25 Aralık 2020 Cuma

Vuslat

şu çılgın şırıltı, kulağı zehirle dolduran seslerin metafiziksel düzlemi acılar tortulanmış öfkenin doruğunda nidası günah defterine yazılır sarı sıcak dökülürken yanaklarımdan

korkunun şavkı düşer aklın yoluna öfkenin sesi sağır eder vicdanı nazarında binlerce anlam yatar bir bakarsın, gelir yapışır yakana bir daha kurtaramazsın kendini zihnin kırbaçları zamanı dalgalandırır kıyılarına vurur sayısız ceset ecelin ayak sesleri duyulur peşi sıra acelesiz, itidalli adımlarla sürer ardından esrik kelimeleri sancıları eksilmez aldığı nefesin soluğunda rayihası buğulanır çırpınıp duran yıldızlı gecelerde gölgelere karışan adımları celladının izini sürer kabuk bağlamaz olur yaraları boşluğu büyür gitgide gerçeğin hükmünden azade kaçınılmaz olana sarılıp dalıverir karanlığın koynuna sözleri binbir çağın şahidi gözler geçip giden kavimleri ummanın efsununa tutsak damıtır aşkın fikri bilincin köhne ocaklarında gerisi ezeli bir kovalamacadır ipek ipliklerle işlenen kadere yitik seslerin nöbetinde küle namzet, maziye mekkare varlığı arşınlar durmadan sevişmeler buğudur aynasında anlamın is kokulu karartısının bakar yansımasına göz ucuyla ve saplar hançerini acımadan gölgelerin arasında saklanana toplar renkleri henüz solmadan dağlar karayağız fırtınalarda yazmalar bağlar dimağına kurutmak için asmalarda zehirle hemhal gezen efkarı gecenin kuyuları taşkın dışarıda fırtınalı habis düşünce düşlerin kesiştiği noktada bekler anlamsızlığın karşısında isyana başkaldırıya dair sözler söyler bulutlara sarılan bir tohum olur yağmurlarla serpilir toprağına filizlenen vehmiyle günahkâr kavrulur, savrulur, yok olur ruhunu rüzgarlara teslim eder sonra dayanır kapına senden seni dilenir beklemekle bulunmaz, ki istemekle de alınmaz, deyip inayetini rızkından sayar bir avuç heves, bir parça merakla öylece dikilir karşında kavra aciz bedenini arındır günahlarından ki varsın kıyılarına bırak yansın, dokunma mabedine gömülsün külleri alazlandırdığın ateşte hayat bulsun yeni baştan toy, yeni yetme düşleri sıralansın önümüzde melekler tayfı kanatlarında çarpık kutsanışla tanrı buyruğunu bildirsinler ardı sıra acılar acıların şahididir ama ölüm, vuslatın işareti aslında

Dinlemek için:


2 Aralık 2020 Çarşamba

Sana Bakmak



sana bakmak

sonsuza uzanmak gibi

insanı kendinden koparıyor

sonra dönüp bakıyorsun ardına

bir avuç kül, bir parça toz savruluyor

dünya öylece dönüyor

oyun kaldığı yerden devam ediyor


ansızın bir rüzgar esiyor

kokun çepeçevre sarıyor 

parıltın karanlığı parçalıyor

dimağımda yitik zamanın izleri

tebessümünde hiç söylenmemiş sözlerle

bakıyorsun gözlerimin içine

bakışlarında yıldızlar yanıp sönüyor

ruhumun her zerresi ayaklanıyor 


yağmurlar yağıyor sokağına

saçlarını tel tel topluyorsun

ellerini uzatıyorsun 

parmak uçlarından yaşam filizleniyor

serpiliyor yapraklarına değin 

kor alevleri ruhumu dağlıyor

ve her dokunuşunda

yeni bir ben doğuyor


uyusam diyorum usulca

hiç uyanmasam

ya da gün içime doğsa

dağılıp her yeri aydınlatsa

bilsem ki artık kuşlar göçmeyecek

ben onların yerine göğe çıksam

ufka kadar kendimle yarışsam


bulutların şarkısı çalsa ansızın

bilirim, öyle şey mi olur diyeceksin

duymayınca bilemez insan

oysa melekler önümde sıralanır

zarif sesleri yankılanır

şimdiden, sonsuzluğa doğru

ne yana dönsem seni anımsatır


diğer yanda yalnızlığım durur

kimsesizliğim şahit gidişine

boyanırım baştan ayağa

ve dokurum kendimi ilmek ilmek

durabilmek için karşısında 


gönendiren görklü kulelerinde

kimsesiz sokakların çığlığı duyulur 

düşüşü kutsarım boyuna

zaman içre zamanlar gelip geçer 

çırpınan dilim ve soluklanan ömrümden

silkelenen perdede görünür sureti

aldanışların daimi siluetinin

şahidiyim çürümüşlüğün her biçimine 

ama sensizliğin adı eksik, acısı derin

sızısı geçse de izi sinmiş üstüme bir kere


sevdanın nabzı  şakaklarımda atar

kuşanırım benliğimi usulca

sırtımda asırların ağır yükü

sesini duyduğum nice kayıp ruhun

yasını tutarım yokluğunda


nefesin mevsimler yeşertir

tenimde günahlarımın bedeli

sancılarla kendini gösterir

toprağın nemi dudaklarımda

yırtar bağrını bekleyişin

kaldırır başını umarsızca 

asırlar bir anda siliniverir

kaybolurum o anda

 

işte geldim kapına

uzat ellerini tutunayım

ram olayım soluğuna 

söylesene sevdiğim

ruhumu bedenimden sıyırıp

şafağı getirsem avuçlarımda

sana hiç dokunulmamış yarınlar

hiç öpülmemiş sevdalar bıraksam

yüreğini açar mısın bana

Dinlemek için: 





28 Kasım 2020 Cumartesi

Sayıklamalar - 1

Sessizliğe kavuştuğum kimi nadir anda kendi kendime düşünürüm. Yozlaşan, çoraklaşan, tükenen ve gitgide tüketen her şeyin karşısında büründüğüm aciz kimlikten sıyrılarak düşlerime doğru yol almaya başlarım. Sınırsız bir düzleme serilmiş hayaller içinde salınır, gerçeğin tahakküm edici sınırlarını pek de umursamadan rahatça hareket ederim. Rahatlığım ölçüsünde ferahlarım, savrulan ne varsa toplarım çevremde, ağır aksak biriktiririm kelimeleri. Zira, sesler ve kelimelerle birleşen bir arayıştır yaşama atfettiğim anlam ve yürümeye devam ettikçe söyleyecek sözüm olacak elbet.

Sokağın başında zihni işgal eden bütün korkular ve kaygılar sonuna vardığında yerini başkalarına bırakır. Oysa biteceğini sanarak arşınlarsın yolları, adımlarsın kaldırımı. Biteceğini sanarak yaşarsın acıları, dineceğini sanarak kabusların geride bıraktığı o nahoş tadı. Halbuki tutunacak dalın olmadığı halde boşa sallanan ellerinin örselediği hava kadardır hayat; ne kadar çabalarsan çabala gücün ancak kendini avutmaya yeter. Yeni gerçeklikler yaratan ve buralarda dolanan bütün muazzep ruhların temel hikayesi de budur zaten. Kafanı kuma gömüp dünyayı ardında bırakmakla yetinmeyerek bütün dünyayı kumla oynamaya ikna etmektir.

Oyunlar, içbükey aynalar gibi varlığın tezahürünü farklı şekillere sokarak katlanılabilir hale getirir. Zira, pür gerçek asla insanı tatmin etmeyecektir. Bahsi geçen somut gerçeğe erişilmesi mümkün müdür orası da tartışılır. Buraya biraz Kant biraz da Descartes katmak gerekebilir. Ayrıca burada ele alınan kavramın insanın suratına attığı o silleyi unutmamak da gerekir. Çapraz okumalarla ilerleyen beyin kendisine döndüğünde ne kadar düz düşündüğünü fark eder ve yıkılır adeta. Kurgusal düzlemde ilerleyen gerçeklik ise bu hayal kırıklığının karşılığında oluşan bir ayna boyuttur belki de.

