. Hepimiz için hayat bundan ibaret. Sanırım senin de tutamaç ile Yusuf Ağabey’e attığın taş bundandı. O da gitti bir köyde mektupların, tavla zarlarının arasında C.’nin akıbetini Zebercet’e bağlamadı mı zaten? Bilinmez bir şarkıydı ve öyle kaldı işte. Oysa sen iddiaya girmişçesine daha büyük bir bilinmeyen koydun masaya ve ne Turgut, Hikmet ne de Coşkun oyunlarla yaşanmayacağını anlayacak kadar benliğine yaklaşabildi. ÖzBenol, beni bul, benimle ol, haydi gel erişelim ummana, ermiş olalım diyemedin. O halde sormak gerek Oğuz Ağabey, neydi seni geceler boyu düşlemeye iten ve nihayetinde bir yeni yetmenin ikilemlerine yoldaş eden?

Yeniydim ama yetemedim Oğuz Ağabey, tıpkı senin gibi oyunların belirsizliğiyle sınırları çoktan belirlenmiş dünyada var olma mücadelesi verdim ve şimdi ellerimde bir demet çiçekle mezarına gelmenin huzuru içindeyim. Arsız gönlümün iştihası şu sonsuz gazap alanı sayılan ruhumu yalazlayıp durdu ve ateşinden nice yangın devşirdim. Oysa yürek ölüme de yaşama da razı değil bilirsin. Dur ve bekle der, dur ve tek söz etmeden huşuyla bekle. Soğuk bir mezar taşı, ot bürümüş birkaç metre kare toprak ve birkaç kelime. Arkası kocaman bir derya deniz, anlam sağanağı.

İyi ki vardın, Oğuz Ağabey. Denkleştiremediğim her kelime boynumun borcu ve hüzünle bakan gözlerinin yüreğimde bıraktığı hislerin harcı. Harcıâlem kılınan düşlerin onlara kalsın. Sen benimle ölene dek varsın. Selametle…

27 Kasım 2022 Pazar

Yitik Geceye Dua

Uzun geceler apansız bir rüya

Uzun geceler amansız bir hayal

Uzun geceler umarsız bir düş

Düştükçe içine kıvranır zaman

Savrulur yıprandıkça içten içe

Parçalanır avuçlarında iklimler

Pare pare yüreğine dolar

 

    Bencileyin bir sigaradır dua gibi dudağımda

 

Uzun geceye anlatırım bir tek derdimi

Bir geceydi ki korları hâlâ yakar

Geyik boynuzu yırtarken perdeyi

Narı dağılır öylece yarayı dağlar

Bedeni naçar, zihni dağlar aşar

Geceye doğar bütün umutlar

Gecede serpilir tüm yalanlar

Çırpınır yamaçlarında bencileyin

Sesleri ufkun ardına taşar

 

    Ellerinde can vermekteyken aşk

 

Gecenin ıssızlığında kan akar

Gece ki tanımsız bir kavramdır

Kavrar etini, kemiğini ve ruhunu

Yangınlar, yangılar içinde bırakır

Çıplanan bedeninde yitik hazlar

İzleri tazedir öylece dolaşır

Parmak uçlarından başlayarak

Zihninin doruklarına ulaşır ve

Yılgın adımlarla

Topuklarına dek dökülür

Ardından çıt çıkarmaksızın

Terennüme başlar

İçindeki ahlar, acılar, sancılar

 

    Nazenin bir şarkıdır çalınır odanda

 

Geceye söyler şarkısını çaresizler

Çünkü gecedir bedbaht gönlün

Biçare hallerin ikilemi

Sayrılar deryasında biçilmiştir eceli

Yalnız gecenin oluklarında

Sonsuza akarken kovalar

Yalnızca gecede onanır, onarılır

Tarihi geçmiş, tarifi kayıp hazlar

 

    Geceye yayılarak içimize siner

 

İsimsiz bir ecele benzer sonra

Gecedir şahidi geçip gidenlerin

Yaşananları geceye nakşederler

Binbir gece hüznüyle anlatırlar

Bininci gecedeyse zuhur eder

Duyulur esrik bir edayla

Çağlar geçer böylece nazarından

Gecenin hükmüyle aydınlanır

Masallar gerçeğin hükmüne yeniktir

Ne dersen de durulmaz

Durdurulamaz çılgın yakışı

 

