“Anlamasan da olur. Kimse anlamasa da olur. Gerçek hürriyet budur Olric. Ben anlıyorum. Anlatamasam da olur.” (Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, syf. 417)
Oğuz Atay için var olmak bütün çelişkilerine, saçmalıklarına ve zorluklarına
rağmen anlama tutunmak, anlamı idrak etmekle ilgili bir serüvendi. Okuduğu onca
kitabın ardında saklı bulunan yanıtları eşeledikçe yaşamın birden fazla yüzü
olduğunu keşfedişi bireyin sarsıntı ve yıkıntılarına dair eşsiz çıkarımlarına
ulaşmasını sağlayan ilk ve en önemli etmendi. Destanlardan Dante’ye,
Shakespere’den Joyce ve Dostoyevski’den Kemal Tahir’e değin uzanan kütüphaneler
dolusu kitapla doldurduğu renkli, yaratıcı zihni oyunla gerçeğin ayırdını
irdeleyerek insanın ebedi yolculuğunun izlerini sürmüştür. İzlerin noktalar
halinde birleşip eklektik yapılar halinde bütünlüğe ulaştığı noktada ise
postmodern başkaldırının köşe taşı metinler meydana gelmiştir.
Oğuz Atay’ın gözünde yaşam
çıkmazlarla dolu bir curcunadır ve karmaşanın içinde kendine dair izler arayan
her insan, çözümü çevresiyle kurduğu etkileşimde arar. Oysa bu devanın maddeye
ihtirasla bağlanan “kifayetsiz muhterisler”i ortaya çıkardığı ve tamahkârlığın
sefalete yol açacağını gösterir; bunu yaparken de bunca saçmalığın izahı değil
mizahı olur dercesine Bakhtin’in deyimiyle karnavalesk bir anlatı dili inşa
eder. Ancak bu noktada, sözgelimi Tolstoy gibi bilge bir anlatıcıdan ziyade
modernist yazarlara yakın durmayı tercih eder.
Bir soylu olan Don Kişot’un kendi
parodisine dönüştüğü yaşamını mizahın kılıçtan bile daha keskin olabileceğini
kanıtlarcasına aktarır eserlerine; zira düşen ve aklını kaybederek savrulan Don
Kişot değil, içinden geldiği gelenektir. Aynı şekilde Shakespeare’in
gerçekçilikten uzak ama bir o kadar da gerçeğin içinde olan, çağının insanını anlatırken
çağlar ötesindeki insanı da etkileyen oyunlarına dalar ve oyunun insan
yaşamındaki etkisini tragedyalardan Beckett’a uzanan bir çizgide merkeze
Shakespeare’in imzasını koyarak gösterir.
Soyluların yaşamlarındaki çıkmazların etkisiyle şekillenen anlatı geleneği
nasıl da sıradanlaşan ve pırıltısını acımasızca yitiren bir yıldıza döndü değil
mi? Eski bir şarkı gibi çaldıkça nostaljinin kollarına dalan melankolik
insanlar gitgide solarak benliğini satırların arasında yitirdi, tıpkı giyotine
kurban gidercesine. Çaresiz bir hastalığın pençesindelerdi çünkü. Yok
oluyorlardı ve çıkmazın içinde debelendikçe daha derine gömülüyorlardı. Derine,
derine ve derine… Dipsiz bir kuyuya dalarcasına, uçsuz bucaksız bir batağa
batarcasına.
Proust’un da derinlemesine ele aldığı
mesele bu hastalığın birkaç nesli yutarak yok etmesinin etkileyici hikâyesiydi.
Modernitenin beraberinde getirdiği acımasız yıkım, bireyin yaşamında köklü
değişiklikler meydana getirir ve yaşamın olağan akışından koparak algıladığı
dünyanın ayrıntılarını yeniden keşfetmeye, yitirdiği anlamı bu vesileyle
bulmaya çalışır. Ki Alice Miller da, “Marcel Proust, hayatın sırrını çözme
fırsatından yoksun kalmıştı. Bence o müthiş romanının başlığındaki ‘kayıp
zamanın’ izindeki arayış, hiç yaşamadığı hayatının izlerini arayıştı,” (Beden
Asla Yalan Söylemez, Okuyan Us Yayınevi, syf. 70) diyerek bu savrulmayı dile
getirir. Aynı şekilde Oğuz Atay’ın karakterlerini olduramadan öldüren çıkmazlar
da tam olarak böyleydi. Fasılasız bir çılgınlığın içinde çırpınıyor ve aklın
egemenliği denilerek lanse edilen psikozun ardındaki çelişkiyi görerek
deliliğin sınırlarını test ya da tayin ediyorlardı; burası belirsiz.
İşin komik yanı ise - ki aksini iddia etmek kimi müellifçe pek olası değil -
çıkmazların haddizatında açmazlara dönüştüğünü görüyor ve çırpınışlarının asla
kazanamayacağı, hatta kaybedeceği ta en başından belli olan bir oyunda beyhude
çabaladığını anlıyordu. Farkındalığının bunca gelişmiş olması, kendini başka
benliklere ait hissetme, ait olma ya da ulaşma gayretiyle var etme mücadelesine
girişmesine sebep oluyordu. Çünkü başka benlikler farklı limanlara açılacak
gemiler inşa edebilmesi demekti belki de. Öz benliği kayboluyor muydu yoksa ona
mı kavuşuyordu, ilk başta bilemezdi. Işığı takip ediyor, trenin çarpmayacağını
umarak arzuladığı “ben” olmaya çalışıyordu ve çatışmaların ortasında sıkışarak
çareyi kaçmakta, kaçışlarda buluyordu.
