6 Şubat 2019 Çarşamba

Vicdan Muhakemesi - Bölüm 2

Resim: John Trumbull - 
The Declaration of Independence(Ağustos 1817–Eylül 1818) 

Bilincimin yeniden şalterini kaldırmasının ardından 5 saniye kadar geçmişti ki, midemde keskin bir bulantı hissettiğimde, o zifiri karanlığın yerini loş ışıkta kasvetli bir mahkeme salonu almıştı. Boğucu ışık zihnimde saykodelik helezonlara sebep olmuş, tuhaf bir geçiş anı yaşamıştım. İlk önce panikle kaçmak istedim haliyle, ama karşımda dikilen zebella gibi jandarmayı görünce, vazgeçtim. Kaçışın olmadığını böyle çetin bir yoldan anlayınca da, mahkeme salonunu izlemeye başladım; ne de olsa izlemek milli vazifemiz! Işığın tonları, ahşap ile birleşip gözlerimi yoracak derecede renk cümbüşüne sebep oluyordu. Çünkü mahkeme salonundaki tüm eşyalar koyu kızıl ahşap ile imal edilmişti. Alışılagelmiş, kısıtlı ahşap mimarisini andıran lakin kasvetiyle de isyankâr bir damak tadı veren bir tasarım. Damak tadı ile ahşap yan yana gelince de zihnimin ne denli gerçeklikten uzaklaştığını fark ettim.

- Mahkeme salonu değil de sanki pavyon ama çevreci bir pavyon –

Ben bu sahneyi bir yerden hatırlıyorum dedirten bir salondu kısacası. Mahkeme heyetinin bulunması gereken kürsü boştu ve tokmak öylece bana bakıyordu. Küçükken mahkemeleri severdim; özellikle de tokmak vurulan sahnelere bayılırdım. Ve şimdi o tokmak karşımda mahzun bir edayla duruyordu. Adalet, mülkün temelidir sözü ve Atatürk portresi. Asalet budur işte; aksine ben de yanındayım. Heyhat, Kemal de sonunda mülkün temelini atmaya geldi.

Arkama dönemiyordum ama suretini seçemediğim insanlardan gelen garip uğultusu tüm salonu kaplıyordu. Koro şeklinde konuşuyorlar, böylece bu uyum seslerinin yankılan dinliyor ve bekliyordum. Beklediğim süre zarfında, yanımda dikilen adamı fark etmemem ise takdire şayan. Benim yaşlarımda, kirli sakallı, uzun saçlı hippivari biriydi. Hippi, evet ona hippi demeliyim. Güzel bir isim oldu. Ama bu samimiyet nedir, neyse boşver. Saçına ve yüzünde ki dağınıklığa nazaran, koyu şık bir takım elbise giyiyordu. Güzelce ütülenmiş ve yakaları kolalanmış takımın koyu rengi ağır bir hava katarken, gömleğinin beyazı ise yüzünün kıllar arasında seçilebilir olmasını sağlıyordu. Bu görüntüsüyle tezat kavramına adını altın harflerle yazdırıyordu. Bu sırada yanımda ki hippi kulağıma eğilip,

-Ben senin avukatınım. Buradan sağ salim kurtulmak istiyorsan eğer benim direktiflerimi özenle takip et ve harfiyen uy’ diyerek bana telkinde bulundu. Avukat mı? Dalga geçtiğini düşünsem de, sesi garip bir şekilde tanıdık gelince merakla, 
Tanışıyor muyuz? diyerek aklımdaki soruyu ilettim.

-Ben vicdanının ya da senin deyiminle bilinçaltının sesiyim. Seni bugün ben savunacağım ama az önce söylediğim gibi talimatlarıma harfiyen uymalısın.

Bilinçaltımın vücut bulmuş hali ile konuşuyor olma durumu ve sesinde ki ciddiyet, keman teli misali gerilmeme sebep olmuştu. Bilinçaltı ile konuşmak nedir yahu? İçimden Vicdan Muhakemesi bu olsa gerek diye geçirdim. Al sana akort edilmemiş bir laf! İşin diğer absürt yanı ise bu gerginlikten kurtulmak için acaba bu orta oyununa kimdir müsebbip diyerek mahkeme salonunu gözlemlemeye devam ettiğimde, üzerinde adımın yazılı olduğu bir kalp görmemdi. Bildiğin kanlı, canlı bir kalp bana dava açmış, hatta tazminat bile talep etmiş. Atarlı damarlarla dikiliyordu karşımda.