    İsmini anarım ey sevgili, neden susarsın

 

İmkansızın şarkısını mırıldanır

Orada, şafağın gelişini muştular

Kendi adı kendi zamanıdır

Ayın şavkını paralar

Yerle yeksan eder bütün hisleri

Bir dokunuş, seziş ve duyuşta

Tutkunun doruklarına çıkar

Sonra mağrur adımlarıyla gelir

Sonsuzluğun kıyılarına

Limanlarından ecel kalkar

Bir yorgan misali örtünür  

Melanetiyle acze bürünür

Aşkıyla suretini seyrederken

Düşer, dağılır, kaybolur

 

    Mavi konuyor koynuna, niçin tutmazsın


Resim: The Night Bird Sings His Lullaby - Natasha Newton


25 Kasım 2022 Cuma

Münacaat

Nâr-ı dûzahdan bu âteşle ne bâkim var benim
Aşk dirler bir söyünmez nârdır göñlümdeki
Fuzûlî

Ey yüce Tanrım! Yüreğimde bir yangın var ki sorma gitsin. Dokunduğum ne varsa tutuşuyor ve öylece kül olup havaya karışıyor. Nefesim desen harlanan öfkemin tesiriyle önüne geleni zehirliyor. Bundan da yine en çok ben etkileniyorum. Ah o gecenin yargısı yok mu, insana kendini unutturuyor...
Kaçamak bakışlar, yarım yamalak ve ıslak bir öpücüğün noksanlığında kahrolan gönlümün buhranları. Oysa tek bir adımda sona erecekken yangının fitilini ateşledim ve öylece içine daldım. Yapmadığım dert oldu, söylediklerimse yalan; içim sıra buğulanan duygular rüzgârlara kapılarak savruldu ve gitti.
Ölüyor muyum Tanrım? Yoksa yaşamak fazla mı geliyor bana? Doğan ve doğmuş olan herkesten alacağım, bir soracağım var. Bana yaşamak borçlular Tanrım, nerede görsem tanır ve hakkımı alırım. Tanrım, yanıtsız kaldım. Aşkın harıyla benzime kara çaldım. Dokunmak bir yaraya ve dağlamak öylesine zor ki. Ağır ağır süzülen umutların yerini yalanlarla doldurmak yaşamın çıkmazlarından biri mi anlamadım. Bıraktım oysa. Kabullendim gerçeği ve sarındım bildiğim bütün yalanlara. Ama gerçek tüm haşmeti ve çıplaklığıyla gelerek bir hamlede yaramı deşiverdi. Yeniden dağlaması bir dert, cerahat bağlarsa diye duyduğum kaygı öbür dert.
Endişeler içerisinde bir denizde yüzüyor ve doludizgin doğrulan doru atın hırçın bakışlarını görmezden gerek tutunmaya çalışıyorum. Bir bakış, bir seziş ve baştan çıkaran, gözünü karartan bir kokunun esaretiyle zihnimin uçsuz bucaksız bozkırlarında dolaşıyorum. Adımı deliye koyuyor yolu yoluma denk düşen, bir Mecnun var diyorlar ta en derinlerinde bilmenin çöllerinin. Dilinde ne kelam durur ne bir sözü narında yekpare düşlere ayna olur. Görmek ile bakmak bir değil, anlıyor musun?

Dur demem, durmam ve düşünmem gerek. Kapıları kapattım ardına dek. Sızlayan dizlerim mi yoksa tutuşan dizelerim mi şu yangına denk. Çürümek Tanrım, işlediğim cürümle bedenimi kaplayan ve sonsuz kederi çağıran ezeli cenk. Meydanında dökülen kanıma bak ve söyle hangi kul böylesine müstehak? Hakkıma girme de kıyılarına mahkum şu gemileri yak, göğsüne orkideyi tak ve boşluğa bir yaprak misali süzülürken beni kendime bırak.

Durmadan perdahladığın o duvar;
Nicedir katlime ferman yazar...





