14 Şubat 2022 Pazartesi

Nafile Zamana Ağıt

Yaşanan acılardan daha fecisi, acılara duyarsızlaşacak denli tesir altında kalmaktır. Her gün, her saat devamlı yas havasına girmektense gerçeği reddetmeyi ve kendini esirgemeyi makul bulur zihin. Kendisini tanımladığını düşündüğü ne varsa inkar eder. Böylece değerler bütünlüğü denilen ne varsa çürümeye, yok olmaya yüz tutar.

Gözyaşları, ağıtlar ve beddualara karışan dualar... Kanla ıslanan toprak üzerinden cebi de gönlü de rahat insanların attığı heybetli nutuklar yankılanır avluda. "Ateş düştüğü yeri yakar," sözü ancak bizim gibi acı dolu coğrafyalarda söylenir. "Acıklı başta akıl olmaz," der aynı zamanda atalar. Ateş yakar, su yıkar ve acının etkisiyle körelen gözler görmez olur olup biteni.

Oysa ölüm, yalnızca oyunun detayıdır bazılarınca. Ölümün pençesine kapılanın nazarında bir hiçlik belirir ve her şey anlamını yitirir: Anlam bile. Zira anlam dediğin yaşama dairdir ve arayışı hayatta kalmanın anahtarıdır. Ölenle ölünmez, ölümle de yaşanmaz bundan ötürü. Kaçışımız kendimizdendir, kendimize saklanırız, kendimiz yabancıyken kendimize, durmadan sakınırız. Sonra bir ezan sesi duyulur ve çırpınan kelimeleri adarız. Çaremiz budur.

Yağmuru tenimde duyumsadığımda, düşüncelerimin arasında cenazenin kalktığını fark ettim, sustum. Bayrağa sarılı tabut askerlerin omzunda geçti önümden, sözcükleri yuttum. Abimin sesi çınladı kulaklarımda. Yalnızlığın yükü çöktü omuzlarıma. Geçti karşıma ve konuştu: Sözlerinde annemin duaları, babamın nasihatleri. Özlemim depreşti, sırladı içimdeki güneşi, gölgeler sardı ve durmadan kanattı.

Babama baktım bir an sonra. İçimde yangın belirdi. Gözlerindeki çaresizliğin izleri dilinde solan kelimelerdendi. Neye yeltense içinde pişmanlığın sağır edici yankısı duyuldu. Omzunda yedi yabancı eller, kulağında aşina olmadığı sesler, her surette yapmacık bir tavır buldu; acıyarak, sahiplendikleri acının verdiği mağrur ifadeye yaltaklanarak baktılar yüzüne. Dilsiz acıların şahidi olmak buydu.

İnsan sevdiğini önce toprağa, sonra yüreğine gömer, derler; yaşlandıkça artar ölüleri, yaşlandıkça matemi iyiden iyiye alışkanlık halini alır. Acı sıradanlaşır, gözyaşları henüz akmadan kurur. Hayallerin yerini anılar alır. Yaşar durur her birini. Sonra ölümün buğusu dokunur, külleri savrulur, hatıraları tozlanır dimağında...

Ansızın süzüldü zihnimden binbir anı. Birikti, ardı ardına dizildi ve abimin tabutuna sarılan yaşmağa dönüştü. Bir şiir gibi sıralandı önümde, öylece duruldu. Annemin gözlerinde yaşlar toplandı. Saçıldı üstüne damla damla. "Anne!" dedim: "Anlamak en büyük lanetmiş, anladıkça öğrendim. Gel okşa saçlarımı, unuttur bütün bildiklerimi..."

Okşadı saçlarımı şefkatle, parmak uçlarından tenime buz gibi değdi yokluğun yangısı, irkildim; duyarsızlığım yok oldu o an, duyumsadım içindeki kor ateşi, idrak ettim acının umutları yitirip karanlıkta savuruşunu. Kor alev yalazladı ruhumu. Kör bir öfke sardı sonra, peşi sıra sürükledi cinnetin doruklarına. Yabancılaştım herkese ve tanımadığım her yüzde tanık olduğum acının sahteliğine nefret besledim. Nefretim büyüdü gitgide, çığ misali devasa boyutlara ulaştı ve nihayetinde beni de içine aldı, yok etti.