-Bu damarların tıkanıklığını naftalin bile açamaz.-

-Cıvıma, mahkeme senin bu garibe-i hilkat humoruna müsamaha gösterir sanma. 
-Garibe-i Hilkat hangi isim tamlamasına uyuyordu yahu, ayrıca sen hiç aynaya baktın mı da bana laf ediyorsun?

-Ben senin bilinçaltınım, bu durumdan benden çok sen sorumlusun.

-Tamam da benim bilinçaltımdan çıkacak 90-60-90 bir kadın olur sanıyordum ama çıka çıka çakma Robin Williams çıktı. Harbiden basiretim bağlanmış.

Cümlemi tamamlamamın hemen ardından hazırda bekliyormuşçasına senkronize, mübaşirin sesiyle dikkatler kapıya yöneldi. Davudi bir sesle ‘Attention, please. Mahkeme başkanı geliyor, lütfen herkes ayağa kalksın’ dedi. O ana kadar süren uğultu kesildi, mahkeme salonuna tüm haşmetiyle tonton amca Hulusi Kentmen ve ardından en iyi kötü Erol Taş ağabey girince şaşkınlığım iyice arttı. Mahkeme salonu, artık Yeşilçam filmlerinden bir enstantane gibi duruyordu. Bu tablo karşısında aklımdan geçen "Hulusi Baba emretsin, darağacında sehpamı kendim tekmelerim oldu. Bu efsane kadro da belki de tek eksik, Sadri Alışık idi o an. Gerçi hayatı ofsayttan ibaret olan bizler, sınırlarla aramızdaki ezeli kavgamızı aşım olmadan nasıl yapacaktık? Sınırları da aşsak bile, sınırlandırılmışlığımızla baş başa kalmaz mıydık? Vurduğumuz bir top ezkaza kaleyi bulsa da direkler daimi veto komitesi olarak görevlerini mütemadiyen icra etmezler miydi? Sonuçta bizler hayatın gelişine şutladığı birer rakamdan ibarettik. Evet, sevgili seyirciler ve kıymetli jüri üyeleri, bu da gol değil."

Bu merhaleler arasında, Hulusi Kentmen’in işaretiyle yeniden yerimize oturduk. Tabii suretle söze başladı. Hâkim bey ilk soruyu önce müştekiye yani yüreğime sordu.

Hulusi Kentmen: Mahkemeyi açıyorum. Evet, müşteki makamına soruyorum. Evladım sen niye bu adama şiddetli geçimsizlik şikâyetiyle dava açtın?
Yürek: Hâkim Bey öncelikle yüce mahkemeye saygılarımı sunuyorum. Bu adam bana çok yükleniyor efendim. İlk olarak normal bir insan her gün 50 fincan kahveyi nasıl içer? Balzac mısın arkadaşım sen! Çarpıntılarla şapşala döndüm. Hadi onu geçtim. Her gördüğü karşı cinse âşık olur mu bir insan?
-Çarpıtma var sayın hâkim bey amca her gördüğüm kadına değil, sadece güzel olanlara olmalıydı arz ederim.
-Sen sus bakalım. Bir daha söz hakkı almadan konuşma. Devam et evladım.

- Hâkimin sesinde ki babacan tavır bile bu saçma durumu açıklanabilir kılamadı -

-İşte görüyorsunuz şu pişkinliği hâkim bey. Bunun yüzünden beyin dâhil bütün organlar şikâyetçi, ben onları da temsilen buradayım. Bu şıpsevdiliği yüzünden hormon salgılamak için fazla mesai yapmaktan işçi emeklisine döndü zavallıcıklar. Örneğin Beyin bunun saçma sapan fikirlerine hizmet etmekten devlet dairesine döndü. Nöronlar deseniz en son geçtiğimiz 19 Mayıs’ta gün yüzü gördüler. Zavallıcıklar güneşe tapacak hale geldiler. Karaciğer deseniz, yağlanmaya çare olsun diye margarin yağ işine girdi. Böbrekler, taş ocağına döndü. Akciğerler deseniz sağ-sol çatışması sebebiyle infial halinde, neredeyse antikorlar duruma el koyacak. Ben onların yasal temsilcisi olarak, bu Disconnectus Erectus’un içerisinde yoğun egzersiz, sağlıklı beslenme ve düzenli kitap okuma gibi hususlar bulunan bir yaptırımla cezalandırılmasını talep ediyorum. Saygılar efendim.