 

12 Ekim 2022 Çarşamba

BİR TUTAMAK MESELESİ: OĞUZ ATAY


“Anlamasan da olur. Kimse anlamasa da olur. Gerçek hürriyet budur Olric. Ben anlıyorum. Anlatamasam da olur.” (Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, syf. 417)

Oğuz Atay için var olmak bütün çelişkilerine, saçmalıklarına ve zorluklarına rağmen anlama tutunmak, anlamı idrak etmekle ilgili bir serüvendi. Okuduğu onca kitabın ardında saklı bulunan yanıtları eşeledikçe yaşamın birden fazla yüzü olduğunu keşfedişi bireyin sarsıntı ve yıkıntılarına dair eşsiz çıkarımlarına ulaşmasını sağlayan ilk ve en önemli etmendi. Destanlardan Dante’ye, Shakespere’den Joyce ve Dostoyevski’den Kemal Tahir’e değin uzanan kütüphaneler dolusu kitapla doldurduğu renkli, yaratıcı zihni oyunla gerçeğin ayırdını irdeleyerek insanın ebedi yolculuğunun izlerini sürmüştür. İzlerin noktalar halinde birleşip eklektik yapılar halinde bütünlüğe ulaştığı noktada ise postmodern başkaldırının köşe taşı metinler meydana gelmiştir.

Oğuz Atay’ın gözünde yaşam çıkmazlarla dolu bir curcunadır ve karmaşanın içinde kendine dair izler arayan her insan, çözümü çevresiyle kurduğu etkileşimde arar. Oysa bu devanın maddeye ihtirasla bağlanan “kifayetsiz muhterisler”i ortaya çıkardığı ve tamahkârlığın sefalete yol açacağını gösterir; bunu yaparken de bunca saçmalığın izahı değil mizahı olur dercesine Bakhtin’in deyimiyle karnavalesk bir anlatı dili inşa eder. Ancak bu noktada, sözgelimi Tolstoy gibi bilge bir anlatıcıdan ziyade modernist yazarlara yakın durmayı tercih eder.

Bir soylu olan Don Kişot’un kendi parodisine dönüştüğü yaşamını mizahın kılıçtan bile daha keskin olabileceğini kanıtlarcasına aktarır eserlerine; zira düşen ve aklını kaybederek savrulan Don Kişot değil, içinden geldiği gelenektir. Aynı şekilde Shakespeare’in gerçekçilikten uzak ama bir o kadar da gerçeğin içinde olan, çağının insanını anlatırken çağlar ötesindeki insanı da etkileyen oyunlarına dalar ve oyunun insan yaşamındaki etkisini tragedyalardan Beckett’a uzanan bir çizgide merkeze Shakespeare’in imzasını koyarak gösterir.


Soyluların yaşamlarındaki çıkmazların etkisiyle şekillenen anlatı geleneği nasıl da sıradanlaşan ve pırıltısını acımasızca yitiren bir yıldıza döndü değil mi? Eski bir şarkı gibi çaldıkça nostaljinin kollarına dalan melankolik insanlar gitgide solarak benliğini satırların arasında yitirdi, tıpkı giyotine kurban gidercesine. Çaresiz bir hastalığın pençesindelerdi çünkü. Yok oluyorlardı ve çıkmazın içinde debelendikçe daha derine gömülüyorlardı. Derine, derine ve derine… Dipsiz bir kuyuya dalarcasına, uçsuz bucaksız bir batağa batarcasına.

Proust’un da derinlemesine ele aldığı mesele bu hastalığın birkaç nesli yutarak yok etmesinin etkileyici hikâyesiydi. Modernitenin beraberinde getirdiği acımasız yıkım, bireyin yaşamında köklü değişiklikler meydana getirir ve yaşamın olağan akışından koparak algıladığı dünyanın ayrıntılarını yeniden keşfetmeye, yitirdiği anlamı bu vesileyle bulmaya çalışır. Ki Alice Miller da, “Marcel Proust, hayatın sırrını çözme fırsatından yoksun kalmıştı. Bence o müthiş romanının başlığındaki ‘kayıp zamanın’ izindeki arayış, hiç yaşamadığı hayatının izlerini arayıştı,” (Beden Asla Yalan Söylemez, Okuyan Us Yayınevi, syf. 70) diyerek bu savrulmayı dile getirir. Aynı şekilde Oğuz Atay’ın karakterlerini olduramadan öldüren çıkmazlar da tam olarak böyleydi. Fasılasız bir çılgınlığın içinde çırpınıyor ve aklın egemenliği denilerek lanse edilen psikozun ardındaki çelişkiyi görerek deliliğin sınırlarını test ya da tayin ediyorlardı; burası belirsiz.

