22 Aralık 2017 Cuma

Ölü Adamın Notları - I

 

ölü bir adam gördüm
gezinirken, dün gece
eski bir palto giyinmişti
delikleri göğsünde
gözlerinde hiç aşina olmadığım 
nedametli bir akis
solgun görünmeliydi, ölüydü halbuki 
oysa eceline icat 
dikiliyordu dipdiri

Bruggeli Madonna - Michalangelo

(1501 - 1504)

Duyuru : Finallerimden ötürü bir süre burada olamayacağım, sonrasında görüşmek üzere, sevgiler herkese :) 


17 Aralık 2017 Pazar

Aşk


celladını tanımaktır aşk
kan revan içinde bedeninin
sol yanında düşen kaledir
aşk

tanrıdan bir emanettir aşk
ruhunun kayıp parçası
arayıştır belki de umutsuzca
bulunması mümkün olmayandır
aşk

gelmeyeceğini bilerek beklemektir
‘gitme’ diyememektir aşk
soğuk terler içinde uyandığın
uykusuz gecelerdir
aşk

aşk özlemektir saçlarını
her teline ruhunu saklamaktır
kanlı devrimleri yüreğinde
yeniden yaşamaktır
aşk


13 Aralık 2017 Çarşamba

Oğuz Ağabeye...


Sahi, tek bir tebessümde neler saklar insan?  O derin buğulu bakışlar, kaç ömre sığacak yükler taşır? Bir Aralık günü göçüp gittiğinde ve ben seni yine bir aralık günü okuduğumda, insanın nasıl çürüdüğünü anladım Oğuz Ağabey. Senin tanıklığında izledim, nasıl da tükenip gittiğini umudun. Bizler bu dünyanın sahipsiz çocuklarıyız. Bizler oyunun ve sahnenin dışından, kırık hayatlarıyla dalga geçen acımasız münekkidleriz. Sen de Kafka'yı seversin bilirim. Çünkü bilirsin benim gibi, biz edebiyattan ibaretiz.
Bat dünya bat!

Takvimler 12 Ekim 1934 tarihini gösterdiğinde, Mebus Cemil Bey ve Muallim Muazzez Hanım'ın ilk çocukları Oğuz dünyaya gelir. Oğuz, kara ekmek ve milletler savaşı içinde, Ankara'da geçen çocukluk yıllarında, geleceğin umutsuz bireylerinden birine dönüşecektir. Bir de üstüne üstlük, Lise ve Üniversitede Gogol, Gonçarov ve Dostoyevski gibi deli dahilerle de tanışınca hayatı kökten değişecektir.

Oyunlarla yaşayan bir insan için, gerçeklik bir işkence alanıdır. Sınırlarını bilmediği ve her daim aştığı için, mutlak bir ızdıraba mahkumdur. Başkalarının hayatları ve yaşayışları, her daim muammadır onun için. Bunu çözme çabası ve yaşama yabancılaşmışlığı, onu sonsuz bir kaosun içine sürükler.

Tehlikeli Oyunların başladığı yer de burasıdır. Kalabalıklarda kimliğini yitirmiş kişi, yeniden kazanmanın ince hesaplarını yapar. Sinsice planlar ve entrikalar. Fakat insan anlamasa da, sırf aidiyet ihtiyacından kendini bir role ve şekle büründürür. Oyunların içeriği ise, rolünün kalıbına, keyfine göre hükmetmektir. Ulvi amaçları ve idealleri vardır en nihayetinde.

Oysa, yürüyeceği yolu bilmez aslında. Öylece havaya bakarak, ilerler sadece. Ve neticede önüne engeller çıkıverir. Engellerin onu bu denli zorlamasının sebebi de, engellere rağmen hala ideallerinden ödün vermemesidir.  Bu süreç öylesine yıpratıcıdır ki, tutunamaz hiç bir insana ve zamana. Savrulur gider tarihin tozlu raflarında bir başına. 
Ve döner der ki onlara;

Canım insanlar! sonunda bana, bunu da yaptınız.


