Yaşanan
acılardan daha fecisi, acılara duyarsızlaşacak denli tesir altında
kalmaktır. Her gün, her saat devamlı yas havasına girmektense gerçeği
reddetmeyi ve kendini esirgemeyi makul bulur zihin. Kendisini
tanımladığını düşündüğü ne varsa inkar eder. Böylece değerler bütünlüğü
denilen ne varsa çürümeye, yok olmaya yüz tutar.
Gözyaşları,
ağıtlar ve beddualara karışan dualar... Kanla ıslanan toprak üzerinden
cebi de gönlü de rahat insanların attığı heybetli nutuklar yankılanır
avluda. "Ateş düştüğü yeri yakar," sözü ancak bizim gibi acı dolu
coğrafyalarda söylenir. "Acıklı başta akıl olmaz," der aynı zamanda
atalar. Ateş yakar, su yıkar ve acının etkisiyle körelen gözler görmez
olur olup biteni.
Oysa ölüm, yalnızca oyunun detayıdır
bazılarınca. Ölümün pençesine kapılanın nazarında bir hiçlik belirir ve
her şey anlamını yitirir: Anlam bile. Zira anlam dediğin yaşama dairdir
ve arayışı hayatta kalmanın anahtarıdır. Ölenle ölünmez, ölümle de
yaşanmaz bundan ötürü. Kaçışımız kendimizdendir, kendimize saklanırız,
kendimiz yabancıyken kendimize, durmadan sakınırız. Sonra bir ezan sesi
duyulur ve çırpınan kelimeleri adarız. Çaremiz budur.
Yağmuru
tenimde duyumsadığımda, düşüncelerimin arasında cenazenin kalktığını
fark ettim, sustum. Bayrağa sarılı tabut askerlerin omzunda geçti
önümden, sözcükleri yuttum. Abimin sesi çınladı kulaklarımda.
Yalnızlığın yükü çöktü omuzlarıma. Geçti karşıma ve konuştu: Sözlerinde
annemin duaları, babamın nasihatleri. Özlemim depreşti, sırladı içimdeki
güneşi, gölgeler sardı ve durmadan kanattı.
Babama baktım bir
an sonra. İçimde yangın belirdi. Gözlerindeki çaresizliğin izleri
dilinde solan kelimelerdendi. Neye yeltense içinde pişmanlığın sağır
edici yankısı duyuldu. Omzunda yedi yabancı eller, kulağında aşina
olmadığı sesler, her surette yapmacık bir tavır buldu; acıyarak,
sahiplendikleri acının verdiği mağrur ifadeye yaltaklanarak baktılar
yüzüne. Dilsiz acıların şahidi olmak buydu.
İnsan sevdiğini önce
toprağa, sonra yüreğine gömer, derler; yaşlandıkça artar ölüleri,
yaşlandıkça matemi iyiden iyiye alışkanlık halini alır. Acı
sıradanlaşır, gözyaşları henüz akmadan kurur. Hayallerin yerini anılar
alır. Yaşar durur her birini. Sonra ölümün buğusu dokunur, külleri
savrulur, hatıraları tozlanır dimağında...
Ansızın süzüldü
zihnimden binbir anı. Birikti, ardı ardına dizildi ve abimin tabutuna
sarılan yaşmağa dönüştü. Bir şiir gibi sıralandı önümde, öylece duruldu.
Annemin gözlerinde yaşlar toplandı. Saçıldı üstüne damla damla. "Anne!"
dedim: "Anlamak en büyük lanetmiş, anladıkça öğrendim. Gel okşa
saçlarımı, unuttur bütün bildiklerimi..."
Okşadı saçlarımı
şefkatle, parmak uçlarından tenime buz gibi değdi yokluğun yangısı,
irkildim; duyarsızlığım yok oldu o an, duyumsadım içindeki kor ateşi,
idrak ettim acının umutları yitirip karanlıkta savuruşunu. Kor alev
yalazladı ruhumu. Kör bir öfke sardı sonra, peşi sıra sürükledi cinnetin
doruklarına. Yabancılaştım herkese ve tanımadığım her yüzde tanık
olduğum acının sahteliğine nefret besledim. Nefretim büyüdü gitgide, çığ
misali devasa boyutlara ulaştı ve nihayetinde beni de içine aldı, yok
etti.
