Ara
Güler’in Objektifinden Oğuz Atay
(12 Ekim 1934 İnebolu - 13 Aralık 1977
İstanbul)
Oğuz
Atay, edebiyatımızın öksüz ama köklü, duygusal ama aynı zamanda isyankâr
evladı. Yazmak için yazan, yazdıkça yazan, yazdıkça coşan, ama yakıp yıkmayan
hatta yeni baştan yaratan yazar.
Özellikle Tutunamayanlar romanında, modern şehir
yaşamın içinde bireyin maruz kaldığı yalnızlığı, toplumdan kopuşları ve toplumsal
ahlâka, kalıplaşmış düşüncelere yabancılaşan, tutunamayan bireylerin iç
dünyasını anlatmıştır. Eserlerinde Üst Kurmacanın önemli yer kaplaması ve
düş ile gerçeğin yer yer birbirine karışmasından dolayı, edebi çevreler onu post modern
olarak nitelendirmiş, aynı zamanda bu akımın edebiyatımızdaki bayraktarı olarak
görmüşlerdir.
Yapıtlarında
eleştirilerini mizah aracılığıyla yapmıştır. Mizahı da öylesine korkunç ve
vurucu bir ahenkle kullanmıştır ki, üslubu dönemini aşıp, zamansız bir hale
gelmiştir.
İlk eseri Tutunamayanlar, eleştirmen Berna Moran tarafından,
"hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı" olarak
nitelendirilmiştir. Moran'a göre Tutunamayanlar'daki edebi
yetkinlik, Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona
çok şey kazandırmıştır.
İLK YILLARI
Oğuz Atay (1935)
Oğuz Atay,
takvimler 12 Ekim 1934 tarihini gösterirken Kastamonu ilinin İnebolu ilçesinde
dünyaya gelmiştir. Babası ünlü bir hukukçu olan Cemil Atay’dır. 6. 7. dönem
Sinop'ta ve 8. dönemde Kastamonu'da Cumhuriyet Halk Partisi sıralarında
milletvekilliği görevini üstlenmiştir. Aynı zamanda, Kastamonu Ağır Ceza
azalığı, Ankara Milli Korunma yargıçlığı görevlerini yürütmüştür. Annesi ise
İlkokul öğretmenliği yapmakta olan Muazzez Atay Hanım'dır.
Bu noktada bir soluklanıp, Atay Çiftini yakından tanıyalım.
Cemil Atay, Cumhuriyet'in ilk kuşak aydınının özelliklerini taşır: Misyonundan emin, şaşmaz
adımlarla yolunda ilerleyen, öğreten, eğiten, yol gösteren biri. Son derece
ahlâklı, kuralcı bir devlet adamıdır. Aynı zamanda çok ünlü bir hukukçudur.
Oğuz Atay'ın çocukluk ve ilk gençlik dönemlerinde annesi ilkokul
öğretmeni Muazzez Atay kadar etkili olmasa da, hayatının önemli kararlarını
babası yüzünden ertelediği bilinir. Lise yıllarında resim ve tiyatroya
duyduğu ilgiye ve resim öğretmeninin onu sanat akademisine yönlendirme çabasına
rağmen, babası onu doktorluk veya mühendisliği yönelmesi gerektiği konusunda
katı bir şekilde uyarır mesela. Sanat akademisini seçerse aç kalırdı zira.
Muazzez Hanım da oldukça erken bir yaşta ve hayli yaş farkına karşın, 1933
yılında Cemil Bey'le evlenen modern bir Cumhuriyet kadınıdır. Gerek giyim
kuşamıyla gerekse de edebiyat ve sanata olan ilgisiyle çevresinde örnek bir
kadındır. Oğuz Atay'ın okuma yazmayla birlikte, dil konusundaki hassasiyetini
de annesinden aldığını söyleyebiliriz. Sadece dil hassasiyeti değil “duygularının romantik bölümünü” de annesinden tevarüs ettiğini söyler. Korkuyu Beklerken kitabındaki
“Babama Mektup” isimli öyküsünden ilgili kısımda.
“Çünkü ben
babacığım, biraz da duygularımın ‘romantik’ bölümünü, sen kızacaksın ama
annemden tevarüs ettim.”