Açılan ve kapanan kapılar ardında neyi saklarsa saklasın, bir nebze merak uyandırdığı an varlığına dair bütün detayları ortaya çıkarır. Baktığımız yerde ne kadar özenli olursak olalım, parçanın bütüne olan hezimetinde biz de kaybederiz. Bize gösterilen detaya göz gezdirirken aslında görmemiz gerekeni gözden kaçırırız. Yazarken işte bu kaybettiklerimizin notunu düşeriz kağıda, peşine düşeriz olanca hırsla. Yaşanması mümkünken yaşanamayanların hesabını sorarız pasifize edilmiş bir halde. İsyanımız surlar yıkmaz ama gider dayanırız gerçeğin kapısına. Her zafer bir ödülü hak eder, her zaferde gider duvarına hakkederiz bildiğimiz ne varsa.

Yalan söyleyenin yalanını meşru kılan nokta içinde bulunduğu bağlam ile olan uyumudur. Bağlamından kopuk hiçbir cümle doğru adrese ulaşamaz; ulaşsa bile istenilen etkiyi uyandıramaz. Yalanın inananı ve söyleyeni arasındaki bir anlaşma ise bu duvarı aşmayı sağlar. İlmek ilmek işlenen, örülen kurgusal sarmal haddizatında okur ile yazarın kabul ettiği müşterek yalanlar silsilesidir. Ben söyledim sen de inan, denir ve çıkılır yola. Kalite de bu bağlamda ele alınır. Ne kadar iyi yalan söylersen o denli başarılı sayılırsın. Kendinden kaçan birçok insanın başka insanların kaçışlarına yalanlarla aracı olması, zamanın dokunuşlarıyla kutsal bir edim halini alır. Oysa temelde yalnızca kaçmak ve saklanmak vardır. Kutsal olan ise inanmak isteyenin atfettiği anlamdır.

27 Kasım 2020 Cuma

Keşif

Hikayem yıllar önce bir yaz tatilinde başladı. Okul harçlığını çıkarmak için bir otelde çalışmaya başlamıştım. Beş yıldızlı, şatafatlı bu otelde arada havuz başında içki servisi yapıyor, diğer zamanlarda da genellikle sağı solu süpürüp ayak işlerine bakıyordum. Ergenliğin en alevli zamanları, bedenim geliştikçe kontrolünü yitirdiğim arzuların etkisiyle ne olduğunu bir türlü anlayamadığım hislerle cebelleşiyordum. Kolay değil, iştahın ve arzunun yavaş yavaş yer ettiği bedenimde çocukluğun saflığı henüz yerini terk etmemişti.

Öte yandan muhafazakar bir mahallede yetişmiş olarak bir anda turistik bir şehre geldiğim için de iyice afallamıştım. Çevremde alımlı kadınlar, pürüzsüz ve çekici bedenleriyle arz-ı endam ediyor; bense onları uzaktan seyrederek ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Neden bir insanın varlığı başka bir insanı bu kadar akılsız hale getiriyordu? Nasıl hiç dokunmadan, tüm düşüncelerinde yer edebiliyor, düşünsel entropiye kapı aralıyordu. Kendini tanımamanın verdiği rahatsızlık da cabası.

Fakat asıl mesele duygusal yoğunluk ve insanlarla olan ilişkiler bütünüydü. Riya ile örülmüş ve yalanla şekillendirilmiş bu ağın içinde kendimi aciz bir sinek gibi hisseder, yalnız kaldığım zamanlarda bolca ağlar ve değişimin fırtınalı havası içinde oldukça çaresiz hissederdim. Herkes herkesle samimiydi, herkesin yüzünde aynı ifade vardı ve farklılıklar gitgide yok oluyordu. 

Aslında oyundan ibaretti yaşam, yıllar sonra bir kitapta okuduğumda anladım. Yine de alışkanlıklar öyle kolay terk etmiyor zihni. Amaç denilen bir kavramın farkına varmıştım, hayatın amacı olmalıydı; bu durumda ben ne için vardım?

Sözlerin boşlukta süzüldüğü günler hızla geçerdi. Akşama kadar çalışırken gördüklerimin etkisini yorumlayarak düşünür dururdum. Önümden geçişen tüm insanlar nasıl da yabancıydı. Nasıl da kendi tatminlerine dalmışlardı. Amaç denilen belirsiz kavrama bu sırada daha fazla kapılıyor, düşüncelerim daha da derinliğe kavuşuyordu. Disiplinsiz ve dağınık da olsa düşüncelerim bir eşelemeydi, kendime varacağım yolda attığım ilk adımlardı. Nasılsa yalnızdım, yalnızlık kendinle baş başa kalmam için bir fırsat değil miydi? Nitekim, aşk denilen kavramla da tanışmam da böyle oldu…

Bir turist kafilesi ile geldi otele. Adı Anna’ydı. Rus bir dilber. Sarı saçlarını savura savura geçip gitti önümden ve masmavi gözleriyle gün gibi doğdu dünyama. O an sanki kafama göçtü her şey, saplandım kaldım yerime. Aman Allahım! Bir insan nasıl bu kadar güzel olabilirdi! Aşk geldi kondu yüreğime, aşk dediğin bir ateşmiş meğer; o an idrakina vardım. Yakar savurur, kül edermiş; köle olur, kendinden geçermişsin, ah ben nereden bilirdim! Öylece tutuldum, kavruldum, savruldum…

Yerleşti odasına, arada havuza gelip giderken görmeye başladım. Kapalı havuzun kenarına Yunan tanrıçaları gibi uzanır, bedenini güneşin önüne sererdi. Birkaç kadeh içki istediğinde de heyecanla yanına gider, ne isterse anında yapardım. Heyecan tüm bedenimi sarardı bu sırada. Nasıl heyecanlanmazdım ki! Karşımda Truva savaşını yeniden başlatacak kadar güzel bir kadın vardı. Elim ayağıma dolaşır, paniklerdim; böyle anlarda bazen elimden tutar, o aksanlı Türkçesiyle sakin olmamı söylerdi. Sesi melekler katında söylenen bir arya gibiydi, dinlemeye doyamazdım.

Bu durum bir süre sonra otelde çalışan abilerin de dikkatini çekmiş olmalı ki, benimle kafa bulmaya başladılar. Müstehcen şakalar, uygunsuz yakıştırmalarla rahatsız ederlerdi, böylece kendilerine eğlence çıkarırlardı. 

“Aslanım be, buldun taş gibi karıyı, süzüyorsun boyuna!” 

“Erkek adamsın, git de gir şu karının koynuna!” 

Bu yersiz sözlerinden utanarak aralarından uzaklaşmaya çalışsam da aslında haklı olduklarını bilmek tuhaf bir his uyandırırdı içimde. Evet, bazen o dolgun vücudun sıcaklığını hissetme arzusu rüyalarıma kadar girerdi, sabahları uyandığımda hoş olmayan şeylerle karşılaşırdım. Ama aşk kutsal bir duyguydu ve halim utancımı arttırırdı sadece. Kutsala uzanan günahkar dokunuşlarda bulunurdum istemsizce.

Bana takılsalar da otelde zamanla öğrendiğim bu halin aslında onların emelleri olduğunu da anlardım. Yabancı kadınlar yatmak için uygun hedeflerdi çoğu için. Avının peşine düşerler, bir şekilde yatağa atarlardı; ya da öyle değil miydi acaba? O zaman anlamasam da şimdi asıl gerçeği görebiliyorum. Kadınlar nasıl olsa gencecik fidan gibi çocukları bulmuş olmanın verdiği rahatlıkla kaçamak yaparlardı. Yani, aslında av-avcı ilişkisini diyalektik olarak yorumlayan bu Avrupalılar, bizlerden çok daha öndelerdi yarışta. Bizimkilerse hayatlarındaki kısıtlı heyecan imkanını böylece kullanmış olurlar, evlenmeden evvel kadın bedenine dair birkaç ipucu edinirlerdi.

Anna ile aramda böyle bir ilişki olmasını istemezdim haliyle, arada görkemli jestlerle örülü bir ilan-ı aşk düşünür, sonra korkarak vazgeçerdim. Bunun içinde reddedilmek vardı ve neticede tüm otele rezil olurdum. Aşkın gururu olmaz derler ama nasıl da çıkıp bu bozuk İngilizce ile kendimi ifade ederdim. Anlayacağınız sorunun biri bin paraydı. Yine de umudu yitirmeden düşünmeye devam ettim. Hayaller kurdum, planlar yaptım ve kendimi bir gün her şeyin güzel olacağına inandırdım. Oysa hayat, sen planlar yapmak meşgulken başına gelenlerden ibaretmiş, bilemedim.

