Heidegger etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Heidegger etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ekim 2022 Çarşamba

BİR TUTAMAK MESELESİ: OĞUZ ATAY


“Anlamasan da olur. Kimse anlamasa da olur. Gerçek hürriyet budur Olric. Ben anlıyorum. Anlatamasam da olur.” (Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, syf. 417)

Oğuz Atay için var olmak bütün çelişkilerine, saçmalıklarına ve zorluklarına rağmen anlama tutunmak, anlamı idrak etmekle ilgili bir serüvendi. Okuduğu onca kitabın ardında saklı bulunan yanıtları eşeledikçe yaşamın birden fazla yüzü olduğunu keşfedişi bireyin sarsıntı ve yıkıntılarına dair eşsiz çıkarımlarına ulaşmasını sağlayan ilk ve en önemli etmendi. Destanlardan Dante’ye, Shakespere’den Joyce ve Dostoyevski’den Kemal Tahir’e değin uzanan kütüphaneler dolusu kitapla doldurduğu renkli, yaratıcı zihni oyunla gerçeğin ayırdını irdeleyerek insanın ebedi yolculuğunun izlerini sürmüştür. İzlerin noktalar halinde birleşip eklektik yapılar halinde bütünlüğe ulaştığı noktada ise postmodern başkaldırının köşe taşı metinler meydana gelmiştir.

Oğuz Atay’ın gözünde yaşam çıkmazlarla dolu bir curcunadır ve karmaşanın içinde kendine dair izler arayan her insan, çözümü çevresiyle kurduğu etkileşimde arar. Oysa bu devanın maddeye ihtirasla bağlanan “kifayetsiz muhterisler”i ortaya çıkardığı ve tamahkârlığın sefalete yol açacağını gösterir; bunu yaparken de bunca saçmalığın izahı değil mizahı olur dercesine Bakhtin’in deyimiyle karnavalesk bir anlatı dili inşa eder. Ancak bu noktada, sözgelimi Tolstoy gibi bilge bir anlatıcıdan ziyade modernist yazarlara yakın durmayı tercih eder.

Bir soylu olan Don Kişot’un kendi parodisine dönüştüğü yaşamını mizahın kılıçtan bile daha keskin olabileceğini kanıtlarcasına aktarır eserlerine; zira düşen ve aklını kaybederek savrulan Don Kişot değil, içinden geldiği gelenektir. Aynı şekilde Shakespeare’in gerçekçilikten uzak ama bir o kadar da gerçeğin içinde olan, çağının insanını anlatırken çağlar ötesindeki insanı da etkileyen oyunlarına dalar ve oyunun insan yaşamındaki etkisini tragedyalardan Beckett’a uzanan bir çizgide merkeze Shakespeare’in imzasını koyarak gösterir.


Soyluların yaşamlarındaki çıkmazların etkisiyle şekillenen anlatı geleneği nasıl da sıradanlaşan ve pırıltısını acımasızca yitiren bir yıldıza döndü değil mi? Eski bir şarkı gibi çaldıkça nostaljinin kollarına dalan melankolik insanlar gitgide solarak benliğini satırların arasında yitirdi, tıpkı giyotine kurban gidercesine. Çaresiz bir hastalığın pençesindelerdi çünkü. Yok oluyorlardı ve çıkmazın içinde debelendikçe daha derine gömülüyorlardı. Derine, derine ve derine… Dipsiz bir kuyuya dalarcasına, uçsuz bucaksız bir batağa batarcasına.

Proust’un da derinlemesine ele aldığı mesele bu hastalığın birkaç nesli yutarak yok etmesinin etkileyici hikâyesiydi. Modernitenin beraberinde getirdiği acımasız yıkım, bireyin yaşamında köklü değişiklikler meydana getirir ve yaşamın olağan akışından koparak algıladığı dünyanın ayrıntılarını yeniden keşfetmeye, yitirdiği anlamı bu vesileyle bulmaya çalışır. Ki Alice Miller da, “Marcel Proust, hayatın sırrını çözme fırsatından yoksun kalmıştı. Bence o müthiş romanının başlığındaki ‘kayıp zamanın’ izindeki arayış, hiç yaşamadığı hayatının izlerini arayıştı,” (Beden Asla Yalan Söylemez, Okuyan Us Yayınevi, syf. 70) diyerek bu savrulmayı dile getirir. Aynı şekilde Oğuz Atay’ın karakterlerini olduramadan öldüren çıkmazlar da tam olarak böyleydi. Fasılasız bir çılgınlığın içinde çırpınıyor ve aklın egemenliği denilerek lanse edilen psikozun ardındaki çelişkiyi görerek deliliğin sınırlarını test ya da tayin ediyorlardı; burası belirsiz.

İşin komik yanı ise - ki aksini iddia etmek kimi müellifçe pek olası değil - çıkmazların haddizatında açmazlara dönüştüğünü görüyor ve çırpınışlarının asla kazanamayacağı, hatta kaybedeceği ta en başından belli olan bir oyunda beyhude çabaladığını anlıyordu. Farkındalığının bunca gelişmiş olması, kendini başka benliklere ait hissetme, ait olma ya da ulaşma gayretiyle var etme mücadelesine girişmesine sebep oluyordu. Çünkü başka benlikler farklı limanlara açılacak gemiler inşa edebilmesi demekti belki de. Öz benliği kayboluyor muydu yoksa ona mı kavuşuyordu, ilk başta bilemezdi. Işığı takip ediyor, trenin çarpmayacağını umarak arzuladığı “ben” olmaya çalışıyordu ve çatışmaların ortasında sıkışarak çareyi kaçmakta, kaçışlarda buluyordu.