11 Aralık 2017 Pazartesi

Kıssadan Hisse - 1

Haleb Şehri ve Kalesinin resmi. (Matrakçı Nasuh'un eseri)

-I-



Padişahın biri veziriyle birlikte tebdil-i kıyafet gezintiye çıkmış. Tebaası nasıl yaşıyor, nasıl geçiniyor, sıkıntıları neler görmek istemiş. Gezi sırasında bir köye gelmişler. Küçük, şirin bir evin önünde oturmuş, örgü ören bir genç kız görmüşler. Padişah kızın yanına yaklaşıp sormuş:

- Merhaba kızım. Baban evde mi?
Kız: - Babam evde yok! Azı çok etmeye gitti.
Padişah: - Annen evde mi?
Kız: - Annem de evde yok! O da biri iki etmeye gitti.
Padişah: - Kızım eviniz çok güzel ama bacası eğri.
Kız: - Bacası eğridir ama dumanı doğru tüter.
Padişah: - Sana bir kaz yollasam yolar mısın?
Kız: - İzninizle, en ince tüylerine kadar yolarım!
Padişah kıza "Öyleyse selametle kal!" deyip, veziriyle tekrar yola koyulmuş. Saraya varınca padişah vezirine sormuş:
- Kız ile ne konuştuğumuzu anladın mı?
Vezir:
- Doğruyu söylemek gerekirse anlamadım padişahım, demiş.
Padişah:
- O hede tez vakitte git öğren! Yoksa seni vezirlikten azlederim! demiş.
Vezir telaşla fırlamış. "Nasıl öğrenirim?" diye düşünürken, en iyisi ilk ağızdan bilgi almak deyip, gitmiş padişahın konuştuğu kızı bulmuş. Vezir:
- Aman kız, hanım kız!... Biz bu gün yanımda biriyle senin yanına gelmiştik. Yanımdaki kişi senle sohbet etmişti. O sohbette konuştuklarınız ne anlama geliyordu? Onları bana bir deyiver. Dile benden ne dilersen.
Kız:
- Konuştuklarımızı açıklarım ama her cevap için on altın isterim, demiş.
Vezir kabul etmiş. Kız anlatmaya başlamış:
- O amca bana babamı sorduğunda "Azı çok etmeye gitti" demekle; babamın çiftçi olduğunu, tarlaya tohum ekmeye gittiğini anlatmak istedim.
Vezir on altını vermiş, kız devam etmiş:
- O amca annemi sorduğunda "Annem biri iki etmeye gitti" demekle; annemin ebe olduğunu, doğum yaptırmaya gittiğini anlatmak istedim.
Kız vezirden on altın daha alıp devam etmiş:
- Amca "Eviniz çok güzel ama bacası eğri" demekle; benim güzel olduğumu ama gözlerimin şaşı olduğunu söyledi. Ben de "Bacası eğridir ama dumanı doğru tüter" diyerek; şaşıyım ama gözlerim iyi görür demek istedim.
Vezir kıza on altınını verip hemen atılmış:
- Peki ya "Sana bir kaz yollasam yolar mısın?" ne demek?
Kız tebessüm edip açıklamış:
- O kaz da sizsiniz, demiş. Bunları öğrenmek için bana onlarca altın verdiniz..!

-II-


Bir zamanlar padişahın biri bir yalan yarışması düzenlenmesini emretti. Ülkenin her yerinden yalan yarışmasına katılanlar; padişahın huzuruna çıkıp inanılması güç, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir yalan söyleyeceklerdi. Padişah kimin yalanının gerçekleşmesinin mümkün olmadığına kanaat getirirse onu bir kese altınla ödüllendirecekti.
Ülkenin en usta yalancıları, en usta dolandırıcıları birer birer padişahın huzuruna çıkıp yalan söylemeye başladılar. İçlerinden biri çıkıp:
- Padişahım ben ta gökyüzüne uzanan bir merdiven kurdum! dedi.
Padişah; "Olabilir. Mümkündür" yanıtını verdi. Bir diğeri gelip:
- Padişahım ben okyanusu geçebilecek bir köprü kurdum! dedi.
Padişah buna da; "Olabilir. Mümkündür" diye karşılık verdi. Daha birçok yalancı gelip sırayla yalanlar söylediler. Ancak padişah hepsine biraz düşünüp olabilir mümkündür yanıtını veriyordu. Ama yarışmaya katılan bir kişi vardı ki; bir tek o fark etmişti bu yarışın yalan yarışından ziyade bir akıl yarışı olduğunu... Ve sıra ona geldiğinde öyle bir yalan söyledi ki; padişah, bunun olup olamayacağını düşünme ihtiyacı bile hissetmedi. Bu akıllı adam, yalan yarışmasını şu yalanla kazandı:
- Padişahım sizin merhum muhterem pederinizin, benim merhum muhterem pederime bir kese altın borcu vardı..!