İşin komik yanı ise - ki aksini iddia etmek kimi müellifçe pek olası değil - çıkmazların haddizatında açmazlara dönüştüğünü görüyor ve çırpınışlarının asla kazanamayacağı, hatta kaybedeceği ta en başından belli olan bir oyunda beyhude çabaladığını anlıyordu. Farkındalığının bunca gelişmiş olması, kendini başka benliklere ait hissetme, ait olma ya da ulaşma gayretiyle var etme mücadelesine girişmesine sebep oluyordu. Çünkü başka benlikler farklı limanlara açılacak gemiler inşa edebilmesi demekti belki de. Öz benliği kayboluyor muydu yoksa ona mı kavuşuyordu, ilk başta bilemezdi. Işığı takip ediyor, trenin çarpmayacağını umarak arzuladığı “ben” olmaya çalışıyordu ve çatışmaların ortasında sıkışarak çareyi kaçmakta, kaçışlarda buluyordu.

“Benim de herkes gibi kaygısız, sevinç dolu bir yaşantıya hakkım yok mu? diye soruyorum. Ben de herkes gibi günlük sevinçlerin, heyecanların akışına kapılıp gidemez miyim? Neden olaylar, benim üzerimde silinmez izler bırakıyor? Kaderime lânet ediyorum.” (Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, syf. 415)

Bunu söyleyen ve kaderine arabesk bir isyanla başkaldıran Atay, Bat Dünya Bat! diye serzenişte bulunacağı noktaya henüz on iki sayfa sonra varıyor;

“Hiç kimseyi anlamıyorum. İnsanların arasına karışıp onlara uyduğum için de kendimden nefret ediyorum,” diyerek bu çabasından vazgeçtiğini ilan ediyor. İroninin aslında acıdan beslendiği, acziyet içerdiği sırf bunu görünce bile belirginleşiyor ama Atay’ın kullandığı ironi içinde derin bir tefekkür ve görkemli bir zeka parıltısı da barındırıyor. Dostoyevski’nin çileciliğini metinlerinde sıklıkla sezdirmesiyle teatral diyalogların bol olduğu St. Petersburg romanlarını İstanbul’un sokaklarına taşıyor ve yoğun duyguların yalnızca kederi değil, aynı zamanda sevinci de içerebileceğini kanıtlıyor. İnsanın derinliği bir noktada takılıp kalmak zorunda değil nitekim. Gerçeğin prizmatik bir yapıya sahip olduğunun aşikar edildiği postmodern çağda insanın da birden fazla yüzünün anlatılması, iç dünyasının, duygularının bu yolla aktarılması yadsınamaz.

Zweig’ın kısacık metinlere sığdırmayı başardığı inanılmaz yoğunluktaki duyguların Joyce gibi dil ustalarıyla sentezi nasıl olurdu diye düşündürür daima. Joyce’un dilin metni inşa sürecinde zaman-mekân algısını kırması - ki bu noktada Tanpınar’ı ve dolayısıyla zamanı mesele eden Bergson, Heidegger gibi düşünürleri de anmak, anlamak gerek- aslında bireyin “değerler yitimi”nin yalnızca ahlaktan ibaret olmadığına açıklık getiriyor. Modern insan yaşamıyla yekpare ele alındığında kendisinin ucuz bir taklidi haline geldiğinden yaşamı da ancak tarihsel anlatıların kopyası olarak sunulabilir ve sadece bu vesileyle değerlendirmek olasıdır. Ulysess’in yolculuğu ve noktalama olmadan soluksuz sürüklenen seyahatinin etkileyici serüvenlerden çok sıkıcı tekrarlar içeren alelade bir rutin olması da bundandır. Joyce’un bir şehrin hafızasını sönük insanlar odağında anlatışı artık güçlü figürler yerine sinik çizgilere kaldığımızı ve kahramanın öldüğünün göstergesidir.