“Benim de herkes gibi kaygısız, sevinç dolu bir yaşantıya hakkım yok mu? diye soruyorum. Ben de herkes gibi günlük sevinçlerin, heyecanların akışına kapılıp gidemez miyim? Neden olaylar, benim üzerimde silinmez izler bırakıyor? Kaderime lânet ediyorum.” (Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, syf. 415)

Bunu söyleyen ve kaderine arabesk bir isyanla başkaldıran Atay, Bat Dünya Bat! diye serzenişte bulunacağı noktaya henüz on iki sayfa sonra varıyor;

“Hiç kimseyi anlamıyorum. İnsanların arasına karışıp onlara uyduğum için de kendimden nefret ediyorum,” diyerek bu çabasından vazgeçtiğini ilan ediyor. İroninin aslında acıdan beslendiği, acziyet içerdiği sırf bunu görünce bile belirginleşiyor ama Atay’ın kullandığı ironi içinde derin bir tefekkür ve görkemli bir zeka parıltısı da barındırıyor. Dostoyevski’nin çileciliğini metinlerinde sıklıkla sezdirmesiyle teatral diyalogların bol olduğu St. Petersburg romanlarını İstanbul’un sokaklarına taşıyor ve yoğun duyguların yalnızca kederi değil, aynı zamanda sevinci de içerebileceğini kanıtlıyor. İnsanın derinliği bir noktada takılıp kalmak zorunda değil nitekim. Gerçeğin prizmatik bir yapıya sahip olduğunun aşikar edildiği postmodern çağda insanın da birden fazla yüzünün anlatılması, iç dünyasının, duygularının bu yolla aktarılması yadsınamaz.

Zweig’ın kısacık metinlere sığdırmayı başardığı inanılmaz yoğunluktaki duyguların Joyce gibi dil ustalarıyla sentezi nasıl olurdu diye düşündürür daima. Joyce’un dilin metni inşa sürecinde zaman-mekân algısını kırması - ki bu noktada Tanpınar’ı ve dolayısıyla zamanı mesele eden Bergson, Heidegger gibi düşünürleri de anmak, anlamak gerek- aslında bireyin “değerler yitimi”nin yalnızca ahlaktan ibaret olmadığına açıklık getiriyor. Modern insan yaşamıyla yekpare ele alındığında kendisinin ucuz bir taklidi haline geldiğinden yaşamı da ancak tarihsel anlatıların kopyası olarak sunulabilir ve sadece bu vesileyle değerlendirmek olasıdır. Ulysess’in yolculuğu ve noktalama olmadan soluksuz sürüklenen seyahatinin etkileyici serüvenlerden çok sıkıcı tekrarlar içeren alelade bir rutin olması da bundandır. Joyce’un bir şehrin hafızasını sönük insanlar odağında anlatışı artık güçlü figürler yerine sinik çizgilere kaldığımızı ve kahramanın öldüğünün göstergesidir.

Kafka'nın da Oğuz Atay’ın metinlerine katkı sağladığı, zengin öğeler halinde değer kattığı kesindir. Bilhassa karakterlerin kurulu düzen içerisinde benimsemek zorunda kaldıkları roller karşısında çaresizce kayboluşları buna örnektir. Kafka, bürokrasinin ayakları altında çimen-fil denklemini anımsatan küçük insanları konu edinirken alegorinin sınırlarını zorlamış ve düş ile gerçeğin hudutlarına dair yeni bir söylem inşa etmeyi başarmıştır, ki buna da Kafkaesk denmiştir. Yusuf Atılgan da Oğuz Atay’ın karakterlerinin “tutunamama” meselesi hususunda önemli bir adım atmıştır. Aylak Adam da C.’nin bütün yaşadıkları zaten başlı başına modern insanın Camus’nün deyimiyle düşüşünün tescilidir. Bunu da şöyle tarif eder:

“— İnsanın bir tutamağı olmalı.

— Anlamadım.

—Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi!” (Aylak Adam, Bilgi Yayınevi, syf. 218-219)

“İnsanın ruhu ne garip ve mudhik bir sahne idi!” (Kırık Hayatlar, Akçağ Yayınları, syf. 218) diyen Halit Ziya’nın Kırık Hayatlar adlı eserinden etkilendiğini bizzat kendisi söylemiştir. Yusuf Atılgan’ın tutamak sorununu Kırık Hayatlar’ın bedbaht insanlarıyla birleştirip sorunsallaştırarak ortaya Tutunamayan insanı, yani Disconnectus Erectus’u çıkarır.

Sevgili, çok kıymetli, biricik Oğuzcuğum Atay,

Şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek için, on bin kitap okumuş olmayı isterdim ama maalesef ömrüm ve tembel bünyem buna bütünüyle engel. Gene de az gelişmiş birkaç cümle söylemeden, birkaç söz sarf etmeden içim rahat etmeyecek: seni tanıdığıma çok sevindim kendi çapımda, iyi ki vardın, iyi ki doğdun.