Bunca sözün ardından kesin olarak bilinçaltımın vanasını açık unuttuğumu teyit ediyorum. Sihirli gizem turunda ki 5. Beatle gibiyim. Yoksa Walrus ben miyim?
Hulusi Kentmen: Peki, evladım oturabilirsin. Sabırsız çocuk söz sende, ne diyorsun hakkında ki bu iddialar için?
Hâkim Amca, itirazım var.
Hulusi Kentmen: Söyle bakalım, neymiş itirazın.
-İtirazım kadere. Benim içim çürüyor Hâkim Bey. Durun, size nedenini de anlatayım. O zamanlar ortaokula gidiyordum. Zor zamanlar, aklım karışık. Mahalleden bir kızdan hoşlanıyordum, Kızın ismi ise Hatice’ydi hâkimim, ama görsen var ya mesleği bırakırsın; yani öyle güzel. Karadenizliydi kız, ama anlamanız o kadar kolay olurdu ki, saçlarının hırçın dalgalarından, gözlerinde ki o yırtıcı bakışlardan, bilirdiniz. İnsan aşık olmak için olur mu, oluyor Hakim Bey. Onu gördüğümde çölde vaha bulmuş gibi oluyordum. Öyle güzeldi ki, sırf onu görebilmek için kırk takla atıyordum. Taklacı güvercinler arasında yarış düzenlense, açık ara birinci olurdum, iddialıyım bu konuda. O günlerde yolum epey uzamasına rağmen, onun evinin önünde geçerek gidip geliyordum okula. Sırf onu görmek için.  
Hulusi Kentmen: Evladım, zamanım kısıtlı sadede gel. Daha ‘Bilinç akışında oto kontrol’ üzerine, Hipotalamus’ta düzenlenecek seminere katılacağım. 
-Emredersiniz Hâkim Bey. Anlayacağınız onu seviyordum. Fakat bunları ona söyleyemiyordum bile. Bir süre çare aradım durdum. Bir gün evde müzik dinlerken, aklıma dahiyane bir fikir geldi. Gidip en yakın arkadaşına yani Bühtan’a bu durumu anlatıp, onun aracılığıyla açılacaktım. Gittim kıza anlattım ve aradan birkaç gün geçti. Tabi plan istediğim gibi işlemedi. Okuldan eve gelip giderken kullandığım dar bir sokak vardır. O gün sokağa girdiğimde benden yaşça ve kalıp olarak büyük çocukların sinirli bir şekilde beklediğini gördüm. Beni görünce birden üzerime çullandılar ve dayağa başladılar. Ama nasıl bir dayak; tekmeler, yumruklar havada uçuşuyordu. Bir ara Picasso tabloları gibi uzuvlarımın hürriyetlerini kazandığına eminim. Sonradan öğrendim ki bunlar gönlümün sahibi Hatice sultanın şehzade abileriymiş. Yine de, abime dövdürtmüştüm ama konumuz bu değil tabi. Kısacası Hâkim Bey, anlayacağınız bu olay bana deyimlerin önemini öğretti
(Bkz.Hatice’ye  değil, neticeye bak).

Hippi: Ne saçmalıyorsun?
Ne dediğimi biliyor muyum ben?
Hippi: Hâkim Bey, müvekkilimin yerine söz alabilir miyim acaba?
Hulusi Kentmen: Buyur evladım, konuş.
Hippi: Hâkim Bey, görüldüğü üzere müvekkilim akli melekelerini yitirmiş vaziyette ve bazı paranoyak sanrılarla mustarip durumda. Örneğin, şu an içinde bulunduğunuz salon gibi. Hem onun hem de bizim iyiliğimiz için, yüce mahkemenin müvekkilime bir vasi atamasını talep ediyorum.
Hulusi Kentmen: Müşteki taraf bu konuda ne düşünüyor?
Yürek: Hâkim Bey, bizim taleplerimiz gayet açık, sizin huzurunuzda vasi kişi aracılığıyla hayatına dair değişimleri gerçekleştireceğine dair söz verirse, uzlaşabiliriz.
Hulusi Kentmen: İki tarafın uzlaşı noktasını bulduğumuza göre, nihai kararın alınabilmesi için duruşmaya yarım saat ara veriyorum.