-III-


Hükümdarlardan biri vezirine, oğlunun hocasıyla ilgili yakınıyordu:
- Ben oğlum ilim öğrensin istiyorum... Benim yerime iyi bir hükümdar olsun... Ama o devamlı müzikle, sazla, sözle uğraşıyor... Zannımca hocası onu, vasfına yakışır şekilde yetişmesi yönünde destekleyemiyor.
Vezir:
- Hükümdarım, hocanın elinde mucize yok! Çocuğun neye yeteneği varsa hocası ancak onda ilerlemesine yardım edebilir. İnsanın doğası değiştirilemez. Terbiye yaratılışa bağlıdır.
Hükümdar düşüncesinin arkasındaydı... Doğuştan sahip olduğumuz yetilerin, terbiye ile değiştirilebileceğini savunuyordu... Bunu kanıtlamak için de; bir akşam sarayda eğlence tertip ettirdi. Eğlence arasında eğitimli kedilerin bir gösterisi vardı. Kediler, sırtlarına konan tabağı ve tabağın içindeki yanan mumları düşürmeden itinayla taşıyorlardı. Hükümdar vezire, kedileri göstererek:
- Görüyor musun? dedi. Terbiye ile neler başarılabiliyor...
Vezir karşılık vermedi, olumlu ya da olumsuz... Başka bir eğlence gecesini bekledi ve bu geceye gelirken de yanında birkaç tane fare getirdi gizlice. Kedilerin gösterisi başladığında, fareleri kedilere doğru salıverdi. Fareleri gören kediler, sırtlarındaki tabağı, mumu unutup farelerin peşine düştüler. Mumlar bir yana, tabaklar bir yana yuvarlandı... Yanan mumlardan, halılar tutuştu... Ortalık bir anda tarumar oldu... Bu sırada vezir ise padişaha sokulup; iddiasını destekler kanıtı gururla seyrederek şöyle dedi:
- Gördünüz mü padişahım, terbiye yaratılışa bağlıdır!

(Hikayeler alıntıdır ama tek kaynaktan olmadığı ve taslaklarda kaldığı için, kaynak veremiyorum.)




 III. Ahmed’in şehzadelerinin sünnet töreni (Surname - 1720)

9 Aralık 2017 Cumartesi

Yazar Olmak Üzerine


'Bembeyaz bir kağıttır hayat
Güzelliklerle doldurmaya bak'

Bir gün hayata dair fikirlerimi merak eden olur da, ben olmazsam buralarda, okuyacağı sadece şu iki mısradır. Masumiyeti beyaz renge karışan kırmızı da arayanların arasında, rengarenk düşler kuran biriyim sadece. Bunu da bir kenara yazıverin.

Anlatılmaz şeyler vardır, sıradan bir insanı yazar yapan da budur. Kağıda ve kaleme, 'bir teselli ver, dedirtir adeta. Aralarında gezindiği ama asla içkin olamadığı kalabalıklardan, kendi krallığına geçer. Yazmak akıllı adamın işi değildir yani. Yazmak, tükenmekten bir adım geridedir çünkü.

Yazanın ufku geniştir derler ya, yalan. Yazar ufka dalmaz, ufukta gezinen bir kuş olur, rüzgara karşı kanat çırpar. Dağın yamacında, çam kokuları eşliğinde, gezinir durur. Hafiften bir meltem eser, hışırtılarında dalların, inceden bir ıslık çalınır. İşte sesi, soluğu buradan duyulur. Rüzgara karşıdır, rüzgarda çark edene karşı olduğu gibi. Ondandır elbet içinde kıvrandırıp, dışına belli etmediği yangınları.

Zordur yazar olmak, etrafında kılıçlarını çekmiş bekliyorken akbabalar. Eskinin ihtişamından eser yok şimdi, kimse oyunu kuralına göre oynamıyor artık. Eski zaman adetleri ve insanları gitti. Şövalye adabı ve zarif ayak oyunları. Oysa şimdi, eline kılıcı alan, yuvarlak masadan sandalye çekiyor altına. Hatta bununla da yetinmeyip, kahramanlık türküleri devşiriyor, ordan burdan. Masadan kalkın dostlar diyorum, tadı kalmadı artık buraların. Kaldırın kılıcınızı son kez, akıyorken kanı düşmanların.