Ne demişti şair: 

“Hayal, ipleri elden kaçırmaktır. Oysa öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, o ipin ucu elinizden bir kaçtı mı, hemen bir başkasının eline geçiveriyor. Ondan sonra siz hayal ediyorsunuz, ama bir başkası yaşıyor.” 

Anna’nın birkaç gün otelin barmeni Ahmet ile yakınlaştığını görür oldum ama üzerinde durmadım. Sürekli konuşuyorlar, gülüşüyorlardı. Ama bir süre sonra sevgili olduklarını öğrendim. Sevişmelerini anlatırken nasıl gurur duyduğunu uzaktan izliyor, bunlara dair duyduğum kızgınlıkla kendimi yiyip bitiriyordum.

Fakat bu hal beni düşüncelere dalmaya sevk etti. Baktım ki düşünmek ile yaşamak arasında ince bir ayrım vardı ve ben yaşamla arama duvarı örmeye çoktan başlamıştım. Zamanla onların yaşadıkları birer detay oldu, benim zihnimde ise kocaman kurgusal bir koza oluştu ve içinde hayali şehirler inşa ettim. 

Bu şehirlerde her meşrepten aşklar yaşandı, her kesimden insanlar birlikte yaşadı ve asla aralarına kendi gerçeklerimi dayatacak şeyler sokmadım. Düşünce suçlusu kılmadım onları, düşüncelerini de yargılamadım. Sadece var oldular ve hayatlarına dair çıkarımlarını bana aktarmalarına izin verdim; artık özgürdüm.

Anna giderken arkasından baktığımda bir gece vaktiydi, tatmin oluşu ve beni görmeyişi ne tuhaftı. Yüzündeki o güzelim çizgiler beni halen mest ediyor, bir eski şarkı gibi geceyi aydınlatarak aramızdan süzülüyordu. Oysa benim aklımda kulağımda bambaşka bir ezgi çalınıyordu. Unutmanın gücünü keşfediyordum.

İnsan insanın kurdu ya da cehennemi değildir,  kendimi onlardan ayırdım. İnsan, insanın aynasıdır ve her baktığında bir kuyu gibi kendi gerçeğini gözlerinin önüne serer. O gitti, ben yerimde kaldım. O bir hayal oldu, kendi gerçeğimle yüzleştim. Çocukluğumun sonunun gelişini de işte o tek bakışıyla anladım. Artık "ben" oldum.



25 Kasım 2020 Çarşamba

Bir Günlüğün Delisi - 1

Sadece içimi dökeceğim, gündelik konuşma havasında bir yazı kaleme almak istedim. Ağdalı cümleler, büyük iddaalar yerine daha sıradan olabilmek ve samimiyeti paylaşmak.

Hayata dair ne düşünürsünüz bilemem ama Covid-19, ekonomik sorunlar, politik oyunlar, doğa ve hayvanlara gösterilen vahşi tavır, sosyal ilişkilerin gitgide riyakarlaşması ve konuşmanın her geçen gün anlamını yitirmesi -gerçi bu konuda kararsızım- ve yaklaşan küresel ısınmanın öncü felaketlerinin yarattığı endişe. 

İstanbul'da yaşayan bir insan olarak su sorununu bekliyorum daima. İstanbul, bu kadar kontrolsüz bir yerleşimin oluşturduğu talebi karşılamak için yeterli suya sahip değil. Zaten Türkiye genel itibariyle su fakiri ülke adayı iken,   uygulanan yanlış tarım-iskan politikaları ve suyu koruma adına alınmayan önlemler olanı da tüketti. İstanbul'un yarası ise daha büyük. Şu anda yaşanmaya başlanan su sorunu sadece başlangıç. Daha kötüleri gelecek maalesef... 

Bir de beklenen büyük İstanbul depremi var ki, milyonlarca insanın hayatı söz konusu. Buna rağmen kimsenin gerçekten konuyu umursadığını düşünüyor musunuz? İzmir'de yaşanan elim deprem sonrasında da şahit olduk; deprem yaşanır, birkaç gün insanlar konuşur, jeoloji konusunda uzman isimler tarih verir ve konu kapanır. Bir dahaki depreme kadar kimsenin umurunda olmaz.

Halbuki, deprem dediğimiz hayatın bir gerçeği. Yaşayan bir gezegende deprem zorunludur, aksi taktirde gezegen ölü demektir. Ayrıca Türkiye'nin deprem kuşağında olduğu da biliniyorken, bu konuda daha yapıcı, daha samimi adımlar atmak gerekmez mi? Karşımızdaki tablo gerekmediği kanaatinin hakim olduğunu gösteriyor. Ateş ocağa düşmedikçe de kimsenin umurunda olacak mı? Ocağı kül etse bile acılarımızı bile yitirdik, onlar bile bize ait değil, onlara bile yabancılaştık...

Ekonomik sorunlar, insanları yaşamdan soğutuyor. Bir ekmek bile gramajı devamlı düşürüldüğü halde satın alınması zorlaşır noktaya geldi. İşsizlik, iltimasla yok edilen liyakat, adaletsizlik, kadına şiddetin durmadan artması, güvenin ortadan kalkması, politik zeminde sokağın sesinin duyulmayacak hale gelmesi ve çevremizde yükselen savaş naraları. Bilimsel gelişmeleri, toplumsal kalkınmayı ya da kültürel ilerlemeyi beklemek abes değil mi?

Edebiyat acıdan doğmaz; acıdan melodrama doğar. Bize acıyı ballandırarak anlatanların bu samimiyetsizliğin üzerinden mutluluk, haz elde etmesi yeterince açıklayıcı değil mi? 

Ünlüler diye bir seçkin kesim oluştu. Bu saçmalığı modern çağ mı ortaya çıkardı? Ünlü olmak elbette bir değerdir ama birkaç televizyon programında gördüklerim iç karartıcıydı. Sözgelimi, ulusal bir kanalda yayınlanan talk show programında ünlülerin handiyse Olimpos tanrıları misali yansıtılması aklıma eskileri getirdi. Kemal Sunal, Barış Manço, Müşfik Kenter, Zeki Müren, Neşet Ertaş ya da Yaşar Kemal'i bu tutum içinde hayal bile edemeyiz. Onları biz yarattık canlar; suç bizlerin...

Geleceğimiz yok, umudumuz yok, yaşama sadece başka bir şansımız olmadığı için bağlanmak hayatı güzel kılmaz. Güzel dediğin çaresizliğin vücut bulduğu bir kaçış noktası olmamalı; eyvallah, kaçışımız olmasa bile en azından güzelliği bundan ibaret görmeyelim. Ufkumuzu geniş tutmazsak para pulla da güzele ulaşamayız(mı acaba?) Tek gerçek değer paradır dostlarım, para dediğimiz yegane ölçüttür insana dair. Bunu duymak hoş olmayabilir, lakin hakikat, biz gözlerimizi kapattığımızda da halen orada bekliyordur, değil mi?  

Çağımız entelin öldüğü, tozlu raflardaki cilt cilt kitabın arasına gömüldüğü; cehaletin omuzlarda yüceltildiği bir yıkım çağı. Yıkılanların yerine yenileri gelene kadar her şey yıkılacak. Tüm bildiklerimiz, bütün kabullerimiz, dünyaya dair gördüklerimiz solacak ve yerinde yenileri açacak. Bunların güzel olacağını, iyilikle donatılacağın iddaa edemem. Belki de insan dediğimiz türün kendisi bile yalan olacak. Kadim bir anlatının öznesi olarak tarihe karışacak, yani olan olacak; bu kaçınılmaz...


Çok uzatmayayım, bu da bir serinin başlangıcı olur umarım. Eğer sizler de iştirak etmek isterseniz yorumlara beklerim. Sevgilerimle...



21 Kasım 2020 Cumartesi

Vakitsiz Ölüm

sevdanın ateşi geceleri büyür

insan dediğin hep vakitsiz ölür


gönlümün pusulası kayıp

geçmişin yükü omuzlarımda 

usulca dokunursun yaralarıma

süzülüverir bütün acılarım

yüreğimden ruhumun boşluklarına


sokağından, gecenin sonuna değin

yalnızlığını adımlar durmadan

yazgısının yargısıyla muhatap

zincirlerinden kurtulmaya çalışır

coşkun bir sel gibi aktıkça


yaşamadan yitenler zamansızdır

bu esrik savaşın ortasında 

ıssızlığına sığınırlar yüce yüreğin

uzanırlar kan revan içinde 

yitik zihnin kör karanlığına


söylesene gün ışığım, sevgilim

hangi çağın kutsal vazifesi bu

ölülerini dimağına gömdüğün

hangi ozanın kayıp şarkısı 

kanlı devrimlerin çığlığını bastıran


ne zamandır kanar dilimin ucundan

satırlarımın arasına sevda sözleri 

seslenir karanlıkta kendine çaresizce

uzaksın kendine ve daha yakın ecele

işte bunun için yakala baharı damarından


düşsün avucuna nabzı kulağında

henüz rengi solmadan

sık, gevşet ve bekle öylece

sen durdukça dimdik ayakta

yitirmem umudu asla


ne söylenebilir gölgelerin içinden

aşklarının ışığında uyuyanlara denk





18 Kasım 2020 Çarşamba

Bir Post-Truth Çağı Dilemması: İnsanın Gerçeği Yalan Mıdır?