Tutunamayanlar'ın Selim'i ise “annem bana hayrandır,” der. Hatta bu
hayranlık öyle ileri bir boyuttadır ki, yıllar sonra yakın arkadaşı Uğur Ünel şöyle aktarır annesinin oğlu hakkındaki kanaatini:
“Oğuz o kadar
iyi ve dürüst bir insandır ki, eğer bir nedenden ötürü biriyle arası açılmışsa,
kesinlikle bilirim ki Oğuz haklıdır.”
Atay çiftinin Oğuz Atay dışında Okşan Ögel adlı bir kız çocukları vardır.
Oğuz Atay her ilk çocuk gibi eve getirildiğinde kardeşini kıskanmış ve
istememiştir.
“Doğduğum
zaman beni çok kıskandığını söylerler. Bana bohça dermiş, bakmış ki evden
gitmiyorum ‘Alın bu bohçayı buradan, götürün artık, hâlâ niye burada duruyor,'" demiş.
Oğuz Atay, kıskançlığını açıkça belirtmekten de çekinmeyecektir.
İlkokulda
öğretmen “Kardeşini kıskanan var mı?” diye sorduğunda bir tek o parmak
kaldıracaktı.
Küçük yaşlardan itibaren annesi Muazzez Hanımın tesiri ile
kurmaca eserlere ilgi göstermiştir. Okul öncesi yılları İnebolu ve
Kastamonu'da geçer Atay'ın.
OKUL YILLARI
Atay ailesi, baba Cemil Atay'ın 1939 yılında başlayan
6. dönem milletvekilliğine seçilmesiyle birlikte Ankara'ya taşınır. 1940
yılında ise, evlerinin yakınındaki Devrim İlkokulu'nda öğrenim hayatına adım
atar. Annesi öğretmen Muazzez Hanım'ın sıkı dil eğitiminden
geçen küçük Oğuz, daha ilkokula başlamadan okuma yazmayı öğrenmiştir bile. Bu
nedenle de ilkokula ikinci sınıftan başlar. İlkokul sıralarında da
içine kapanık, kendini kitapların dünyasına kaptırmış bir görünüm sergiler.
Arkadaşlarıyla iletişim kurmakta zorlanır. İleride içerisinde Anka kuşu gibi
küllerinden doğacağı yeni Oğuz’un temelleri de burada
atılır.
Ortaokul yıllarında ise yavaş yavaş dünya edebiyatından yazarlarla tanışmaya başlar, öğrendiklerini aktarmak için bir arkadaşıyla okulda duvar gazetesi çıkarmaya çalışır. Aynı dönemde Milli Eğitim Bakanlığı Batı klasikleri çeviri serisinden çıkan kitapları arka arkaya okumaktadır. Oscar Wilde’dan, Maurice Leblanc’a, Gorki’den Cronin’e ve Pitigrilli’den Stendhal’e, Laclos, Eliot, Melville ve Henry James’e değin uzanan geniş bir okuma yelpazesidir bu ve edebiyat, kitapların dünyasını tanımaya başladığından bu yana Oğuz Atay’ın en güçlü yaşam tutamağı olur. Bir başka tutamak olan Dostoyevski ise hayatı boyunca kopmadığı güçlü bir dayanaktır onun için. Tutunamayanlar romanı hakkında verdiği bir röportajda da sevdiği yazarların başına Kafka ve Dostoyevski’yi yerleştirir.
TED Ankara Koleji'ni 1951 yılında bitirir. Lisede de çalışkan bir öğrencidir. Öyle ki son sınıfta
karnesinde 9 ve 10 dışında not yoktur. Teyp
kaydı yapar gibi, olağanüstü bir zekâ potansiyeli olan Oğuz Atay'ın, aynı
liseden arkadaşları, onun okul başlarında bir iki ay çanta taşıdığını, sonraki
aylarda ise kemerine sıkıştırdığı küçük bir not defteriyle okula geldiğini
hatırlarlar. Yakın arkadaşı Vüsat O. Bener onun zekâsına öyle bir vurgu yapar
ki, bir Oğuz Atay'ı anma toplantısında yaptığı konuşmada, arka arkaya kurduğu
üç cümlede de “zeki bir adam” ifadesini kullanır.