8 Aralık 2017 Cuma

Barışın Naif Sesi - John Lennon


Takvimler 9 Ekim 1940'yi tarihini gösterirken, Liverpool'da yaşayan Lennon ailesi savaşın ortasında, çok güzel bir çocuk sahibi olurlar. Öyle bir çocuktur ki bu, ülkesi bombalar altındayken, barışın evrensel sesi olarak yoğrulacaktır hamuru. Çünkü onun şefkatli yüreği, müazzep ruhu ve keskin zekası, dünyanın acılarına karşı sessiz olmaya katlanamaz. Korkmak ve susmak değil, özgürce şarkılarını söylemektir ve mutlu olmaktı onun hayali. Milyonlarca insanın alkışını değil, milyonlarca insanın özgürlüğünü ister. Kuyrukta sıralanan savaş sevicilerin değil, barışın sesini duyurmak ister.


Hamburg’ın o pis arka sokaklarında çalarken de, Kraliçe’nin huzurunda çalarken de, aslında aynı isyanın ve tepkinin sözcüsüdür. Kimileri mücevherler içindeyken, o işçi sınıfı kahramanı olmayı seçer. Bu lümpen oyunların ve kokmuş reveransların karşısında, alay ve iğnelemelerle dalgasını geçer. Onun zekası ve yaratıcılığı karşısında, tükenir tüm entelektüel ahmaklar.


Bir adam hayal edin. Onun hayalleri, tüm dünyanın hayallerinin hem tercümanı, hem de rehberi olsun. Bir hayal edin, dünyayı sallarken şarkılarıyla, sırf barış için devleti bile karşısına alsın. Bir adam hayal edin… Hayır etmeyin, o zaten vardı ve hep var olacak. Sözleriyle, sesiyle ve nefesiyle. Dünden, bugüne ve sonsuza değin. İnsanoğlu var oldukça,  Yoko’yu tüm kalbiyle sevecek ve tüm kardeşlerini o mutlak barışa yöneltecek.












30 Kasım 2017 Perşembe

Aşk ve Ölüm


Oscar Wilde, aşkın ölümden daha büyük bir sır olduğunu söylüyordu eski basım bir kitabında. Oysaki ölümü beklerken yitip gidecek esrik bir tutkuya bağlandığını, kuşkusuz o da biliyordu.

Fakat hep böyle işlemez mi zaten aşkın kanunu; kim ona bağlanmak ve yüreğinin derinlerinde yeşertip, yaşatmak için mantıklı bir sebebe ihtiyaç duyar ki?

Yıllar geçer inanmaz olursun artık seni bulacağına, bir an olur çat kapı giriverir hayatına zincirlerini koparırcasına. An olur, bir bakışa binlerce asrı sığdırırsın sanırsın; kalıverirsin öylece ve zamanın ansızın hükümsüzlüğünü ilan edişine şahit olursun. Çünkü hazırlıksız yakalamıştır seni tanrı misafirin ve artık geri dönüşü yoktur bu işin. 

Gözlerin ta içine odaklanan bakışlar, ağır ağır tıkanan nefes, hızlanan kalbin ritmini kaybetmiş çığlıkları; bir kuş havalanır kafesinden, işte o vakit yankılanır göğsünün duvarlarında aşkın şarkısı.


29 Ekim 2017 Pazar

İklimler Arasında

taken by Emre Bozkuş

annem derdini
suya anlat derdi
vermezmiş sırrını ele
bir kelimeyle başladım
heceye yuvarlandı
ve bir gece anladım
sözlerden kaçarken
kesif sessizlikte
kulaklarımda çınladı 
"yalnızlık" belirdi ardında
sıraladım tüm anıları
yalnızlık, yalınlaşmaktı oysa 
kaçtığın benliğinde
kendini bulabildin mi?


dinle o fısıltıyı
herkesin vardır bir hikayesi 
anlatacak kimsen yoksa 
aynalarla bakışırsın 
kör kuyulara düşer feleğin nazarı
sözlerden, söz seçip maharetle 
işlenir kara tahtaya
ki mahir ellerinde şekillenir 
kasvetli yazgılar
yarıklarından sızar vicdana

kaçınılması mümkün olmayan
satır aralarında bulunmayı bekler
ayağını sürgüne basarsın
karşında parıldar memleket
böyle karanlık çöktü mü hele
ışıkları iyiden iyiye efsunlanır
çağırır kendine geceler