Hayat ağacında doğup filizlendim. Bedenim, zihnimin bir uzantısıydı; zihnim ise geçmişin silik anılarıyla bezeli bir odaydı. Dışarıda asırlar deveran ediyordu durmadan ve ben aklımın dallarına çaput bağlayıp coşkun dalgaların arasında yol alıyordum.

Her dalında bambaşka dünya, her yaprağında bin bir farklı nazar vardı. Bambaşka sesler birleşiyor ve kah gürültü oluyor kah insanı sarıp sarmalıyordu. Tükenmek sadece bir haldi, halden hale geçenler yerini devamlı başkalarına bırakıyordu. Başka tabiri ne tuhaf, değil mi? Kimlik diye giyindiğimiz esvabın yalnızca bizleri ilgilendirdiğini gösteriyor. Kendimizi değerli sanıyoruz; ancak rolümüz biter bitmez figüranlığa ve ardından sahne dışına itiliyoruz. 

Hayat katman katmandı, içine daldıkça derinliğinin değil karanlığının arttığını görüyordu. Halbuki karanlık dediğin de insana dair, değil mi? Karanlık olmadan ışığın önemi, anlamı kalır mı?

Bir de boşluk vardı elbet. Eşeledikçe umudu körelten antik bir doku. Her eylem kendinden bağımsız bir yolda ilerler ve insan varlığı gereği beklenmediktir; eylemleri asla tahmin edilemez. Boşluğa saplandığında bütün geçici tanımlar yerini sahici sarsıntılara bırakır; erdem diyerek baş tacı ettiği ne varsa berhava oluverir.

Yapraklar düşer, çiy damlaları son bir şans deyip yaprağın yüzeyinden sıyrılarak kendilerini kurtarır. Yaprak ölür, toprağa  kavuşur ve bir daha doğmak üzere yitip gider. Yiten yaşam değildir aslında, yaşam kendini yeniler, hatta yineler; yaprağın düşüşü bir adımdır yalnızca; dünya yanar, dünya söner ama ağacın gölgesindeki yaşam durmadan tekerrür eder...


Hayat ağacında doğup filizlendim. Bedenim, zihnimin bir uzantısıydı; zihnim ise geçmişin silik anılarıyla bezeli bir odaydı. Dışarıda asırlar deveran ediyordu durmadan ve ben aklımın dallarına çaput bağlayıp coşkun dalgaların arasında yol alıyordum.

Her dalında bambaşka dünya, her yaprağında bin bir farklı nazar vardı. Bambaşka sesler birleşiyor ve kah gürültü oluyor kah insanı sarıp sarmalıyordu. Tükenmek sadece bir haldi, halden hale geçenler yerini devamlı başkalarına bırakıyordu. Başka tabiri ne tuhaf, değil mi? Kimlik diye giyindiğimiz esvabın yalnızca bizleri ilgilendirdiğini gösteriyor. Kendimizi değerli sanıyoruz; ancak rolümüz biter bitmez figüranlığa ve ardından sahne dışına itiliyoruz. 

Hayat katman katmandı, içine daldıkça derinliğinin değil karanlığının arttığını görüyordu. Halbuki karanlık dediğin de insana dair, değil mi? Karanlık olmadan ışığın önemi, anlamı kalır mı?

Bir de boşluk vardı elbet. Eşeledikçe umudu körelten antik bir doku. Her eylem kendinden bağımsız bir yolda ilerler ve insan varlığı gereği beklenmediktir; eylemleri asla tahmin edilemez. Boşluğa saplandığında bütün geçici tanımlar yerini sahici sarsıntılara bırakır; erdem diyerek baş tacı ettiği ne varsa berhava oluverir.

Yapraklar düşer, çiy damlaları son bir şans deyip yaprağın yüzeyinden sıyrılarak kendilerini kurtarır. Yaprak ölür, toprağa  kavuşur ve bir daha doğmak üzere yitip gider. Yiten yaşam değildir aslında, yaşam kendini yeniler, hatta yineler; yaprağın düşüşü bir adımdır yalnızca; dünya yanar, dünya söner ama ağacın gölgesindeki yaşam durmadan tekerrür eder...


Yaşam hatadır kimine göre, kimine göreyse mucizevi bir dokunuş; insanın kumaşını dokuyan ellerin mahareti yaşamın da onun cevheri çevresinde gelişmesine olanak sağlamış, denir. Cevher, ne güzel kelime! Parıltısıyla etrafındaki sayısız mahlukatın ilgisini çeker.

İnsan, cevher mi yoksa onun parıltısında kendini kaybeden canlılardan herhangi birisi mi? 

Aranan şeyin değeri bulunmasında değildir; asıl olan arayıştır. Mefkureyi halis, muteber kılan insana bir değer katması, amaç sunmasıdır. Kutup Yıldızı misali ışığında yürümek ışığına yürümekten evladır, yeğdir. 

Sahi insan nedir? İnsan kendi olmayandır,  zira kendini tanımladığı kavramlar kendinden öncesinin ve kendisiyle birlik süregelen arayışların sunduğu kadim yalanlardır.

Masaldır, mittir, efsanedir, hikayedir. Asırlardır üstüne katarak nesilden nesile iletir. Oysa insan olmak istediğini anlatır, olduğunu yaşar. O halde olmak istediği bile değilken, nasıl olduğu kişiyle bağdaştırdığı koca bir tarih yaratır?

Voltaire, "yaşayanlara saygı borçluyuz az çok, ölenlere tek borcumuz kalmıştır: Gerçek," der. 

O da bilmektedir ki, insan, gerçeği ararken yalana tutunandır; gerçeği unutan ve yalanı hakikate yamayan becerikli bir usta.

İnsan anlaşılması güç olandır, şüphelidir ama zekası inanılmazdır. Kendine söylediği yalanlarla binlerce yıllık bir sürecin akışını değiştirebilen başka kaç tür vardır? 

İnsan varlığın enstrümanını eline aldığında nota bilmiyordu, öğrendi; her adımda farklı bir ses kattı ve nihayetinde senfonisini neticelendirdi. Her şey güzeldi ama değişti, değil mi? Başladığı yerden çok uzaklardaydı artık. Herakleitos seslendi ardından; "değişmeyen tek değişimin kendisidir," ve ekledi: "Bir nehirde asla iki kez yıkanamazsın."

Nehir değişir, insan değişir, zaman değişir ve zaman gelir değişim dahi akışa kapılıp savrulur gider.

O vakit sorayım sana: Şarkımız çalarken söylenecek sözümüz olabilir ama ya bittiğinde ne yapacağız dersin? Bizi bir arada tutan antik yalanlarken hangi gerçeğe inanıp tutunacağız? 

Orası sana kalmış... Ancak Rousseau'nun bir sözü de vardır ki, değinmeden geçemem.

"Ey yüce gönüllü yalan! Gerçek hiç sana tercih edilebilecek kadar güzel olmuş mudur?"

Ecce Homo!



17 Kasım 2020 Salı

Pişmanlık

 geç kalmışım;

yetişemiyorum sana...





Özlemek

Anne denildiğinde sızlayan

Yürektir ve 

hiç dinmeyen şu sızı

tüm bildiğim, olduğum...


sırtıma heybemi aldım da çıktım

bu tekinsiz yollara

aklımda kifayetsiz cümleler

kelimelerin izini sürdüm de durdum

belki de durulamadım

her durakta bir parçamı bıraktım

yine de sessizdir acılarım, yeter ki

şu gördüğüm düşten uyanmayayım. 




14 Kasım 2020 Cumartesi

Dil/emma Türkçe Değil!