Oğuz Atay (1952-53)
Atay'ın zeki
ama içe kapanık dünyası çevresi tarafından yadırgansa da, o kendisi gibi
çalışkanlar kastının tamamen dışında kalan, genelde başkentin iyi eğitim görmüş
kalburüstü aile çocuklarının devam ettiği TED Ankara Koleji'nde, caz müziğine
meraklı, ciddi plak koleksiyonları yapan, iyi giyinen, sporla uğraşan, kızların
ilgilerini üzerlerinde toplayan ve okulun haylaz tabir edilen kategorisine
giren öğrencileriyle ilişki kurmaya çalışır lise yıllarında. Onların da
dünyasını tanıyıp dâhil olmayı dener. Derslerine yardım edip sınıfı geçmelerini
sağlar. Fakat aralarında hep bir yabancılık hisseder. Bu davranışları
dışlanmasının önünü alamaz. Ve erkeklik meselesinde hep arkadaşlarının yanında
güç durumda kalır.
Lise son
sınıfta edebiyatın yanı sıra tiyatroya da ilgi duyar. Aynı yıl okulun temsil
kolu başkanıdır. Ve okulun veda müsameresinde sahnelenen Shakespeare'in “Hırçın
Kız” isimli oyununda, Katharina'yı sabırla yola getiren Petruchio rolünü
başarıyla oynar.
Bir diğer
tutkusu olan resim, yine lise sıralarında ilgi duyduğu bir alandır. Resim
öğretmeni onun çizimleri beğenmekte, resme yönelmesi konusunda tavsiyelerde
bulunmaktadır. Hatta bir süre sonra Oğuz'a ailesiyle bu konuyu konuşmasını
önerir. Fakat Cemil Bey, roman,
hikâye gibi şeylerle uğraşılmasını beğenmiyordu ve tasvip etmiyordu. Ona göre bunlarla
iştigal etmek amiyane tabirle gereksizdi. Cemil Bey oğlunun
geleceği hakkında kararını çoktan vermişti.
Böyle boş işlerle uğraşmamasını salık
verir. Atay, öğretmenine babasının bu konudaki tavrını söylediğinde, “Babana
söyle, sana köşe başında, işlek bir yerde bir bakkal dükkânı açsın o zaman. İyi
para kazanırsın” diyerek hayal kırıklığını ifade eder. Oğuz Atay, üniversite öncesi dönemini kapsayan okul hayatı
boyunca, okul notları 10'luk puan sistemine göre, 9’un pek altına düşmez. Hemen
hemen her dönem iftihar listesine geçer, hatta lise diplomasını da 9,61 not
ortalamasıyla alır. Bundan dolayı da mühendisliği seçmek durumunda kalır.
Lise Yıllığından
1950'li
yıllar sadece Atay ailesi için değil, tüm Türkiye için büyük bir değişimdir.
Büyük bir oy farkıyla iktidara gelen Demokrat Parti, birçok CHP'liyi de
TBMM'deki koltuğundan etmiştir. Baba Cemil Atay da bunlardan biridir. Aynı yıl
oğlu Oğuz, İstanbul'da Teknik Üniversiteyi kazandığı için Ankara hayatına veda
edip İstanbul'a yerleşirler.
Teknik Üniversiteye ve mühendisliğe daha başından itibaren ilgisizdir. Sevmediği bir meslek dalında eğitim görüyor olması, derslerde hep en arka
sıraları tercih etmesine neden olur. Bu irade dışı mesleki yönelim ileride
kaleme aldığı eserlerine de yansımıştır. Aynı okulda, onun gibi arka sıraların
müdavimi olan birkaç arkadaşı daha vardır. Onun gibi zeki, duyarlı, art
niyetsiz, espri yeteneği olan genç insanlardır bunlar. Mizah yelpazesi, buluş
değeri yüksek doğaçlama esprilerden, yeni türetilmiş sözcüklerle yapılan dil
oyunlarına kadar karşılıklı atışmalara, fıkra anlatımlarına dalarak anlatılan
konudan ve dersten kopuk bir görünüm sergilerler sınıfta. Ancak bir an için
onun haylazlık yaptığını ve dersi dinlemediğini düşünen hocası, Oğuz Atay'dan
anlatılan konuyu tekrar etmesini istediğinde, hiç tereddütsüz bütünlüklü bir
biçimde tekrarlayarak konuya hâkim olduğunu da kanıtlar.