şehrin ışıkları bir yanar bir söner
aklın sınırlarında gezinir
asrın sırrı mühürlü dudaklarda
boyanır durur tazeliğini
oysa köhneliğinde duyulur
yarım kalmış sevinçlerin
tok ve anlamsız eksikliği  
anıları, acılar depreştirir bir anda
kalıverir muhakemenin ortasında
pişmanlığın sağır edici yankısı
kandırır mı yanılmaz bilinci
çelikten irade, savrulur rüzgarda
izleri, şuura değin ardında


başlangıcı çürümenin 
ilk anda çatışır kendisiyle 
hasretle bakışmalar gelir de
çöker o tozlu nine sandukasına
sorsan iptidai bir yanılgı
açsa Pandora’nın kulakları çınlayacak
ve dillendirse meramını
melodiyi bakışlarında 
sözleri dokunuşlarında arayacak 
sahi kaybolanı 
ne zaman arar insan 
kaybolduğunu anlamadan
oysa kaybedense insan
hakikati elbet kavrayacak. 


zaman ve peşi sıra sürüklenen
o derin uğultu 
ıssız kavrayışla kuşanmış
aciz ben tortusu
düşünceleri iklimler arasında seyyah 
temelsiz çırpınışları kulağımda
tek bir çınlama ve sonrası muğlak
varlığı sayrılar deryasında
ilkel bir avcı gibi, tedirgin
bakışlarında sayılı zaman, 
bir o yana bir bu yana kaçırır 


oysa uzatsa elini bir başka zamana 
bir başka kendine uzanacak
tutsa o sözleri sıkıca
ruhunu, etinden ve kemiğinden sıyıracak
ve dinlese sesini
ilenmiş ruhların 
bahşedilmiş bu özgürlüğe
dokunulmamış yarınlar biçecek

çünkü dağların yamacında kesişir
zamanla, aşkınlığın yoğun hazzı
ırmaklar doğar bakışlarından
tende ölüm belirir 
yürekte fırtına


ki gün gelir bastığın yorgun toprak
çekilir parmakların arasından
ışıkları söner perde perde
gün gelir anı olur, sıyrılır sırtından
acılarla döşeli fani yol
zamana bedeldir çünkü
kimi anlar
öylece dikilir karşında


                                                          çünkü sessizliğin de sesi vardır
kanatlanır uzak iklimlerde
ki yüce bir davettir söylenir 
dillerden dillere bir yol
kadim bir yakarış 


rüzgarlara teslim ettiğin
eski çağın hazinesi
elbet alevlenir
ihtiyar deniz
o saadet günlerini anımsar
ufku delen bakışları
kim bilir, nerededir?

Dinlemek için:

1 Ekim 2017 Pazar

Konuşmalar - 1



Tükenen bir ömre kapı açtın mı sen de benim gibi. Ya da sayfaları sararmış eski bir kitaptan antik gözyaşlarını süzdün mü? İnce ince elenmiş kederler bağlamış yüzler. Çizgileri zamanın şeritleri gibi şekillenmiş. Karar almakta zorlanır mısın bilmem ama aldığım kararların, diğer tüm olasılıkları zamanın çöplüğüne attığını bile bile karar vermeyi denemek, insanı yıpratıyor. Sahi nasıl dayanıyor bunca insan. Nasıl hiç gece olmamış gibi, açıyorlar perdelerini güne. Bu boşvermişliğin ve kaygısızlığın verdiği derin sızıyı anlatamıyorum. İnsan acılarda buluyor kendini ve yalnızlıkta isim veriyor hatalarına. Çünkü seni sen sen yapan hatalarındır. Hatalardan kaçarız ama yolumuzu onlar çizer.


19 Eylül 2017 Salı

Farabi'den Tıbbın Yedi Esası



1- İnsanın bütün organlarını,
2- Sağlığın çeşitlerini,
3- Hastalığın çeşitlerini ve bunlara ait araçları, görüntülerini ve giderilmesini,
4- Sağlığın ve hastalığın çeşitlerini, araçları, sebeplerini, bunlara işaret eden veya bir hastalığı diğerinden ayıran delilleri veyahut o hastalığın görünmeyen organlardan hangisinde bulunduğunu tespit eden delilleri ve o delilin hangi bedenlerde kullanılabileceğinin bulunması,
5- Basit ve bileşik ilaçları; tıp aletlerini ve bu aletlerin nasıl kullanılacağı,
6- Uygulanan her fiilin kanunlarını ve
o kanunların hangi beden ve organlarda tatbik edileceğinin bilinmesi,
7- Yine o kanunlar bilinmelidir ki, hasta beden ve organ eski sağlığını kazanabilsin. Doğrusunu Allah bilir. "Tababet (doktorluk), gerçeğe ve vakıaya uygun ve sağlam esaslara dayanan bir sanattır ki, bununla insanın tüm bedeninin ve tek tek bütün organlarının sağlığı elde edilir." 