Sosyal medya ahalisi olarak bütün sırları, gizleri ve yalanları çözmüş olduğumuzu görüyor; hür bir birey olarak kıvanç duyuyorum. Muvakkatiyetimizin şanına ve şerefine yaraşır, görkemli sözlerimin sebebi de tam olarak budur.

Her konuda söyleyecek sözü olan bizlerin, paradigmaya olan mutlak hakimiyetinin para getirmemesi ise tamamen paradigma değişiminin kur eksenli yapılmasından kaynaklanıyor. Gerçi biz kura bakmıyoruz ama hınzır aşık bizim baktığımız yerde bitiveriyor.

Bizler ununu elemiş, eleğini kelek niyetine vitrine asmış yorgun bir neslin evlatlarıyız. Her şeyi bilmek yordu bizi, bilgi zehirlenmesinden mutevellit inkişafın doruklarında süzülüyoruz. İlerleme bilmeyen nesle zaten aşina değiliz!

Bizler, yaşamın engin deneyimlerini özümsemiş, söylenecek sözleri tüketip okeye dönecek kadar olanı biteni aşmış vaziyetteyiz. İstesek dünyayı titretiriz ama titreşim ruh sağlığımıza dokunuyor, tektonik sancıların ve ikircikli bunalımların müptelası hatta gardaşıyız. Bu bitmez tükenmez paradoks yolunda, septik sapmaların sadık birer yoldaşıyız. 


Şiraze Kayık'tan Gelen Düzeltme

Uzun uzun yazardım ancak... Amannn neyse ya! Zaten çok Cringe ve Overrated bir yazıydı. Kitsch kavramına dair bilgim de çok ama Türkçe'den haberim bile yok. Bye. 👋


As a social media community, I see that we have solved all the secrets, mystries and lies; as a free person, I am proud. It is worthy of the glory and honor of our success, and this is exactly the reason for my glorious words.


The fact that the absolute dominance of us, who have a say in everything, does not bring money, is entirely due to the exchange rate axis of the paradigm change. Although we do not look at the lot, but the evil lover ends up where we are looking.


We are the children of a tired generation who have sifted their flour and hung their sieve in the window for the purpose of kelek. We are tired of knowing everything, we glide from information poisoning to the peaks of mutevellite development. We're not familiar with the generation that doesn't know progress!


We have assimilated the vast experiences of life, exhausted the words to be said and exceeded what was done enough to turn to Okey. We can shake the world if we want, but the vibration touches our mental health, we are addicts or even gardeners of tectonic pains and hypocritical depressions. On this inexhaustible path of paradox, we are faithful companions of septic deviations. 


Correction From Wannabe Teen

I used to write for a long time... Whatever... It was already very Cringe and Overrated post. I also know a lot about the concept of Kitsch, but I don't even know English. Bye. 👋

12 Kasım 2020 Perşembe

Kısa Kısa



-I-

Kapanmamış bir yara varsa, illaki kanar.

-II-

Çürümeye başlamadığın sürece, olgunlaştım diyemezsin. 

-III-

Zaman; seni anlayacağını vaat eden insanların nihayetinde asla anlamadıklarını öğreten müphem kavram.

-IV-

Yaşamın anlamı olmadığını bilecek kadar zeki; yine de buna rağmen yaşamaya değeceğini anlayacak kadar akıllı olun.

-V-

Dünyayı değiştiren insanlar, kalıplara sığamayanlardır.

-VI-

Kadınlar yıldızlar gibidirler; uzaktan bakıldığında göz alıcı ve ışıltılı, yakından bakıldığında ise soğuk ve sıradan görünürler.

-VII-

Müziğe söz eklemek, ete baharat eklemek gibidir. Etin kalitesinin ölçütü, hiç bir baharat eklemeden yalın halde alınan tattır; eğer tat hoşsa kalitelidir, değilse zaten baharatlarla ve çeşnilerle makyajlanır. 

-VIII-

Kuşlar kadar özgür olmak arzusu insan için anlamlıdır, herhangi bir kuşun 9-5 beyaz yaka çalışandan daha özgür olduğu algısı ise anlamsız. Zira, evrim kanatları vermek için kuşların kollarını alıyor; hayallerini kaybedenlerden daha hür olduğunu düşünmek makul mü? 

-IX-

İnsanın nasıl öleceğini, nasıl yaşadığına bakarak anlayabilirsiniz. Sardanapalus'un Ölümü'nde gördüğüm de tam olarak budur. Arzuların tatmini ile arzuların esaretinin farkını ortaya koyar. Ölümünde bütün cariyelerini kendisiyle ölüme götüren bu insana, nasıl tepki vermeliyiz? Hazzın, aklın efendisi olduğunu söyler August Comte; hangimiz bu gerçeği inkar edebiliriz?

-X-

Eğer nereye varacağını biliyorsan, suyun akışının önemi kalmaz. 

--------------------------------------------------------------------------------------------------

-I-

If there's a wound that's not closed, it's bound to bleed.

-II-

You can't say you've matured unless you start rotting.

- III-

Time is a vague concept that teaches that people who promise to understand you ultimately never understand.

- IV-

Be smart enough to know that life has no meaning; however, be smart enough to realize that it is worth living despite.

V-

People who change the world are those who can't fit into patterns.

-VI-

Women are like stars; they look glamorous and radiant when viewed from afar, and cold and ordinary when viewed closely.

- VII-

Adding lyrics to music is like adding spice to meat. The measure of the quality of meat is the taste taken in a lean state without adding any spices; if the taste is pleasant, it is quality, if not, it is already made up with spices and condiments.

- VIII-

The desire to be as free as birds is meaningful to man, while the perception that any bird is freer than a 9-5 white-collar worker is meaningless. Because evolution takes the arms of birds to give them wings; is it reasonable to think that they are more free than those who have lost their dreams?

- IX-

You can tell how a person dies by looking at how he lives. That's exactly what I saw in the death of Sardanapalus. It reveals the difference between the satisfaction of desires and the bondage of desires. How should we react to this man, who in his death took all his concubines to their deaths with him? August Comte says that pleasure is the master of reason; which one of us can deny this fact?

X-

If you know where it's going, the flow of water doesn't matter.

10 Kasım 2020 Salı

Levla'ya Şiirler


-I-


gözleri uçuşu izler

derin uçuş ve kayboluş

kanatlarında günahkar ritimler

sallandıkça saçar tohumlarını

tanrılardan miras şehvetin


karayağız fırtınalar mı getirir

gecenin kıyılarında bekleyeni

ölüm dediğin adsız bir leke 

dalgaları vurur ruhun derinlerine

duyulur gelişi karanfil kokularıyla


dokunuşları efsunkar bir tuzak

ay ışığı paramparça dizlerinde

bedenin her zerresi tutsak

kanayan ufukta sezilir acıları 

dağlar yaralarını şehrin ışıklarıyla



-II-


çatı tepelerinde beliren yalnızlık

korkunun eşiğine kuleler dikmiş

kesif sessizlikte yolunu gözler

adım adım soluğunu yoklar 

dolaşır şehrinin sokaklarını

seyrek, sekerek ve teker teker

düşer zihninin buhranlarından

gölgelerin arasına karışır 

fay hatları depremlere gebe

parçalanan yıldızları toplar

kederle her gece 

tanrı ölümünü müjdeler


Oysa ölüm asırlık bir oyun, derdi.

Yaşamla bağını hiç koparmayan

Sayar hesapsızca yiten zamanı

Ve sızlar yarası hiç durmadan

Çöker sızısı yüreğine aniden

Çınlayan duvarlardan nehirler

Yırtılan göğün yarıklarından

Kayıp şehrin ortasına akar

İzleri silinir zamanla zamansız

Bulutlara üflediği ruhu kaybolur ardından



-III-


şu durmadan akan renkli hayat

başıbozuk yankılar içinde

bir görünür bir kaybolur

bense izlerini yoklarım

zaman silip durdukça


çırpınır anlam aramızda

yitik kelimelerin gölgesine

çarpık sözlerin umuduna

sığınır da bekleriz

gün bizim için doğsun diye


eski bir şarkı mıdır sevmek

adınla başlar ama biter mi söyle

şehirler, binalar çizdim öylece

yeni hayatlar belirdi avuçlarımda

döndüm yine seni seçtim


ne kadar çok öpmek isterdim bilir misin

yaralarla bezeli kırılgan ruhundan

ve ilmek ilmek örmeliydim sevgiyle

ki berkitilmiş cümlelerinle

sar diye mısralarımı


senin gözlerinle bakar Tanrı

cennet adımlarında vücut bulur

sonra üflersin tüm rahmetinle

parmak uçlarından filizlenir

nice ömür, nice sevda, nice ölüm...