Rüya zaman birimiyle yarım saat, 5 dakikaya tekabül ettiğinden fazla beklememize gerek kalmadı. Hulusi Kentmen ve Erol Taş’ın salona girmesiyle yine eski havaya büründük. Kararı açıklıyorum. Onun bu sözüyle bütün salon ayağa kalktı ve pürdikkat dinlemeye başladı.
-Yaz kızım. 21. Yüzyılın meçhul bir diliminde, müphem bir mekânda topladığımız mahkemenin resmi kararıdır. Mahkememiz, müşteki tarafın tüm taleplerini haklı bulmuştur. İdrak Yasası’nın bana verdiği yetkiye dayanarak, ilgili madde ve maddenin fıkralarını ihlalden, sanık Kemal W’nun müşteki tarafın taleplerini gerçekleştireceğine dair bir taahhüt imzalamasına, karara ek olarak, sanık tarafın isteği de kabul edilerek, sanığın avukatının kendisine vasi olarak atanmasına, karar verilmiştir.

İnsanın en büyük kavgası kendi ile olandır derdi. Artık kavga sırası Kemal’deydi.

4 Şubat 2019 Pazartesi

Yazmak Üzerine


-I-

İçim eziliyor ve çaresizlikle sınanıyorum. Ne aşk, ne hayat gailesi, ne de öfkenin peşinde koşabiliyorum; kopmuş sanki içimden tüm bağları ve tutunmaya çalışan köklerine değin, çürümeye terk edip, gidiyor. 

-II-

Gece çöktüğünde ve karanlıkta sessizlik belirginleştiğinde; adımlarım gölgelerin arasına karışır. Ellerimden tutarlar ve bambaşka alemlere taşırlar. Zihnimi açan da gölgelerdir zaten. Bu resimleri seslerin arasına çıkaran, ardından kalemime mürekkep diye damıtan; yazdıklarımı bu kadar derinden gelir, duyabilirsin çırpınışlarını.

Ama yazmak bir varoluş şekli ya da reçetesinden, bir gelir kapısı ve reklam aracına dönüşmüşse: işte o zaman, tiksinti verici bir hal alır. Senin acılarını bayat bir üslupla taklit eden aşağılık mukallitlerin sözleri muteber sayılırken, senin yüreğinden serptiğin ucuz bir melodram olur. Mısralarında ya da satırlarında kalbinin atışları duyulanların, yerini görkemli gölgeler alır. Duyguların tahribi çürüyen evin duvarları gibi rutubet kokuları içinde yaşadığın hissini verir ama acının yerini ajite edilen sözler alıverir. Bu dram değil de nedir?

Her nehir yatağında akmalı; hem demir kendi suyunda dövülmeli; yazmak da yaşamayacak olanlara ait, mahsus olmalı. Eğer bir şeyi yapmadan yaşayabilirsen, onu yapman yaşayamayacak olanın hakkını çalmaktır. Fakat kalitesizliğin ve cehaletin yücelttiği çağımızda, çapsızlık ilkesel bir hareket olmuş durumda. Ey uğruna çağlar atlanan medeniyet! Soysuzların dilinden düşmüyorsun; Ey uğruna kandan nehirler akıtılan Medeniyet! Gömdüğün kurbanlarının omuzlarında yükseliyorsun!

-III-

Dostoyevski ve Nietzsche aynı soruyu sormuş: Tanrının mı insanı yaratması; yoksa insanın mı Tanrı'yı yaratması suçtu? Oysa sorulması gereken şuydu; insanın kendi yarattığı tanrıya tapması mı yoksa, kendi yarattığı halde bunu bile anımsamaması mı? İnsanın günahı, başkalarının gerçeklerine göre yorumlanır. Para tanrı ise, zengin olan cenneti satın alır. Tanrı yeryüzünden göğe yükseldi, yanına İsa'yı aldı; insan kendi tanrısını yaratınca, yalnızlığına bahaneler aradı. Oyuncağını paylaşmayan bir çocuğa değil de, Tanrı'ya yalvaran ama acılar içinde kıvranan bir çocuğa bak! Savaşların en onurlusu, yürekten dökülen gözyaşı gözyaşını vicdanıyla başbaşa kalanın içinde olanıdır aslında.