“Benim de herkes gibi kaygısız,
sevinç dolu bir yaşantıya hakkım yok mu? diye soruyorum. Ben de herkes gibi
günlük sevinçlerin, heyecanların akışına kapılıp gidemez miyim? Neden olaylar,
benim üzerimde silinmez izler bırakıyor? Kaderime lânet ediyorum.”
(Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, syf. 415)
Bunu söyleyen ve kaderine arabesk bir isyanla başkaldıran Atay, Bat Dünya Bat! diye serzenişte bulunacağı noktaya henüz on iki sayfa sonra varıyor;
“Hiç kimseyi anlamıyorum. İnsanların
arasına karışıp onlara uyduğum için de kendimden nefret ediyorum,” diyerek bu
çabasından vazgeçtiğini ilan ediyor. İroninin aslında acıdan beslendiği, acziyet
içerdiği sırf bunu görünce bile belirginleşiyor ama Atay’ın kullandığı ironi
içinde derin bir tefekkür ve görkemli bir zeka parıltısı da barındırıyor. Dostoyevski’nin çileciliğini metinlerinde sıklıkla sezdirmesiyle teatral
diyalogların bol olduğu St. Petersburg romanlarını İstanbul’un sokaklarına
taşıyor ve yoğun duyguların yalnızca kederi değil, aynı zamanda sevinci de
içerebileceğini kanıtlıyor. İnsanın derinliği bir noktada takılıp kalmak
zorunda değil nitekim. Gerçeğin prizmatik bir yapıya sahip olduğunun aşikar
edildiği postmodern çağda insanın da birden fazla yüzünün anlatılması, iç
dünyasının, duygularının bu yolla aktarılması yadsınamaz.
Zweig’ın kısacık metinlere sığdırmayı başardığı inanılmaz yoğunluktaki duyguların Joyce gibi dil ustalarıyla sentezi nasıl olurdu diye düşündürür daima. Joyce’un dilin metni inşa sürecinde zaman-mekân algısını kırması - ki bu noktada Tanpınar’ı ve dolayısıyla zamanı mesele eden Bergson, Heidegger gibi düşünürleri de anmak, anlamak gerek- aslında bireyin “değerler yitimi”nin yalnızca ahlaktan ibaret olmadığına açıklık getiriyor. Modern insan yaşamıyla yekpare ele alındığında kendisinin ucuz bir taklidi haline geldiğinden yaşamı da ancak tarihsel anlatıların kopyası olarak sunulabilir ve sadece bu vesileyle değerlendirmek olasıdır. Ulysess’in yolculuğu ve noktalama olmadan soluksuz sürüklenen seyahatinin etkileyici serüvenlerden çok sıkıcı tekrarlar içeren alelade bir rutin olması da bundandır. Joyce’un bir şehrin hafızasını sönük insanlar odağında anlatışı artık güçlü figürler yerine sinik çizgilere kaldığımızı ve kahramanın öldüğünün göstergesidir.
Kafka'nın da Oğuz Atay’ın metinlerine
katkı sağladığı, zengin öğeler halinde değer kattığı kesindir. Bilhassa
karakterlerin kurulu düzen içerisinde benimsemek zorunda kaldıkları roller
karşısında çaresizce kayboluşları buna örnektir. Kafka, bürokrasinin ayakları
altında çimen-fil denklemini anımsatan küçük insanları konu edinirken
alegorinin sınırlarını zorlamış ve düş ile gerçeğin hudutlarına dair yeni bir
söylem inşa etmeyi başarmıştır, ki buna da Kafkaesk denmiştir. Yusuf Atılgan da
Oğuz Atay’ın karakterlerinin “tutunamama” meselesi hususunda önemli bir adım
atmıştır. Aylak Adam da C.’nin bütün yaşadıkları zaten başlı başına modern
insanın Camus’nün deyimiyle düşüşünün tescilidir. Bunu da şöyle tarif eder:
“— İnsanın bir tutamağı olmalı.
— Anlamadım.
—Tutamak sorunu dedim. Dünyada
hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey
olmadı mı insan yuvarlanır. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi
işine. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini gülünçlüğünü
göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi!” (Aylak
Adam, Bilgi Yayınevi, syf. 218-219)
“İnsanın ruhu ne garip ve mudhik bir
sahne idi!” (Kırık Hayatlar, Akçağ Yayınları, syf. 218) diyen Halit Ziya’nın
Kırık Hayatlar adlı eserinden etkilendiğini bizzat kendisi söylemiştir. Yusuf
Atılgan’ın tutamak sorununu Kırık Hayatlar’ın bedbaht insanlarıyla birleştirip
sorunsallaştırarak ortaya Tutunamayan insanı, yani Disconnectus Erectus’u
çıkarır.
Sevgili, çok kıymetli, biricik Oğuzcuğum Atay,
Şu anda, sana güzel bir söz
söyleyebilmek için, on bin kitap okumuş olmayı isterdim ama maalesef ömrüm ve
tembel bünyem buna bütünüyle engel. Gene de az gelişmiş birkaç cümle
söylemeden, birkaç söz sarf etmeden içim rahat etmeyecek: seni tanıdığıma çok
sevindim kendi çapımda, iyi ki vardın, iyi ki doğdun.