Kafka'nın da Oğuz Atay’ın metinlerine katkı sağladığı, zengin öğeler halinde değer kattığı kesindir. Bilhassa karakterlerin kurulu düzen içerisinde benimsemek zorunda kaldıkları roller karşısında çaresizce kayboluşları buna örnektir. Kafka, bürokrasinin ayakları altında çimen-fil denklemini anımsatan küçük insanları konu edinirken alegorinin sınırlarını zorlamış ve düş ile gerçeğin hudutlarına dair yeni bir söylem inşa etmeyi başarmıştır, ki buna da Kafkaesk denmiştir. Yusuf Atılgan da Oğuz Atay’ın karakterlerinin “tutunamama” meselesi hususunda önemli bir adım atmıştır. Aylak Adam da C.’nin bütün yaşadıkları zaten başlı başına modern insanın Camus’nün deyimiyle düşüşünün tescilidir. Bunu da şöyle tarif eder:

“— İnsanın bir tutamağı olmalı.

— Anlamadım.

—Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi!” (Aylak Adam, Bilgi Yayınevi, syf. 218-219)

“İnsanın ruhu ne garip ve mudhik bir sahne idi!” (Kırık Hayatlar, Akçağ Yayınları, syf. 218) diyen Halit Ziya’nın Kırık Hayatlar adlı eserinden etkilendiğini bizzat kendisi söylemiştir. Yusuf Atılgan’ın tutamak sorununu Kırık Hayatlar’ın bedbaht insanlarıyla birleştirip sorunsallaştırarak ortaya Tutunamayan insanı, yani Disconnectus Erectus’u çıkarır.

Sevgili, çok kıymetli, biricik Oğuzcuğum Atay,

Şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek için, on bin kitap okumuş olmayı isterdim ama maalesef ömrüm ve tembel bünyem buna bütünüyle engel. Gene de az gelişmiş birkaç cümle söylemeden, birkaç söz sarf etmeden içim rahat etmeyecek: seni tanıdığıma çok sevindim kendi çapımda, iyi ki vardın, iyi ki doğdun.

7 Ağustos 2022 Pazar

Emre Bozkuş’tan Senfonik Deneme Yazıları: "Ay Kızılıydı Gece"


Ay Kızılıydı Gece, Klaros Yayınları etiketiyle yayımlandı.


Bu ilk kitabımda, yirmi dokuz adet deneme yazısına yer veriyorum. Yalnızlık, acı, aşk, sessizlik, nostalji gibi gündelik kavramları derinlemesine irdelerken hem yeni bir bakış açısı katıyor hem de sinemadan edebiyata sanatın pek çok dalından bahsederek yaşama dair samimi, içten çıkarımlarda bulunuyorum.

 

Siz hiç varlığı aşan bir düşünce solosu dinlediniz mi? Yıkılan kalıpların sesini işittiniz mi? Hep hayal edilen ama varılamayan ülkelerin günlüklerini okudunuz mu? Ve siz kendinize rağmen ideale âşık oldunuz mu?

Bütün bunları bilmek istiyorsanız Ay Kızılıydı Gece’yi okumanızı tavsiye ederim.

-        Prof. Dr. Yaşar Şenler

 

Emre Bozkuş, 'Ay Kızılıydı Gece' kitabında beyninin ve kalbinin derinliklerine inip oradan çıkardıklarını ustalıkla sayfalara döküyor. Bu kadar genç bir yaşta inanılmaz bir olgunlukla düşüncelerini okura sunuyor. İncelikli dili, güçlü imgeleri ve şiirsel anlatımıyla sizi de etkileyeceğine eminim.

-        Ruhşen Doğan Nar

 

Hamlıktan olgunluğa, olgunluktan bilgeliğe meyletmiş ruhuyla yeryüzündeki bütün aşkların coşkusunu, bütün ayrılıkların kederini aktarmak istercesine şevkle kalem oynatan bin yaşındaki bir gencin hayatı yorumlama biçimleri var bu kitapta. Kâh durgun bir denizin enginliğine kâh azgın bir nehrin kükreyişine benzeyen sözcüklerinde kendi yaranızın devasını bulmanız fazlasıyla mümkün. Öyleyse huşuyla çevrilsin sayfalar, gürüldeyerek aksın yazı.

