21 Kasım 2020 Cumartesi

Vakitsiz Ölüm

sevdanın ateşi geceleri büyür

insan dediğin hep vakitsiz ölür


gönlümün pusulası kayıp

geçmişin yükü omuzlarımda 

usulca dokunursun yaralarıma

süzülüverir bütün acılarım

yüreğimden ruhumun boşluklarına


sokağından, gecenin sonuna değin

yalnızlığını adımlar durmadan

yazgısının yargısıyla muhatap

zincirlerinden kurtulmaya çalışır

coşkun bir sel gibi aktıkça


yaşamadan yitenler zamansızdır

bu esrik savaşın ortasında 

ıssızlığına sığınırlar yüce yüreğin

uzanırlar kan revan içinde 

yitik zihnin kör karanlığına


söylesene gün ışığım, sevgilim

hangi çağın kutsal vazifesi bu

ölülerini dimağına gömdüğün

hangi ozanın kayıp şarkısı 

kanlı devrimlerin çığlığını bastıran


ne zamandır kanar dilimin ucundan

satırlarımın arasına sevda sözleri 

seslenir karanlıkta kendine çaresizce

uzaksın kendine ve daha yakın ecele

işte bunun için yakala baharı damarından


düşsün avucuna nabzı kulağında

henüz rengi solmadan

sık, gevşet ve bekle öylece

sen durdukça dimdik ayakta

yitirmem umudu asla


ne söylenebilir gölgelerin içinden

aşklarının ışığında uyuyanlara denk





18 Kasım 2020 Çarşamba

Bir Post-Truth Çağı Dilemması: İnsanın Gerçeği Yalan Mıdır?

Hayat ağacında doğup filizlendim. Bedenim, zihnimin bir uzantısıydı; zihnim ise geçmişin silik anılarıyla bezeli bir odaydı. Dışarıda asırlar deveran ediyordu durmadan ve ben aklımın dallarına çaput bağlayıp coşkun dalgaların arasında yol alıyordum.

Her dalında bambaşka dünya, her yaprağında bin bir farklı nazar vardı. Bambaşka sesler birleşiyor ve kah gürültü oluyor kah insanı sarıp sarmalıyordu. Tükenmek sadece bir haldi, halden hale geçenler yerini devamlı başkalarına bırakıyordu. Başka tabiri ne tuhaf, değil mi? Kimlik diye giyindiğimiz esvabın yalnızca bizleri ilgilendirdiğini gösteriyor. Kendimizi değerli sanıyoruz; ancak rolümüz biter bitmez figüranlığa ve ardından sahne dışına itiliyoruz. 

Hayat katman katmandı, içine daldıkça derinliğinin değil karanlığının arttığını görüyordu. Halbuki karanlık dediğin de insana dair, değil mi? Karanlık olmadan ışığın önemi, anlamı kalır mı?

Bir de boşluk vardı elbet. Eşeledikçe umudu körelten antik bir doku. Her eylem kendinden bağımsız bir yolda ilerler ve insan varlığı gereği beklenmediktir; eylemleri asla tahmin edilemez. Boşluğa saplandığında bütün geçici tanımlar yerini sahici sarsıntılara bırakır; erdem diyerek baş tacı ettiği ne varsa berhava oluverir.

Yapraklar düşer, çiy damlaları son bir şans deyip yaprağın yüzeyinden sıyrılarak kendilerini kurtarır. Yaprak ölür, toprağa  kavuşur ve bir daha doğmak üzere yitip gider. Yiten yaşam değildir aslında, yaşam kendini yeniler, hatta yineler; yaprağın düşüşü bir adımdır yalnızca; dünya yanar, dünya söner ama ağacın gölgesindeki yaşam durmadan tekerrür eder...


Hayat ağacında doğup filizlendim. Bedenim, zihnimin bir uzantısıydı; zihnim ise geçmişin silik anılarıyla bezeli bir odaydı. Dışarıda asırlar deveran ediyordu durmadan ve ben aklımın dallarına çaput bağlayıp coşkun dalgaların arasında yol alıyordum.

Her dalında bambaşka dünya, her yaprağında bin bir farklı nazar vardı. Bambaşka sesler birleşiyor ve kah gürültü oluyor kah insanı sarıp sarmalıyordu. Tükenmek sadece bir haldi, halden hale geçenler yerini devamlı başkalarına bırakıyordu. Başka tabiri ne tuhaf, değil mi? Kimlik diye giyindiğimiz esvabın yalnızca bizleri ilgilendirdiğini gösteriyor. Kendimizi değerli sanıyoruz; ancak rolümüz biter bitmez figüranlığa ve ardından sahne dışına itiliyoruz. 