Sesler... Sesler boşlukta yitti. Her yer karanlıktı. Bu zifiri karanlıktı zaten gözlerimi aralayan. Göz kapaklarımdan içeri sızmaya çalışan ve kulağıma ölümü fısıldayan. Bağırmak, haykırmak, çıldırmak istedim; sesim kısıldı, sözüm rüzgârlara karışıp gitti. Gidene dur diyemedim yine, kalanı teselli edemediğim gibi. Çaresizlik sardı bedenimi. Bir titremedir sardı baştan başa, tüm kaslarım, eklemlerim kontrolsüzce isyana kalktı. Ölmeli miydim ben de? Solan bir çiçeğin kokusunu ömrünce duyarak tutunmalı mıydım yoksa?

Abimin sesiyle düşünüyorum artık her şeyi. Aklımın ıssızlarında onunla konuşup duruyorum. Bana bildiğim şeyleri bildiğim şekilde anlatıyor. Biraz yorgun, biraz da yılgın. Ataleti ölümünden mi sebep? Tenin ücralarından daha tehlikelisi aklınkiler, derdi burada olsa. Biliyor muydu acaba diye düşündüm. Yoksa ben mi uyduruyordum bütün bunları? Zihin devasa bir oyun alanı ve oyunun kuralları öylesine belirsiz ki... Susturmak için illaki öldürmeli mi sesleri? Yahut teslim mi olmalı kayıtsızca?

Annem çekiyor ellerini üzerimden. Bir boşluk kaplıyor içimi, kapılıyorum yokluğuna. Yağmur hızlanıyor iyice, irkilerek doğruluyorum. Aceleyle koşturuyor, toprak iyice yumuşamadan davranıyorum küreğe. Bir yandan ben, bir yandan babam ve diğerleri. Ne kadar uğraşsak da fayda etmiyor. Bembeyaz kefen çamura bulanıyor. Masumiyetin kirlenişinin temsili gibi geliyor bu bana. Kendimi bir oyunda gibi hissediyorum yine, anlamlandırmaya çabalıyorum. Bunca günahkar bakışın altında nasıl temiz kalınacağını merak ediyor, küreği sallamaya devam ediyorum.

Son kez, tüm gücüyle toprak attığımda ayrılan insanların seslerini duyarak eğilip bir avuç alıyorum. Dönüp bakıyorum çevreme. Bayrağı özenle katlamışlar, annem sarılmış evladına kıymaktan imtina edercesine. Babam ise birkaç adım ötede duruyor, baş sağlığı dileyenleri dinliyor, gözü mezarda, ifadesi donuk, cansız. Sislenen bakışlarında binbir hüzün... Hiç görmeyecek gibi duruyor, hiç bakmayacak gibi bekliyor...

Ancak bir anlığına, sanki değişiyor her şey, şaşkınlıkla kalakalıyorum, gözlerindeki ışığın parladığını fark ediyorum. Kalabalık dağılmış, sessizlik yayılıyorken geliyor yanıma, eğiliyor ve bir avuç toprak da o alarak ceplerine doldurmaya başlıyor. Yüzündeki donuk ifade sabit, değişmiyor. Ses etmeden çamura dönmüş toprağı dolduruyoruz birlikte.

Ellerimiz çamura bulanıyor, gözlerimizden yaşlar akıyor ve yağmura karışırken zorlukla duyduğum bir şeyler fısıldıyor: "Bir gözüm kör oldu oğul!" diyor; "bir kulağım sağır; dilim lâl oldu, yüreğime doldu kahır."

Kapanıyorum babamın dizlerine ve bırakıyorum kendimi, hüngür hüngür ağlamaya başlıyorum. Göğsümden çıkan seslere aldırmadan, hıçkıra hıçkıra, ölümün kanatlarına sarılırcasına, belki beni de götürür diye umarcasına...

 Gustaf Cederstrom, Funeral (1883)