Kitabü'l Mağnu fi Edviyetü'l-Müfrede (Çeşitli ilaçlar hakkında zengin kitap)


14 Eylül 2017 Perşembe

Evrensel Düşünmek



Dünya'daki değişimi merakla takip ediyorsanız eğer gelişimin, sınırları ve tüm bilinen yapıları değiştirdiğini görürsünüz. Bilinen tüm siyasi, sosyal, ekonomik ve dini fikirler, değişen dünyaya göre kendini değiştirmeye mecbur durumda. 20 Yy'ın soğuk savaş dönemi kuralları yerini, yeni bilinç çağının kurallarına bırakıyor. 2. Sanayi devrimi geliyor dostlar. Organik sınırlara sıkışan insan, yapay zeka ve biyonik beden çalışmalarıyla, yarınına ışık tutuyor. Yazılım ve makineleşmeyi öğrenmeliyiz. Ekonomik gelişim için, siber ekonomi kanallarını keşfetmeliyiz. İnsanoğlu kağıt üzerinden değil sanal sayılar üzerinden var olacak artık. Ne kitaplar ne de para, kağıda işlenecek.  Daha şimdiden Avrupa ülkeleri bu geçiş için yaptırımlara başladı. Ayrıca enerji altyapısı ve alternatif yakıtlar da, gelecekte şartları belirleyecek. Elon Musk gibi yatırımcılar ve Avrupa Konseyinin bu konuda yaptıklarından haberdar olmalıyız. Tesla, NeuraLink gibi firmaların yaptıklarına da değinelim yeri gelmişken. Tesla'nın amacını şöyle açıklıyor Musk; Var olan hidrokarbon enerji kaynaklarının tükenmesi beklemek yerine, yatırımlarımızı alternatif ve sağlıklı enerji kaynaklarına yatırmalıyız. Neuralink ise gelişen yapay zekaya karşı insanların organik sınırlarını aşarak,biyonik bedenler elde etmesini hedefliyor. İşlevini yitiren uzuv ve organların ve hastalıkların tedavisini , ayrıca insan zihnini online bilinç sınırlarını aşmayı hedefliyor.

Evrensel düşünmeliyiz dostlarım. Gezegendışı kolonileşmenin konuşulduğu çağımızda, bölgesel dogmalara sarılmak kıyamettir. İzm'ler idrakimize giydirilen deli gömlekleridir der Cemil Meriç. Dünün kavgasını değil, yarının planını yapmalıyız. Düşlerimizi gerçek kılacak olan da, toprağa gömecek olan da bizleriz.


13 Ağustos 2017 Pazar

Şarkılar Söyle Güzel Çocuk



Şarkılar söyle güzel çocuk
Şarkılar söyle içinden
Sessizliğinin yankısında
Hayat bulsun umutlar

Şarkılar söyle güzel çocuk
Şarkılar söyle doyasıya
Doğa ana sarsın bedenini
Kelebekler uçuşsun bağrında

Şarkılar söyle güzel çocuk
Bulutlar raks etsin semanda
Şarkılar söyle cennetinden
Sürgün giden yolculara

Şarkılar söyle güzel çocuk
Sevda sözleri çalınsın kulağıma
Pespaye bir devinimdir bu
Binbir renkten yalanlarla
Süslenip duranlara

Şarkılar söyle güzel çocuk
Susmak merhem değil acılara
Yurtsuz birer gezginiz şimdi
Uyku haramdır bizden olanlara

Child With Flowers by William-Adolphe Bouguereau (1897)

9 Ağustos 2017 Çarşamba

Organik Cehaletten, Organik Hoşafa...