4 Kasım 2020 Çarşamba

Bekleyiş

-I-

sana gelen yollar mühürlü 
kelimeler Nil'in kucağında 
gözleyen bizi ölümün rengi 
belki bir poşet belki de kedi 
taştan yürekler bırakan ardında

ellerini uzattın, zaman uzadı 
uzandı ötelere, ötelerde kaldı
ardından bir ses duyuldu 
döküldü damla damla dizlerine
umudun kanatları toprağa serildi

oysa bilmezdim gözlerini
bakışlarında yıldızlar doğarmış 
acılar acıları doğurur 
zehir yüklü kalemler
zahiri kelam edermiş

coşkun bir sel akarmış
zihnin kör noktalarında 
insanı derinlerinden parçalayan 
hangi ozanın kayıp şarkısıymış
kanlı devrimlerin çığlığını bastıran 

yaz, zamanı, burada ölüler yeşerir
öylece dipsiz kuyulara atılır
nisan yağmurlarında ıslananlar
uzun bekleyişlerin bereketini 
günahların cazibesinde yitirir 


-II-

gecenin oyuklarından sızan 
çaresizliğin yakıcı tadı 
ruhumun boşluklarına dolan 
ve biçimsiz gölgeleri kuşanan
kapanmak bilmeyen yaralar 

eşikte kanatları çırpınsa 
doldursa doludizgin sözlerimi
çıkagelse düşlerden umarsız
tenimi dokunuşlarıysa sarıp
ummanın kıyılarına bıraksa

nisan'ın 14'ü sırtımda ağır yük 
ellerimde bulutların nemi salınır 
oysa sabaha karşı uyanıp
İlk ışıklara gözlerimi araladığımda
yalanla gerçeğin ayırdına vardım 

kanatları açıldı küçük bir kuşun 
caminin minaresinden ayrıldı 
meydanda mahşeri kalabalık 
gözlerindeki anlamsız akisle
düşüşünü gören olmadı 

halbuki bir çırpıda söylemeliydim 
beklerken unutmaktan korktuklarımı
fakat ansızın gördüğümde yüzünü
sessizliği perde perde dolduran 
yağmurlarına sarılıp savruldum

bana şehrinin kapılarını aç
sokaklarında ruhum gezinsin
bana rüyalarını anlat
hatırladığımda gerçekleri
hayallerinin buğusuna kapılayım

bana kadim hikayelerden anlat 
ellerim suyun tuzuyla dolsun 
düşürme yüzünü umutsuzluğa 
rüzgarlara saldığın hatıran 
aciz yüreğimi baştan doğursun

Dinlemek için:


1 Şubat 2020 Cumartesi

Ophelia'ya Mektup - 5

Sevgili Ophelia,


Şimdilerde senin adımladığın kaldırımlara hüzün yağıyor, şimşekler gidişinin ardından ıssızlaşan sokakları acıyla teşhir ediyor. Çıplanan taşların, duvarların ve binaların arasında yapayalnız gezinen kedi ve köpeklerin feryadı özlemini haykırıyor. Rüzgarlar esiyor, dalgalanan saçlarında sevdanın rayihası; hisleniyorum. Ne fena şey hatırlamak dimağında kalanı, ne acı lahzalar arasına çağların yükünü sığdırması... 

Uzun kış gecelerinde yalnızlığım bile gölgelere sığınma arzusuyla yanıp tutuşuyor. Ne kadar sararsam sarayım, kollarım bedeninin yoksunluğuyla tükeniyor. Kelimeler boşa çekilen kürek gibi dalgaları dövmekle iktifa ediyor. İntizar eden mağrur ruhun muazzep çığlıklarını duymanı ne çok isterdim, ah bir bilsen! 

Halbuki şu ıssız gecenin sonuna vardığımda elinde çiçeklerle bahar ülkesine giden yollara sürüsen, düşünmeden evet derdim. İnsan ne garip, ne denli aldanışa meyilli... 

Sözlerim kılıçlarla kuşanmış şövalyeler kadar soylu, ipek elbiseler giyinerek parfümler sürünmüş kişizadeler kadar asil değil bilirim. Sözcüklere itaat ettirmek çetin iş, başkaldıran düşler izin vermez öylece teslim olmasına.  Duygularım gemlenmemiş, dört nala süzülen coşkun nehirler gibi yatağından taşar durmadan. 

Nasıl ki, kış geldiğinde baharın o heyecan verici renkleri solup gidiyorsa, umut da yüreğinde karanlığı taşıyanların ellerinde çürüyüp yok oluyor. İşte bu zamanlar kalbime söz geçiremeyip seni anıyorum. Nasıl aniden tüm dünyanın ekseninden çıkmasına müsaade edebildim bilmiyorum, ama seni düşlerimde bana getiren o görkemli patikanın sonunda gerçeğin hayalle karıştığına inanıyorum. Yaşam basit detaylarda kendini aşikar ediyor, orada duyuyorum yankılanan sesini...


Aklımın durgun sularında süzülüyor ve öylece dağılıp ardından yeniden kıyılarına vuruyorum. Çaresizim, umutsuzum, kendimden başka her şeyin hareket ettiği şu dünyada sabit kalıp öylece yaşananlara bakıyorum. Nedir şu dünyayı döndüren baştan başa, nasıl sensizliğe karşı duyarsız kalabiliyor insanlar... 

Sensizlik diyorum işte, önünde sonunda sensin konu. Seninle başlıyor ve seninle nihayete ermeyi bekliyor ömrüm. Çünkü aşk iki kişilik bir sırdır, der Dostoyevski ama ben sır saklamakta pek iyi değilimdir. Sevgilim, benim aklım bir curcuna alanı, kaosun ve mutlak entropinin yegane merkezi. Nasıl senin yokluğunu bağışlarım...

Dağılan ve yeniden toplanan, üsteleyen iklimler arasında salınan göçebe fikri. Oysa düşüncelerim ne kalabalık bir bilsen, duyularım bir mıknatıs misali ne buluyorsa topluyor ve zihnim patlamaya meyyal bir halde senin yamaçlarında savruluyor. Düşen her parça ölümün kanatlarına ekleniyor, serpiliyor zamanla ecelin gölgesi zamana mekkare... 

Yorgun düşlerim sana hasret, çarpıp duran kalbim isyanın kayıp mırıltısı aslında. Sonsuza değin kendini tekrar eder durur, ritimleriyle adımlarını izler ve sonuna varır öylece... Söylesene daha iyi bir tanımı var mı sensizliğin? Yoksa sen de hayallere kapılıp giderken mendilini sallayanlardan mısın sevgilim?

Yaralarım daima kanar ve kabuk tuttukça çözülür başladığı yerden. Kırıklarım vardır görülmez; her gün yeniden, yeni baştan tazeler kendini...

Ophelia, sen yaralı bir kuşun uçmak için nasıl çabaladığını bilmezsin, senin diyarlarında acılar örüntülerle kaplı bir silsile halinde gelip bulmaz ruhunu, deşmez yaralarını. Yaralayan ne varsa kabul etmenin, onlarla bir olup yaşamanın ne olduğunu sadece hayal edebilirsin; işte bundandır seni özlerken, sana hasret kalmam. Hasret, yokluğun ve ben baş başa romanlarla kozalanan ve şiirlerle bezenen dünyalar kurar, öylece gelişini bekleriz. Fakat sen gelmezsin, harcanan zaman ömürden giderken anılarda solup yitersin...

Çıplanan ömre ve geçip giden zamana tutkunuz... Ömür ne büyük bir kelime bir bilsen, tek hece ama bin bir gece; onu düşünerek geçer de sahip olduğu yegane şeyi fark ederek pişmanlığa sarılır insan. Zamandır kişiyi var eden, zaman kadar varız ve onun kadar yalanız. 

Ne yaparsak yapalım sesimiz duyulmayacak nasıl olsa, nereye gidersek gidelim görülmeyecek çektiğimiz acılar. Savrulup gideceğiz fırtınalarda ve her çizikte senin izlerin belirecek. Ki anımsamak sevdiğinin bir parçasını içinde taşımak demektir. Deşer durur kederini ve durmadan kendini hatırlatır. Oysa ben bilmezdim ki sevginin böyle olduğunu. Sen bana öğrettin, seninle başladım soluk almaya ve seninle tükeniyor nefesim. Seni arıyor, seni dileniyorum; sensizlik ölüme denk, biliyorum...