Sınıf ve
kantin şakalarının dışında, sosyal etkinlikler de düzenlemeye çalışırlar
arkadaşlarıyla. Fakat bu etkinliklerde nedense karşı cinsten kimse bulunmaz.
Hatta bir gün parti vermek istediklerinde, karşı cinsten katılımcı bulmak ana
sorun olarak çıkar karşılarına. Her türlü hazırlığa ve tüm çabalara rağmen
partiye katılan on kişiden hiçbiri partner bulamaz. Ve her zaman olduğu gibi
bir erkek eğlencesine dönüşür partileri. Diğer yandan üniversite hayatı boyunca
sözünü ettiği bir kız arkadaşı da yoktur Oğuz Atay'ın.
Aynı
yıllarda sosyal konulara da ilgi duymaya başlar. Marksizm’le tanışır. Marks'ın,
Hegel'in, Lenin'in kitaplarını okur. Sonraki yıllarda birlikte gazetecilik
maceralarına da atılacağı sınıf arkadaşı Turhan Tükel'in büyük etkisi vardır
onun bu yönelimde. Bir diğer sınıf arkadaşı olan Uğur Ünel, şöyle aktarır
üzerlerindeki Turhan Tükel etkisini:
“Tükel ve çevresi sanki aşama yapmış,
örgütlü davranabilen kişiler görünümündeydiler. O, kuralları koymuş, bizim de
bunlara uymamızı istiyordu.”
Tükel'in koymuş olduğu ve uyulmasını istediği kurallar arasında, âşık olmamak ve evlenmemek de vardır ve burjuva yaşam biçiminin ideolojik sınırlarını çizdiği için, bu edimleri küçümsemektedir.
“Atay’ın solcu çevre ile olan yakın birlikteliği, askere gittiği tarih olan 1957 yılının Aralık ayına değin kesintisiz sürecektir.”
İLK
EDEBİ DENEYİMLERİ
İkinci Ankara döneminde ise kendisinden daha önce edebiyatın
tozuna bulanmış bir arkadaş grubunun içinde bulur kendini. Asker arkadaşı Cevat
Çapan, Vüsat O. Bener'le tanıştırır onu. Ve böylece, Vüsat Bener’in
aracılığıyla edebiyat dünyasına adım atmış olur. Ankara'da bulunduğu süre
boyunca sık sık Vüsat O. Bener'in evine gider, onunla uzun uzun sohbetlere
girişir, ruhsal dünyasını ortaya koyar; sıkıntılarını paylaşır. Daha sonra
yazacağı ilk romanı Tutunamayanlar'ın ilk okuyucusu da Vüsat Bener
olur böylece.
Ankara'da bulunduğu kısa sürede kendisine geniş bir çevre edinen Yedek
Subay Oğuz Atay, bu sayede dönemin etkili dergilerinden Sosyalist/Marksist
eğilimli Pazar Postasının grubuna da dâhil olur. Bu yıllarda ilk
imzasız yazıları yayınlanır. Genellikle Batı'da yayımlanmış Sosyalist
içerikli makaleleri, çevirerek yayınlar ve işçi ilgili konuları başlığa taşır.
50 kuşağı olarak da adlandırabileceğimiz başta Yavuz
Abadan ve Doğan Avcıoğlu olmak üzere, Turgut Uyar, İlhan Berk, Cemal Süreya,
Orhan Duru, Ceyhun Atuf Kansu, Fethi Naci, Muzaffer Erdost, Ülkü Tamer, Ece
Ayhan, Güner Sümer, Korkut Boratav, Yılmaz Güney, Can Yücel, Tarık Dursun,
Fikret Hakan, Asım Bezirci, Attila İlhan ve Ahmet Oktay'dan oluşan çok geniş
bir yazar yelpazesi vardır Pazar Postası'na omuz veren. Pazar
Postasının oluşmasında katkısı bulunan bu grubun kökleri ise 1955'lerde
çıkan edebiyat dergisi Mavi'ye dayanıyordur.