-        Aşkın Güngör

 

Emre Bozkuş; 1995'te İstanbul Bakırköy'de doğdu. Lisans eğitimini Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde tamamladı. Yazım yolculuğuna 2014'te blog yazarlığıyla başladı. Öyküleri ve makaleleri Bilimkurgu Kulübü, Açık Beyin, Düşünbil, Kayıp Rıhtım, Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi gibi internet mecralarında ve dergilerde yayımlandı. Çeşitli öykü seçkilerinde yer aldı. Halen yazmaya ve editörlük yapmaya devam etmektedir.



 

 

14 Şubat 2022 Pazartesi

Nafile Zamana Ağıt

Yaşanan acılardan daha fecisi, acılara duyarsızlaşacak denli tesir altında kalmaktır. Her gün, her saat devamlı yas havasına girmektense gerçeği reddetmeyi ve kendini esirgemeyi makul bulur zihin. Kendisini tanımladığını düşündüğü ne varsa inkar eder. Böylece değerler bütünlüğü denilen ne varsa çürümeye, yok olmaya yüz tutar.

Gözyaşları, ağıtlar ve beddualara karışan dualar... Kanla ıslanan toprak üzerinden cebi de gönlü de rahat insanların attığı heybetli nutuklar yankılanır avluda. "Ateş düştüğü yeri yakar," sözü ancak bizim gibi acı dolu coğrafyalarda söylenir. "Acıklı başta akıl olmaz," der aynı zamanda atalar. Ateş yakar, su yıkar ve acının etkisiyle körelen gözler görmez olur olup biteni.

Oysa ölüm, yalnızca oyunun detayıdır bazılarınca. Ölümün pençesine kapılanın nazarında bir hiçlik belirir ve her şey anlamını yitirir: Anlam bile. Zira anlam dediğin yaşama dairdir ve arayışı hayatta kalmanın anahtarıdır. Ölenle ölünmez, ölümle de yaşanmaz bundan ötürü. Kaçışımız kendimizdendir, kendimize saklanırız, kendimiz yabancıyken kendimize, durmadan sakınırız. Sonra bir ezan sesi duyulur ve çırpınan kelimeleri adarız. Çaremiz budur.

Yağmuru tenimde duyumsadığımda, düşüncelerimin arasında cenazenin kalktığını fark ettim, sustum. Bayrağa sarılı tabut askerlerin omzunda geçti önümden, sözcükleri yuttum. Abimin sesi çınladı kulaklarımda. Yalnızlığın yükü çöktü omuzlarıma. Geçti karşıma ve konuştu: Sözlerinde annemin duaları, babamın nasihatleri. Özlemim depreşti, sırladı içimdeki güneşi, gölgeler sardı ve durmadan kanattı.

Babama baktım bir an sonra. İçimde yangın belirdi. Gözlerindeki çaresizliğin izleri dilinde solan kelimelerdendi. Neye yeltense içinde pişmanlığın sağır edici yankısı duyuldu. Omzunda yedi yabancı eller, kulağında aşina olmadığı sesler, her surette yapmacık bir tavır buldu; acıyarak, sahiplendikleri acının verdiği mağrur ifadeye yaltaklanarak baktılar yüzüne. Dilsiz acıların şahidi olmak buydu.

İnsan sevdiğini önce toprağa, sonra yüreğine gömer, derler; yaşlandıkça artar ölüleri, yaşlandıkça matemi iyiden iyiye alışkanlık halini alır. Acı sıradanlaşır, gözyaşları henüz akmadan kurur. Hayallerin yerini anılar alır. Yaşar durur her birini. Sonra ölümün buğusu dokunur, külleri savrulur, hatıraları tozlanır dimağında...

Ansızın süzüldü zihnimden binbir anı. Birikti, ardı ardına dizildi ve abimin tabutuna sarılan yaşmağa dönüştü. Bir şiir gibi sıralandı önümde, öylece duruldu. Annemin gözlerinde yaşlar toplandı. Saçıldı üstüne damla damla. "Anne!" dedim: "Anlamak en büyük lanetmiş, anladıkça öğrendim. Gel okşa saçlarımı, unuttur bütün bildiklerimi..."