24 Ocak 2020 Cuma

Ophelia'ya Mektup - 4

Sevgili Ophelia,

Şu koca dünyada bir tek senin varlığınla varlığıma anlam katabiliyorum. Yalnızca senin gülüşünde doluyor içimdeki histerik boşluk. Ne kadar çabalasam da kendime engel olamıyorum. Nereye gidersem gideyim, nereye kaçarsam kaçayım sonunda yolum sana çıkıyor. Enikonu delişken nefesim, senin attığın adımlarla kıymet kazanıyor ve senin telafisi imkansız yaralarına olan hüznümle mısralara sığınıyorum. Tutsam ellerinden belki iyileşiriz ikimiz de. Belki de duvar diye önünde beklediğimiz yalandan setleri yıkmak için çaba göstermemiz gerekir.

Kederimi gecelere asarım ben, büyüyen ve uzayan geceler ki içinden geçen kervanlarla birlik şiirler üflerim kağıtlara destan yaşatırcasına. Mürekkepten soğururum acılarımı ve damarlarımda damıtarak kağıda sunarım. İşte bundan sebeptir aşk olabildiğince kirli intihar biçimidir sevgilim. Öyle ki, umudu ağır ağır yontar ve geride sadece posasını bırakır. Dolayısıyla bu acıyı birkaç defa tecrübe eden insan da kaya gibi sertleşir, sertleşir ki içinden geçip delik deşik etmesinler yüreğini. Dokunula dokunula kirlenen duygularını öylece ortaya sermeden içinde yaşamak için bir yuvası olsun. Korunaklı, kendine has ve samimi...

Ophelia, menekşeler açıyor kucağında. Bahar vakti geldiğinde duyuluyor kokun dört bir yanda. Sızlıyor yüreğim ve tutuluyorum esrik bir hayale de kapılıp gidiyorum rüzgarına. O rüzgarlar ki Davut nefesiyle kutsanmış, o rüzgarlar ki Nuh'un tufanıyla yıkanmış ve birdenbire kıyametin eşiğinde harlanıp da yakmış yürekleri. Ateşparem, yangınlarım senin ardında bıraktığın düşlerin vebali. Zira, buz yanığı izler var ruhumda ve karlar yağarken sessizleşen dünyamda nefes alan tek şey senin varlığın. Görülemeyen, anlaşılmayan, öylece bakıp kalan bir yalana. Biat edercesine, ibadet edercesine sığınan ıssız doruklarına.

Bir de uzanamayan ellerim var ki sorma gitsin. Ne olduğunu anlamadan sallanıyor teknem ve tek bir tekmede alabora oluyor. Yoruldum bunları yaşamaktan, önüne geçilmez kaderin esaretine sarılmaktan. Nefes alırcasına doğaldır yaşadıkların ve bir süre sonra isyanın yerini şartlanma alır. "Şöyle olacaksa böyle sonuç verecektir" diyerek kurduğun cümleler hayatında hatırı sayılır bir yer kaplamaya başlar. Tutunamamak budur belki de ya da kavramların içinin boşaltılmasından ötürü eksiklik yaşıyor cümlemiz. Aşk gibi, nefret gibi ne varsa şimdi artık eski bir şarkının kaybolmuş, yitip gitmiş maziden kalan sözlerini anımsatıyor öylece...

İnsanın söyleyecek sözünün olmaması ne demek bilir misin? Koca dünyada uğruna yazılacak ne de çok şey var. Lakin ben yazmaya gücümün kalmadığını hissediyorum yine de ve kesif sessizlikte öylece oturmak istiyorum. Başka hayatlar, başka dünyalar. Kendimden önceye koyduğum o kadar şey varmış ki, kendimden gelenleri zaten duymaz hale gelmişim. Tüketmişim onca güzel kelimeyi, çirkin tümcelerde ve geriye yılgın bir ben bırakmışım.

Onca sesin arasında, haklı olduğunu bildiğin halde susmak nedir bilir misin? Binlerce kelime ortalığa saçılır ama toplamaya kalksan, geride bir parça anlam bulamazsın. Tüketirler seni, tüketirler sözlerini. Yoruldum artık, başkalarının hayatını yaşamaktan. Yoruldum, üzerime serpilmiş bu ölü toprağını atamamaktan. Söyler misin Ophelia, yaşamakla ölümü ayıran nedir? Ruhsuz bedenler, bedensiz ruhlardan üstün müdür? Çürümek sadece onlara mı hastır, aşk olmadan yaşamak da içten içe çürümek değil midir?

Ellerim bağlı ve öylece yürüyorum. Gözlerimde yalnızlığın izleri okunuyor, senin hayalinle yaşıyorum sevgili Ophelia. Diğer yandan öylece hayata bakıyorum. Ne çok acı ve ne çok gözyaşı var. Kimse kimseyi duymuyor Ophelia. Kimse kimseyi umursamıyor bir yandan da herkes başkasından bekliyor mucizeyi. Bir kişi gelsin ve yıkıversin duvarları istiyorlar. Dokunsun hayatına ve doldursun boşlukları. Bir adım atmaya, bir söz söylemeye, kimse cesaret edemiyor. Değiştirmek istiyorlar yanlışları ama kendi doğrularının kavgasından çıkamıyorlar.

Bir arayış içinde bulunduğum, bulunması mümkün olmayanı arıyorum boyuna. Belki de buldum ama anlamlandıramıyorum. Mutluluğu istediğimi düşündüğüm zamanlar da oldu elbet. Lakin kim tanımını yapabilmiş ki şu meşhur mutluluğun. Mutluluk yemek gibidir sevgili Ophelia, açken sadece doymak için yersin ve bunun seni tatmin edeceğini sanırsın ama asıl sihir yemek yerken aldığın hazdadır. Hayatın da anlamı buradadır işte. Yunus’un dediği gibidir biraz. Penceredir, her gelen bakar ve geçer. Bir tren kompartımanında oturduğunu düşün. İlk istasyonda doğdun ve yolculuk ilerledikçe orada başka kompartımanları ve başka insanları ziyaret ediyorsun. Yolculuğun devam ettiği sürece gördüklerindir işte hayat ve son durağa vardığında tükenir. Lakin bizler sona o kadar büyük anlamlar ithaf ediyoruz ki, asıl sihri yani mutluluğu kendi ellerimizle feda ediyoruz.

Sana asıl mutluluğu anlatmak isterdim. Ruhların da kanatları vardır bilir misin? Özgürleştikçe serpilir ve seni hayallerine kavuşturur. Ruhumu ezeli esaretinden kurtaran, bana  özgürlüğümü getiren umut ışığı sensin. Senin sesin, kutsalımdır. Varlığın cennetin kutsal düğünüdür. Ruhumda kanatlanan sevgiyi, sana bahşetmek öylesine mesut edici ki bilemezsin. Seni seviyorum Ophelia, gözlerinde ateşlenen o mahzun ifadeyi seviyorum. Ellerini tutmak istiyorum ve derinlerimden yükselen şarkıyı fısıldamak istiyorum. Yüreğimin her zerresi tenini arzuluyor. Öylece bırakmak ve kendimi adamak istiyorum sana.

Halil Cibran der ki; “Arzu hayatın yarısıdır, kayıtsızlıksa ölümün.” Sahilde yürüyoruz beraber, hafiften bir meltem ürpertiyor ikimizi de. Yağmur çiseliyor ağır ağır, sen saçlarını savuruyorsun. Saçların, saçların ki boydan boya yarıyor yedi denizi. Musa’ya kafa tutarcasına isyankar, Afrodit’i kıskandıracak kadar şehvetkar. Bedeninin gölgelerinde  gezinmeliyim, öylece sıyırmalıyım üzerinden, yorgunluğunu. Islanmalı kumlarla bedenimiz. Dokunmalıyım tüm mahremine, günahkar kutsallığının. Ağır ağır soymalıyım seni, çıktıkça üstünde zincirlerin, yeni bir seni keşfetmeliyim. Saçının her telini tek tek sayıp, kokusunu içime çekmeli ve oradan başlayıp, ateşler içinde varlığın kaynağına kadar benimsemeliyim seni. Tut ellerimden Ophelia, tüm arzularımla senin bedeninde hayat bulmalıyım.

14 Ocak 2020 Salı

Yalnızlık...