Ankara'da karşılaştığı sol kesimde gördüğü bu
dinamizm, Oğuz Atay'da coşku dolu umutların oluşmasına yol açar. Büyük bir
inanç, coşku ve içtenlikle sarılır Marksist ideolojiye, ancak bu tutumuna
rağmen, insanın kişilik sorunsalı Oğuz Atay'ı yaşamının her döneminde
ilgilendirir. Ve belki de aynı tutumla, Tutunamayanlar'ın Selim'ine
de, “Kendini çözemeyen kişi, kendi dışında hiçbir sorunu çözemez,”
cümlesini kurdurur.
1959 yılının
Mayıs ayı sonunda askerlik görevini bitirip İstanbul'a dönen genç mühendis Oğuz
Atay, zaman geçirmeden iş aramaya da başlar. Başvurusunun kabul edildiği
Denizcilik Bankası TAO İstanbul Şehir Hatları İşletmesi Müdürlüğü'nde aynı yıl
işe başlar ve kontrol elemanı olarak eski
Karaköy vapur iskelesinin yapımında görev alır. O yıllarda çekilmiş
fotoğraflarında, masasının başında ışıl ışıl, objektiflere güvenle bakan ve
ülkesine hizmet aşkı içinde enerjik bir mühendis görüntüsünü çizer.
(1959)
Daha sonra bu görevinden istifa eder ve İstanbul Devlet Mühendislik ve
Mimarlık Akademisi (İDMMA - Şimdiki Yıldız Teknik Üniversitesi) Harita
Kadastro Bölümü Ölçme Bilgisi kürsüsünde öğretim görevlisi olur.
Tabii tek uğraşı mühendislik değildir yine Oğuz Atay'ın. Ankara'da solcu
kimliğiyle dikkat çektiği için, İstanbul'daki solcu arkadaşlarıyla da ortak bir
uğraşı içine girerek yine dergicilik macerasına atılır. Aynı dönemde
beklenmedik bir gelişme olarak, Cemil Sait Barlas da, Pazar Postasını
İstanbul'a taşır. İstanbul'da yayımlanan ilk sayısından itibaren Atay, aktif
bir şekilde derginin yazı işlerinde yer alır. Bu nedenle de Pazar Postasının
İstanbul'da çıkan sayıları Oğuz Atay'ın izleriyle doludur. Tabii bu yoğun bir
dönemdir onun için. Bir yandan Denizcilik Bankası'nın kontrol mühendisliği işi,
diğer yandan ise gece geç saatlere kadar, kimi kez sabahlara değin süren dergi işleri
onun tüm enerjisini tüketmektedir.
Fakat Pazar Postasının İstanbul'daki yayım
macerası ekonomik sorunlardan ötürü, altı ay kadar kısa bir sürede noktalanır;
hemen akabinde ise başka bir dergi tartışmasının içinde bulur kendini. Hiçbir zaman basılı bir dergiye dönüşemeyecek bu yeni derginin
organizasyonunu Turhan Tükel ve Oğuz Atay üstlenmiş görünmektedir. 1960'ların
başında siyasal bunalımın eşiğindeki ülkede, öte yandan aydınlar da daha fazla
sorumluluk üstlenmek ister bir görünüm sergilemektedir. Solcu kesimden yaklaşık
kırk kişi bir araya gelir tasarlanan ismiyle “Olaylar” dergisinin
tartışmalarında. Oldu olacak derken, çeşitli nedenlerle derginin yayım tarihi
uzar. Başta ekonomik sorunları aşmak, dergiyi finanse etmek için aktif
katılımcılardan kişi başına 500 lira katkı payı talep edilir. Döneme göre büyük
bir meblağ olmasına rağmen katılımlar iyi gitmektedir; hatta Cağaloğlu'nda bir
büro bile tutulmuştur dergi için. Daha sonra Kıbrıslı bir finansörün de işin
içine girmesi ve SEKA'dan kâğıt bile temin edilmesine rağmen, bir türlü
derginin ideolojik tutumu konusunda bir sonuca varılamaz. Nüans farklarıyla
tartışmalar uzar gider. Bir arada derginin polis tarafından gözetlendiği
söylentileri bile alır başını yürür. Sonuç olarak dergi çıkamaz.