Sesler... Sesler boşlukta yitti. Her yer karanlıktı. Bu
zifiri karanlıktı zaten gözlerimi aralayan. Göz kapaklarımdan içeri
sızmaya çalışan ve kulağıma ölümü fısıldayan. Bağırmak, haykırmak,
çıldırmak istedim; sesim kısıldı, sözüm rüzgârlara karışıp gitti. Gidene
dur diyemedim yine, kalanı teselli edemediğim gibi. Çaresizlik sardı
bedenimi. Bir titremedir sardı baştan başa, tüm kaslarım, eklemlerim
kontrolsüzce isyana kalktı. Ölmeli miydim ben de? Solan bir çiçeğin
kokusunu ömrünce duyarak tutunmalı mıydım yoksa?
Abimin sesiyle
düşünüyorum artık her şeyi. Aklımın ıssızlarında onunla konuşup
duruyorum. Bana bildiğim şeyleri bildiğim şekilde anlatıyor. Biraz
yorgun, biraz da yılgın. Ataleti ölümünden mi sebep? Tenin ücralarından
daha tehlikelisi aklınkiler, derdi burada olsa. Biliyor muydu acaba diye
düşündüm. Yoksa ben mi uyduruyordum bütün bunları? Zihin devasa bir
oyun alanı ve oyunun kuralları öylesine belirsiz ki... Susturmak için
illaki öldürmeli mi sesleri? Yahut teslim mi olmalı kayıtsızca?
Annem
çekiyor ellerini üzerimden. Bir boşluk kaplıyor içimi, kapılıyorum
yokluğuna. Yağmur hızlanıyor iyice, irkilerek doğruluyorum. Aceleyle
koşturuyor, toprak iyice yumuşamadan davranıyorum küreğe. Bir yandan
ben, bir yandan babam ve diğerleri. Ne kadar uğraşsak da fayda etmiyor.
Bembeyaz kefen çamura bulanıyor. Masumiyetin kirlenişinin temsili gibi
geliyor bu bana. Kendimi bir oyunda gibi hissediyorum yine,
anlamlandırmaya çabalıyorum. Bunca günahkar bakışın altında nasıl temiz
kalınacağını merak ediyor, küreği sallamaya devam ediyorum.
Son
kez, tüm gücüyle toprak attığımda ayrılan insanların seslerini duyarak
eğilip bir avuç alıyorum. Dönüp bakıyorum çevreme. Bayrağı özenle
katlamışlar, annem sarılmış evladına kıymaktan imtina edercesine. Babam
ise birkaç adım ötede duruyor, baş sağlığı dileyenleri dinliyor, gözü
mezarda, ifadesi donuk, cansız. Sislenen bakışlarında binbir hüzün...
Hiç görmeyecek gibi duruyor, hiç bakmayacak gibi bekliyor...
Ancak
bir anlığına, sanki değişiyor her şey, şaşkınlıkla kalakalıyorum,
gözlerindeki ışığın parladığını fark ediyorum. Kalabalık dağılmış,
sessizlik yayılıyorken geliyor yanıma, eğiliyor ve bir avuç toprak da o
alarak ceplerine doldurmaya başlıyor. Yüzündeki donuk ifade sabit,
değişmiyor. Ses etmeden çamura dönmüş toprağı dolduruyoruz birlikte.
Ellerimiz
çamura bulanıyor, gözlerimizden yaşlar akıyor ve yağmura karışırken
zorlukla duyduğum bir şeyler fısıldıyor: "Bir gözüm kör oldu oğul!"
diyor; "bir kulağım sağır; dilim lâl oldu, yüreğime doldu kahır."
Kapanıyorum
babamın dizlerine ve bırakıyorum kendimi, hüngür hüngür ağlamaya
başlıyorum. Göğsümden çıkan seslere aldırmadan, hıçkıra hıçkıra, ölümün
kanatlarına sarılırcasına, belki beni de götürür diye umarcasına...
Gustaf Cederstrom, Funeral (1883)