Yalnızlık 
Bir derin kuyu
Derinlerinde
Ölümün elleri gezinen

Sessizlikle sarmalar suyu
Ecelin parmakları dolanır
Ezeli bir düşle 
Yastığında



11 Ocak 2020 Cumartesi

Ophelia'ya Mektup - 3

Ophelia,

Bunu okumayacaksın biliyorum ama yine de konuşmak için birine ihtiyacım olduğu gerçeği sana yazmaya itti. Yazmak diyorum, çünkü konuşmak için gereken sesleri toplamak ve iradeyle ifade etmek temayülüne muktedir sayılmam pek. Yorulduğumu, yıprandığımı hissediyorum. Anlam aramaktan, bir şeylerin peşinde koşmaktan ve sonu yeniden buraya varacak bir yola ahmakça umutlarla düşmekten bıktım. Tükenmek değil yanlış anlama, yalnızca içinde bulunduğum halin benim iç dünyamla uyuşmazlığı aklımın çıldırma noktasına gelmesine sebep olduğunu anlatmaya çalışıyorum.

Eskiden kimse beni anlamaz diyordum; fakat, kimsenin beni anlamasına gerek olmadığı bariz değil mi sence de? Neden beni anlasınlar dedim kendime. Herkes kadar deli, herkes kadar akıllı olan ben, hangi hakka istinaden böyle bir beklentiye girdim acaba? Bunlar hep postmodern aptallıklar diyerek asıl aptallığı devralmak isterdim. Oysa mantığım, shut the fuck up, diyor ve kontrolü alıyorum elimden. Geçici bir rejim değişimi, metabolizmayı hızlandırmak adına... Şaka bir yana, ne kadar insan tanırsam o denli korkuyorum. Kaçıyorum, saklanıyorum ve mücadeleden sakınıyorum. Zira, gerçekle yalanı anlamak için kullandığım ölçütlerin de gerçeğin parçası olduğunu bilmek devasa bir oyuna kapılmak gibi...

Mektuplarda neler yazılır bilir misin? Aşktan bahsetmek isterdim mesela, sevmekten, seilmekten, sevişmekten, savaşmaktan, soruşmaktan, sıkıştığım kalıplardan, sıvıştığım kavgalardan, yüzleştiğim acılardan, beklediğim haberlerden... Derdi olmayan yoktur, dertsiz olanın da aklından zoru vardır. Bana anlatmanı isterdim bunları. Yalan yanlış türküler söylemeni, sözlerini unuttuğun yaşamaklar sermeni üzerimize ve aydınlatmanı zihnimin örümceklerle dolu tavan arasını. Sevginin tarifi bu değil midir zaten? Burkulan yürekler toplanır, toplanır, toplanır ve ortaya yalanlardan mürekkeb bir evren çıkar. Kan Damarlarına Yolculuk değil bu, damarlardan fışkıran kanı alıp kağıda yazılar yazılan bir deney hiç değil! Yalnızlığın mütemadi provası, yalınlaşan ruhun yalanlaşan insanları gördükçe göğsünde zuhur eden yalaza tenli haykırışların biçare sesi. Belki de çaresi vardır da, henüz teknoloji o kadar gelişmemiştir...

Seni seviyorum aşkım, demenin erotizmi çağrıştırdığı devrin çocukları olarak mektuplar yazmaya meyletmemiz anakronik bir durum mahiyetinde açıklanabilir. Uyuşmazlık DNA'mızın en derinlerine de işlemiş olabilir. Çarpılan kapılar kadar çarpıtılan gerçeklere aldanan bedebiliriz. Ama hangimiz, yarin verdiği busenin tadına mest olmadan yaşayabiliriz ki? izler, mutluluğun bir lazer olduğu yerlerde tüylü kediler olarak arzı endam Senin dudaklarının ıslaklığıyla kavrulan bu bedenin ilacı hangi efsunlu kelimeler bütünüdür? Bulamam, bilemem, anlayamam, göremem... Yalnızca beklerim gelmeni ama kelimelerimin hoyratlaşamayacak kadar korkular içinde kaldığı bu şey ne önce onu bulmam gerekir ve kalırım. Öylece kalakalırım. Kalakalmak ya da gidedurmak, hangisi sana gelen ve her sokak başında ölümün nefesiyle irkilen bu aptalın halini anlatır? Sadece dinle ve sonra git. Nasıl olsa bu sokakların dilsizliğine gömülecek söylenen sözler ve anılar desen şimdiden silinmeye başladılar bile... 

8 Ocak 2020 Çarşamba

Ophelia'ya Mektup - 2

Sevgili Ophelia,
Tüm yollarım sana çıksa keşke, belki bu kadar sık yazmak durumunda kalmaz, içim içimi yiyerek senden bir haber gelmesini bekleyerek kalemi yormazdım. Hüzünlü şeyler yazmak niyetinde değilim, çünkü üzülecek şeylerden daha ziyade sevinecek haberlere ihtiyaç duyuyoruz, insanız neticede. Ama tüm dünyamı kaplayan kara bulutlar, yalnızca kederimin pekişmesine sebep oluyor. Efkarlıyım diyorum, efkarlıyım be arkadaş...

Arkadaş! Yılmaz Güney'in ünlü filminin bir o kadar ünlü şarkısı... Melike Demirağ'ın sesinden dinlemesi ne güzeldir... Oysa gecenin bir yarısı, it gibi titreyerek bir bank üstünde bekliyorum işte. Nereden geliyor da gidiyor bu insanlar. Nedir şu akıp giden kimliksiz kalabalık. Bira şişeleri, şehvani kahkahalar, buz gibi yüzler ve ayaza çalan hatıralar. Kırağı düşmüş yüzüme, silinmiş masumiyetin izleri; aşık olmuşum, kendimi kaybedip sessizliğin sesini unutmuşum arkadaş...

Rüyalarımın sahibi Ophelia! Araya çağlar mı girdi? Yoksa ölümden mi sebep bu körpe kaçış? Ne yana dönsem bağrımda sızlar senin hasretin ve neye baksan sen oradasın işte. Tuz buz eder yalnızlık ve çaresizliğin içinde bir yol arar insan. O yol asla bulunmaz bilirsin. Uzun geceler dolaşır karanlıklarda ve labirentler açılıverir sonuna değin ama yine de suskunluğu örtmez hiçbir günahkar endişeyi bu bedende.

Anlamalısın sevgilim. Bizler hayata geç kalmış çocuklarız, bundandır tüm acelemiz. Bundan sebep kovalarız daima kaçmakta olanı. Sanki yakalayabilecekmişiz gibi. Umutsuzluk böyleyse acaba umut nasıldır Ophelia? Aşk olabildiğine kirli bir intihar biçimi, diyordu şapkalı adam. Öyle ki, umudu ağır ağır yontar ve geriye yalnızca posası kalır. Umut dediğin böylesine kolayca tükenir mi sence Ophelia?

Sessizlik var bir de sevgilim. İnsanı saran ve yavaş yavaş boşluğa sürükleyen. Ne çok derdin olduğunu, ne kadar yalnızlaştığını ancak iç sesinle başbaşa kaldığında anlarsın. Tüm insanlığın derdini fark edersin bir anda. Yalınlaşan bedenin nasıl kendiyle savaştığını ve mağlup oldukça hayat denen oyunda kazandığını idrak edersin. İşte bütün oyunun sırrı böylelikle dökülür önüne ve sen kocaman bir oyunbozan olursun birden...

Aklımda bir delilik var Ophelia. Bir şarkı söylüyorum gecenin ortasında. Şafak belirirken yavaştan, kalkıyorum ve yürümeye başlıyorum. İnsanlar dökülüyor sağımdan solumdan yaprak misali; belki yeni gün, hayat yeni bir şeyler söyler bizlere diyorum. Oysa yalanlar değişse de yalan oldukları gerçeği değişmiyor ki sevgilim. Yine de inanma itiyadına kapılıyorum, yürümeye devam ediyorum. Ölüme ve hayata dair yalanlar söylemeye devam ettiğim gibi...

Rahiyası yayılıyor bedeninin, seher yeliyle geliyor da alıyor aklımı başımda n. Sar diyorum yaralarımı, sar da kurtar beni. Fakat kurtulmak değil ki benim muradım. Yüreğim bir Mecnun ki dualar eder Leylasına. Aklımsa git der uzaklara ama kalmak üstün çıkar elbet sonunda. Ve yüce gönüllü ölüm çeker kılıcını. Oysa aşk bir savaş alanı değildir, yine de ölenlerin en çok gömüldüğü yerdir, en iyi sen bilirsin değil mi Tanrı'nın lütfu biriciğim...