Bu dönem büyük bir hayal kırıklığıdır aslında Oğuz Atay için. Sol kimlikli
Türkiye aydınına duyduğu güven derin bir yara almış, toplumsal mücadelenin
sürdürülebilirliğine dair kuşku tohumları ekilmiştir içine. Ve artık evlilik
fikri de olgunlaşmaya başlamıştır.
Teknik Üniversite
son sınıftayken tanıştırıldığı Fikrîye Fatma Gürbüz'le uzun bir aradan sonra
tekrar görüşmeye başlar. Fikrîye aynı zamanda Uğur Ünel'in de arkadaşıdır.
Birkaç buluşmanın ardından Fikriye'yle evlilik kararını olgunlaştırır ve ona
evlilik teklif eder. 2 Haziran 1961'de de Fikriye'yle evlenir. 6 yıl sürecek bu
evliliğin ilk yıllarında kızları Özge dünyaya gelir. Fakat Fikriye'yle olan
evliliği boyunca evlilikten aradığını bulamamış mutsuz bir adam görünümü
sergiler. Bu yüzden kendini dışarıya kapatıp yine kitapların dünyasına
sığınır. Altı yıl boyunca beş bine yakın kitap satın aldığı da bir başka
rivayettir. Fikriye'den ayrılırken de yalnızca kitaplarını alır yanına.
Atay Ailesi
Fikriye'den
ayrıldığı 1967 yılında bir başka başarısız girişim yüzünden de sıkıntıya
düşmüştür. Arkadaşı Uğur Ünel ile kurdukları BETONAR şirketi borçları yüzünden
varlığını sürdüremeyecek durumdadır ve son çare olarak şirket kapatılır.
TUTUNAMAYANLARIN IŞIĞINDA
Tutunamayanlar 1. Ve 2. Cilt( 1971,1972)
Artık bütün birikimlerini aktarmanın dürtüsüyle yanıp kavrulmaktadır.
Fikriye'den ayrıldıktan sonra, arkadaşı Uğur Ünel'in eski eşi Sevin Seydi'yle
farklı bir dönemece girmiştir ve Beyoğlu'nda aynı evi
paylaşmaya karar vermiştir. Sevin Seydi, hem ressamdır hem de Anglosakson edebiyatını çok iyi
bilmektedir. Bu da romanlarını besleme hususunda önemli bir detaydır. Zaten Tutunamayanlar’ı ve Tehlikeli Oyunlar’ı Sevin Seydi’ye ithaf
ederek de bunu gösterir. Ayrıca her iki kitabın kapağını da Seydi yapar.
Tutunamayanlar romanın kahramanları kendi gibi
mühendis olan Turgut Özben ve Selim Işık’tır. Selim Işık'ın intihar ettiğini
öğrenen Turgut Özben, ihmal ettiğini düşündüğü arkadaşının geçmişinin izini
sürmeye ve Selim’in tanıdığı insanlar aracılığıyla onu tanımaya çalışır. Her
insana farklı bir yönünü gösteren Selim’in görüntüsü, Turgut’un bu insanlarla
konuşmasının sonucu okuyucunun ve Turgut’un gözünde netlik kazanacaktır.
Romanda birçok kişi vardır ama her biri aslında Selim’in hayatındaki kişilerdir
ve tüm anlatılanlar Selim Işık’ı aydınlatır.
Selim Işık “düşünen ve sorgulayan insanın" simgesidir ve bu yüzden tutunamamıştır.
Burada birkaç maddeyle Tutunamayanların önemine de
vurgu yapmak gerekir.
Bu eseriyle
Oğuz Atay,
*Toplum
içinde savrulmuş belirli bir ilgi bulamayan insanları eserlerine alır.
*Özellikle
romanlarının içine oyun masal gibi türleri ekleyerek yeni bir roman tarzı
geliştirir.
*Anlatımın
biçimini amaç konuyu araç olarak kullanır.
*Burjuva yaşama ayak uydurmayıp yalnızlaşan bireyi
işler.
*Post-modern anlayışla romanlarını kaleme alır.
*Yoğun psikolojik çözümlemelere yer verir.