Hayat katman katmandı, içine daldıkça derinliğinin değil karanlığının arttığını görüyordu. Halbuki karanlık dediğin de insana dair, değil mi? Karanlık olmadan ışığın önemi, anlamı kalır mı?

Bir de boşluk vardı elbet. Eşeledikçe umudu körelten antik bir doku. Her eylem kendinden bağımsız bir yolda ilerler ve insan varlığı gereği beklenmediktir; eylemleri asla tahmin edilemez. Boşluğa saplandığında bütün geçici tanımlar yerini sahici sarsıntılara bırakır; erdem diyerek baş tacı ettiği ne varsa berhava oluverir.

Yapraklar düşer, çiy damlaları son bir şans deyip yaprağın yüzeyinden sıyrılarak kendilerini kurtarır. Yaprak ölür, toprağa  kavuşur ve bir daha doğmak üzere yitip gider. Yiten yaşam değildir aslında, yaşam kendini yeniler, hatta yineler; yaprağın düşüşü bir adımdır yalnızca; dünya yanar, dünya söner ama ağacın gölgesindeki yaşam durmadan tekerrür eder...


Yaşam hatadır kimine göre, kimine göreyse mucizevi bir dokunuş; insanın kumaşını dokuyan ellerin mahareti yaşamın da onun cevheri çevresinde gelişmesine olanak sağlamış, denir. Cevher, ne güzel kelime! Parıltısıyla etrafındaki sayısız mahlukatın ilgisini çeker.

İnsan, cevher mi yoksa onun parıltısında kendini kaybeden canlılardan herhangi birisi mi? 

Aranan şeyin değeri bulunmasında değildir; asıl olan arayıştır. Mefkureyi halis, muteber kılan insana bir değer katması, amaç sunmasıdır. Kutup Yıldızı misali ışığında yürümek ışığına yürümekten evladır, yeğdir. 

Sahi insan nedir? İnsan kendi olmayandır,  zira kendini tanımladığı kavramlar kendinden öncesinin ve kendisiyle birlik süregelen arayışların sunduğu kadim yalanlardır.

Masaldır, mittir, efsanedir, hikayedir. Asırlardır üstüne katarak nesilden nesile iletir. Oysa insan olmak istediğini anlatır, olduğunu yaşar. O halde olmak istediği bile değilken, nasıl olduğu kişiyle bağdaştırdığı koca bir tarih yaratır?

Voltaire, "yaşayanlara saygı borçluyuz az çok, ölenlere tek borcumuz kalmıştır: Gerçek," der. 

O da bilmektedir ki, insan, gerçeği ararken yalana tutunandır; gerçeği unutan ve yalanı hakikate yamayan becerikli bir usta.

İnsan anlaşılması güç olandır, şüphelidir ama zekası inanılmazdır. Kendine söylediği yalanlarla binlerce yıllık bir sürecin akışını değiştirebilen başka kaç tür vardır? 

İnsan varlığın enstrümanını eline aldığında nota bilmiyordu, öğrendi; her adımda farklı bir ses kattı ve nihayetinde senfonisini neticelendirdi. Her şey güzeldi ama değişti, değil mi? Başladığı yerden çok uzaklardaydı artık. Herakleitos seslendi ardından; "değişmeyen tek değişimin kendisidir," ve ekledi: "Bir nehirde asla iki kez yıkanamazsın."

Nehir değişir, insan değişir, zaman değişir ve zaman gelir değişim dahi akışa kapılıp savrulur gider.

O vakit sorayım sana: Şarkımız çalarken söylenecek sözümüz olabilir ama ya bittiğinde ne yapacağız dersin? Bizi bir arada tutan antik yalanlarken hangi gerçeğe inanıp tutunacağız? 

Orası sana kalmış... Ancak Rousseau'nun bir sözü de vardır ki, değinmeden geçemem.

"Ey yüce gönüllü yalan! Gerçek hiç sana tercih edilebilecek kadar güzel olmuş mudur?"

Ecce Homo!



17 Kasım 2020 Salı

Pişmanlık

 geç kalmışım;

yetişemiyorum sana...





Özlemek

Anne denildiğinde sızlayan

Yürektir ve 

hiç dinmeyen şu sızı

tüm bildiğim, olduğum...


sırtıma heybemi aldım da çıktım

bu tekinsiz yollara

aklımda kifayetsiz cümleler

kelimelerin izini sürdüm de durdum

belki de durulamadım

her durakta bir parçamı bıraktım

yine de sessizdir acılarım, yeter ki

şu gördüğüm düşten uyanmayayım.