Okşadı saçlarımı şefkatle, parmak uçlarından tenime buz gibi değdi yokluğun yangısı, irkildim; duyarsızlığım yok oldu o an, duyumsadım içindeki kor ateşi, idrak ettim acının umutları yitirip karanlıkta savuruşunu. Kor alev yalazladı ruhumu. Kör bir öfke sardı sonra, peşi sıra sürükledi cinnetin doruklarına. Yabancılaştım herkese ve tanımadığım her yüzde tanık olduğum acının sahteliğine nefret besledim. Nefretim büyüdü gitgide, çığ misali devasa boyutlara ulaştı ve nihayetinde beni de içine aldı, yok etti.

Sesler... Sesler boşlukta yitti. Her yer karanlıktı. Bu zifiri karanlıktı zaten gözlerimi aralayan. Göz kapaklarımdan içeri sızmaya çalışan ve kulağıma ölümü fısıldayan. Bağırmak, haykırmak, çıldırmak istedim; sesim kısıldı, sözüm rüzgârlara karışıp gitti. Gidene dur diyemedim yine, kalanı teselli edemediğim gibi. Çaresizlik sardı bedenimi. Bir titremedir sardı baştan başa, tüm kaslarım, eklemlerim kontrolsüzce isyana kalktı. Ölmeli miydim ben de? Solan bir çiçeğin kokusunu ömrünce duyarak tutunmalı mıydım yoksa?

Abimin sesiyle düşünüyorum artık her şeyi. Aklımın ıssızlarında onunla konuşup duruyorum. Bana bildiğim şeyleri bildiğim şekilde anlatıyor. Biraz yorgun, biraz da yılgın. Ataleti ölümünden mi sebep? Tenin ücralarından daha tehlikelisi aklınkiler, derdi burada olsa. Biliyor muydu acaba diye düşündüm. Yoksa ben mi uyduruyordum bütün bunları? Zihin devasa bir oyun alanı ve oyunun kuralları öylesine belirsiz ki... Susturmak için illaki öldürmeli mi sesleri? Yahut teslim mi olmalı kayıtsızca?

Annem çekiyor ellerini üzerimden. Bir boşluk kaplıyor içimi, kapılıyorum yokluğuna. Yağmur hızlanıyor iyice, irkilerek doğruluyorum. Aceleyle koşturuyor, toprak iyice yumuşamadan davranıyorum küreğe. Bir yandan ben, bir yandan babam ve diğerleri. Ne kadar uğraşsak da fayda etmiyor. Bembeyaz kefen çamura bulanıyor. Masumiyetin kirlenişinin temsili gibi geliyor bu bana. Kendimi bir oyunda gibi hissediyorum yine, anlamlandırmaya çabalıyorum. Bunca günahkar bakışın altında nasıl temiz kalınacağını merak ediyor, küreği sallamaya devam ediyorum.

Son kez, tüm gücüyle toprak attığımda ayrılan insanların seslerini duyarak eğilip bir avuç alıyorum. Dönüp bakıyorum çevreme. Bayrağı özenle katlamışlar, annem sarılmış evladına kıymaktan imtina edercesine. Babam ise birkaç adım ötede duruyor, baş sağlığı dileyenleri dinliyor, gözü mezarda, ifadesi donuk, cansız. Sislenen bakışlarında binbir hüzün... Hiç görmeyecek gibi duruyor, hiç bakmayacak gibi bekliyor...

Ancak bir anlığına, sanki değişiyor her şey, şaşkınlıkla kalakalıyorum, gözlerindeki ışığın parladığını fark ediyorum. Kalabalık dağılmış, sessizlik yayılıyorken geliyor yanıma, eğiliyor ve bir avuç toprak da o alarak ceplerine doldurmaya başlıyor. Yüzündeki donuk ifade sabit, değişmiyor. Ses etmeden çamura dönmüş toprağı dolduruyoruz birlikte.

Ellerimiz çamura bulanıyor, gözlerimizden yaşlar akıyor ve yağmura karışırken zorlukla duyduğum bir şeyler fısıldıyor: "Bir gözüm kör oldu oğul!" diyor; "bir kulağım sağır; dilim lâl oldu, yüreğime doldu kahır."

Kapanıyorum babamın dizlerine ve bırakıyorum kendimi, hüngür hüngür ağlamaya başlıyorum. Göğsümden çıkan seslere aldırmadan, hıçkıra hıçkıra, ölümün kanatlarına sarılırcasına, belki beni de götürür diye umarcasına...

 Gustaf Cederstrom, Funeral (1883)