*Genel
olarak aydın bireyin sorunlarına eğilir, egemen burjuva zihniyeti karşısında bunalımlarını ve başkaldırısını dile getirir.
Tutunamayanlar "hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı"
olarak nitelendirilmiştir. Moran'a göre Tutunamayanlar'daki edebi
yetkinlik, Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona
çok şey kazandırmıştır.
Roman hangi düşünceye tutunmaya çalışırsa onun anlamsızlığının farkına varan
bir aydının kendisiyle girdiği acımasız savaşı kaybederek, intihara
sürüklenişini anlatmaktadır.
En nihayetinde cesur bir yayıncı bulunur ve kitap iki cilt halinde 1971 yılının aralık ayında ilk kez
yayımlanır. -Daha öncesinde Topoğrafya isimli mesleki bir kitapta yazmıştır.-
Tabii siyasal çalkantıların dorukta olduğu 1970'li yılların
Türkiye'sinde hemen hemen hiç ilgi görmez Oğuz Atay'ın romanı. Uzun yıllar
bekler keşfedilmek için. Aslında büyük bir olaydır edebiyat tarihi açısından Tutunamayanlar romanı. Bu avangart yapıtıyla,
daha önce kapısı aralanmış olan modernizme de ardına kadar açar kapıyı Oğuz
Atay. 1950'li yıllar boyunca dışa kapalı bir görünüm sergileyen Türkçe
edebiyat, köy edebiyatı olarak da isimlendirilen romantizmin ve idealizmin
etkisi altındaki toplum gerçekçi tutumunu sürdürmektedir 70'li yıllarda da.
Bireyi odağına alan bu roman karşısında, tam bir kafa karışıklığı içine
sürüklenir dönemin aydınları. Ama artık ok yaydan çıkmıştır bir kere.
1969-72
arasında Meydan Larousse Lügat ve Ansiklopedisinde son okuyucu olarak çalıştı. Ardından
hiç hız kesmeden ikinci romanı Tehlikeli
Oyunları yazmaya girişir.
Bu
romanda da yine kişinin kendiyle savaşını ve yenmesini, kendini dönüştürmesini
hayati bir sorun olarak algılamaya çağırmıştır. Romanın başkarakteri Hikmet
Benol aracılığıyla, toplumdaki yoğun kargaşanın temelinde yatan gerçekliği
araştırırken, gerçeklerle içtenlikle ilgilenmenin toplumu yönetenlerce
tehlikeli görüldüğünü seziyor ve “oyun oynuyormuş gibi” ilgilenmenin ve
yaşamanın yollarını araştırıyor. Ve hem “tehlikeli” hem de “oyunla" dolu
bir yolda gidebileceği son noktaya kadar ilerliyor. (Tehlikeli Oyunlar – Tanıtım
Bülteni)
Tehlikeli
Oyunlar, biçim ve ele aldığı temalar açısından ‘Tutunamayanlar’ın bir devamı
gibidir. Üstelik Tutunamayanlar’ın
dağınık gelebilecek olay örgüsü yerine, Tehlikeli Oyunlar adlı eserinde daha
derli toplu bir anlatım sergilemeyi başarmıştır.
Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunları
oluştururken birçok kitaptan ve kaynaktan etkilendiği söylenir. Bunların
başında James Joyce’un Ulysses’i ve Vladimir Nabokov’un Solgun Ateş’i gelir. Bu
romanın bir bölümünde Oğuz Atay’ın kullandığı yöntem Nabokov’un romanının
esasını oluşturmaktadır. Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar adlı iki romanında
da ölen birinin ardından yakın bir dostunun yazdığı bir önsözle başlar; üst kurmaca,
oyunlar, şiirler iki romanda da bulunmaktadır.
Öte
yandan duygusal dünyasında da yine büyük alt üst oluşlar yaşamakta olan Oğuz
Atay, Sevin Seydi'yle olan birlikteliğinden de aradığını bulamamıştır. 1974
yılı başlarında sık sık görüşmeye başladığı Pakize Kutlu'yla ikinci evliliğini
gerçekleştirir böylece. Nisan 1974'te gerçekleşen, Beyoğlu Evlendirme
Dairesi'ndeki nikâhta, yakın arkadaşları yalnız bırakmaz onları. Oğuz Atay'ın
tanığı Uğur Ünel, Pakize’ninki ise Ali Poyrazoğlu'dur. Nikâh şekerlerini de
arkadaş grubunun en genç yeni üyesi Engin Ardıç ile Ayhan Aktar tutar.