Gündemde birkaç günden beri TRT(Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu)'nin düzenlediği "Bir Fikrim Var" isimli yarışma Programı var. Çünkü Gıda Mühendisi Kübra Ağca ve Organik Hoşaf projesi, istisnasız herkes tarafından konuşuluyor. Sözcü yazarı Soner Yalçın da, yapılan bazı eleştirilere cevaben köşesinde şunları söylemiş;
Adı Kübra Ağca.
TRT'de düzenlenen “Bir Fikrin mi Var” isimli yarışmada “organik hoşaf” projesiyle finale kalması sosyal medyada infial yarattı!
Genç Kübra'nın hoşaf üretim projesi, pastörize etmeden raf ömrünü uzatmaktı.
Eğer…
Kübra Ağca, katkı maddesiz raf ömrü uzun doğal bir içecek buldu ise, bu büyük buluştur. Diğer yarışmacıların hakkını yemek istemem ama yapım şirketinin açıklaması doğru ise Kübra'nın hakkı birinciliktir.

Soner Yalçın ayrıca, eleştirileri yapan insanları da, gericilikle ve Gardrop Muhalefeti yapmakla suçladı ayrıca yazısında örnek alınması için Fransa Peynir Hareketini işaret etti. Soner Yalçın'a öncelikle yazısında ki olumlu yönleriyle yanıt vermek lazım. Hormonlu ve katkı maddeli yiyeceklerin, kalp ve damar rahatsızlığı ve kanser gibi birçok hastalığa sebep olduğu hepimizin malumu. Bu konuda verdiği örnekler de gayet yerinde. Ayrıca projenin katkı maddeleri olmadan doğal raf ömrünün yükseltilmesi odaklı yönü de takdire şayan. Lakin Soner Yalçın'a ve yarışma sorumlularına sormak lazım. Yıllardır Tübitak denilen sözde bilim kurumunun kabul etmediği projelerin, Amerika ve Avrupa'da el üzerinde tutulduklarına şahit oluyoruz. Eğer burada amaç gelişimse, o projeler neden kabul görmedi? Ayrıca ilgili kurum formatın, bilim değil girişimcilik odaklı olduğunu belirtti açıklamasında. Bilim ile girişimciliğin farkını da açıklasalarmış keşke. Dünya silikon vadisindeki genç bilim insanlarının  buluşları ile evriliyor artık. Girişimcilik bilimin ticari ayağı ise, bilim ile ticaretin farkı nedir? Amerika eğitim sistemi çökmesine rağmen, sırf maddi ve manevi yatırımlarla, bilim ve ekonomisini büyütüyor. Bilimsel gelişmeleri takip etmeden, neyin girişimini yapacaksınız? Bilim ve akıl olmadan, girişimcilik mi olur? O projeyi ortaya çıkaran kişi de bir bilim insanı değil midir? Seçici Jüri hangi kıstaslara göre orada ve seçim yapıyor? Papaz Eriğini, imam eriğine çeviren aleti seçen jüriden farkı nedir? Ayrıca diyanet işlerine ve kendilerine(TRT) verilen onca paranın kaç lirası girişimci bir icraatte kullanıldı? Burada asıl nokta Hoşaf değil, boş laftır. Soner Yalçın Gardrop Muhalefetini de bundan ötürü dillendirdi sanırım. İnsanların giyimine ya da kişisel seçimlerine eleştiri olmaz zaten bu hakarettir. Ama yıllardır gencecik insanların hakkı yenirken ve beyin göçü artık norm haline gelmişken, böylesine tepki gösterilmesini yadırgamamak gerekir. Ayrıca konuyu yine maneviyata getirip, asıl görülmesi gerekenin üstüne örtmeyin. Ortada haksızlık ve usul hatası varsa, bunu dillendirin. Gardrop edebiyatı yapmakla suçlarken, mağdur edebiyatını da bırakın. Mini etekli kadının yediği tekme için de bunu söyleyebiliyorsanız, konuşun.
Celal Şengör Hoca Genç Bakış'ta şu cümleyi kurmuştu; Ya bilimi adam gibi öğreneceksin ya da bilimden gelen adama saygı göstereceksin." Soruyorum sözüm ona ilerici size, Bilimin böylesine pespaye hale getirildiği ve bilim insanlarının çarmığa gerildiği bir ülkede, siz Fransız Peynir hareketinden önce başka olaylara da değinin. Mesela çok uzağa da gitmeyin, Fransız Aydınlanma hareketi gibi. Bilimi çer çöp yapın ve ardından yaşanan onca skandala tepki verilince, kıvrak kelime oyunlarıyla aşağılayın. Bilim değil girişimcilik yarışması denmesi bile ironikken, hala bu formatın çıkardığı şeyi aklama çabanız rezalet. Ortada bir icat varsa bunu bilim kurulu incelemeli ve patentlemelidir. Avrupa'da da diğer ülkelerde de bu iş böyle yapılır. Bir icat yapıldı mı, başvurulur. Patent alınır ve ödenek için başvurulur. Ödenek alınırsa, bu proje zamanla seri üretime başlar. Lakin orta oyunu gibi dönen ve bilim dair her kavramın içinin boşaltıldığı bu günlerde, böylesine bir meddah oyununun da bilincinde olunması gerekir. Eğer sen televizyonda magazin programı formatında girişimcilik zırvalığı yaparsan; Dünya uzaya çıkarken sen, hoşafını içer, eriğini yer öylece seyredersin. 

6 Ağustos 2017 Pazar

Perçem Sokak


kanlı bir direniş gibi
kan revan içindeydi
zihnimin sokakları 
her ayak sesin
yaşamak oldu
kabuk bağladı
ruhumun noksanları
bir bakışın yetti
ruhumda ki
buzları eritmeye
içten bir gülüş
sarmaladı asırlık
köhneleşmiş bedenimi
savurdun her telini
cennetinin
bedevi yalnızlığımda
sonsuza kanat
çırpmak gibiydi
kaybolmak bakışlarında
buğulanan gözlerimde
damla damla süzülen
sevdasın şimdi
yüreğimi savurma karanlığa
sevda yuvasız bir kuşmuş
aç kollarını göğe küsmesin
insan sevdiği kadar
var olurmuş hayatta
hatırladıkça sevmeyi
yaşamayı öğrensin


Street of the Old Town — Oil Painting On Canvas By Leonid Afremov 

1 Ağustos 2017 Salı

Derviş Hikayeleri - 2



I

Dervişe bir gün sormuşlar: "Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?"
Size farkı gösteriyim deyip, önce sevgiyi dilden kalbine indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi sofrada yerlerini almışlar. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.
Derviş şöyle bir şart koymuş: "Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz."
Kabul edip çorbalarını içmeyi denemişler; fakat kaşıklar uzun geldiğinden sıcak çorbayı döküp saçmaktan hem kendilerini yakmışlar hem de ağızlarına bir damla bile çorba götürememişler. En sonunda bakmışlar olacak gibi değil, sofradan aç kalkmışlar.
Daha sonra derviş, bu defa sevgiyi gerçekten bilenleri yemeğe çağırmış. Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen insanlar gelmiş, sofraya oturmuş. Onlara da aynı şartı dile getirmiş.
Her biri uzun kaşığını çorbaya daldırmış, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak çorbalarını içmişler. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve sofradan afiyetle şükrederek kalkmışlar.
Derviş sevgiyi gerçekten yaşayanların farkını soranlara: "İşte! kim hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır ve kim kardeşini düşünür de onu doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şunu da unutmayın. hayat pazarında her zaman alan değil veren kazançlıdır." diye anlatıp, tevazuyla gülümsemiş.


II

Bir derviş öğrencileri ile gezinirken nehir kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Öğrencilerine dönüp: “İnsanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sormuş.
Öğrencilerden biri: “Çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince derviş: “Ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız?” diye tekrar sormuş.
Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış: “İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.”
“Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, Çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.”
Daha sonra derviş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş: “Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz.”

III

Dervişe bir gün sormuşlar: "İnsanlar neden kötü alışkanlıkları daha kolay edindikleri halde, iyi alışanlıkları daha zor edinirler ve neden iyi alışkanlıklarını uzun süre muhafaza edemezler?"
Derviş bir süre düşünüp: "peki ben size şöyle bir soru sorayım; eğer iyi tohumu güneşte bırakırsak ve kötü, çürümüş tohumu toprağa gömersek ne olur sizce?" demiş.
"iyi tohum kuruyacak güneşte, kötü tohum ise hastalıklı filizler verecek ve sağlıklı bir meyve oluşmayacak." diye cevaplamış soranlar.
bunun üzerine derviş devam etmiş sözüne: "insanlar da bu şekilde davranır. iyilikleri ruhlarında saklayıp filizlerini büyütmektense açığa çıkarıp kayıp ediyorlar. diğer yandan da günahlarını ve kötü taraflarını başkalarından saklamak için en derinlerinde gizliyorlar. onlar da orada büyüyüp insanı kalbinden yok ediyorlar."


Fausto Zonaro - Haykıran Rufai Dervişleri (1910)