Burada
SON DEMLER
Takvimler
1975 yılını gösterdiğinde, edebiyatımızda türüne o dönem pek rastlanmayan
biyografik romanı için kolları sıvar. İstanbul Üniversitesinde eğitim görürken,
öğretmenliğini yapan Prof. Dr. Mustafa İnan’ın hayatını ailesinin özel
isteğiyle yazmaya başlar.
Bir
Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan ismiyle yayınlanan eserinde Oğuz Atay'ın
hedefi, şahsına münhasır üslubuyla, bir halk çocuğunun, uluslararası ün sahibi
bir bilim insanı oluşunun zorlu serüvenini toplumsal eleştiri kalıplarını
zorlayarak anlatmaktır.
Bir
başka farklı çalışmayı ise Oyunlarla
Yaşayanlar isimli
tiyatro metniyle ortaya koyar yine 1975 yılında. Tanzimat’tan bu yana sürekli
değişen politik ve toplumsal değerler, hedefler, ölçütler Türk aydınını kronik
bir bunalıma sürükledi. Oğuz Atay’ın tiyatro eseri, varoluş sorunlarıyla
boğuşan ve ‘tutunmaya’ çabalayan ve bunu pek başaramayan okur-yazarımızın kara
güldürüsü. Eylemsizlikle geçmiş bir hayatın doğal ürünü beceriksizlik ve gülünç
olma korkusundan Atay sürükleyici bir oyun çıkarmış.(Tanıtım Bülteninden)
Hayata, olup bitenlere oyun gözüyle bakar Oğuz Atay. Onun için oyun bir
anahtardır. Eserlerinde ki kişilerde hayatla oyunu birbirinden ayırmazlar. Oğuz
Atay için oyun, gündelik hayatın basitliğinden tekdüzeliğinden kaynaklanan
sıkıntıya karşı bir önlem, bir sığınmadır. Yazarın hayattayken oynanmasını çok
istediği “Oyunlarla Yaşayanlar” adlı oyunu, ancak ölümünden sonra
sahnelenebilmiştir devlet tiyatrosunda.
Oyunlarla Yaşayanlar
Korkuyu Beklerken isimli öykü kitabının ilk baskısı da yapılır aynı dönemde. Hikâyelerini
topladığı bu eserinde Oğuz Atay ruhsal çözümlemelere derinlemesine yer
vermiştir.
Korkuyu Beklerken(1975)
Eylem Bilim isimli yarım kalan anlatısından ise 1976 yılının Mart ayından
itibaren bahsetmeye başlar günlüğünde. Aynı yılın Kasım ayı sonlarında başlayan
grip, nezle gibi şikâyetler günler geçtikçe ilerlemeye başlar. Çift görme ve
düzenli kusma nöbetleri ile gelen bayılmalar sonucu hastaneye yatırılır.
Hastanede beyninde iki adet tümör olduğunu öğrenir ve tedavi için Londra’ya
gider. 22 Aralık günü Londra’da Atkinson Morley’s Hospital isimli bir hastanede
tedavi altına alınır. Londra’da yapılan bir dizi ameliyatlar sonucu tümörlerden
sadece biri alınabilir. Oğuz Atay tedavinin ardından Türkiye’ye döer lakin
beynindeki tümör 13 Aralık 1977'ye kadar yaşamasına izin verir. Türkiye'yi sosyolojik, psikolojik ve kültürel anlamda işleceyeceği bilhassa kendi romanlarına ışık tutacağı romanı "Türkiye'nin Ruhu" nu yazamadan 35 yaşına kadar erteleyerek geç kaldığı yazın hayatına 44 yaşında, veda ederek gencecik bir yaşta yarıda bırakır.
Ailesi,
arkadaşları ve okurları 15 Aralık 1977 Perşembe günü Sultanahmet Camii'nde
kılınan öğlen namazından sonra uğurlarlar onu son yolculuğuna…
Ölümünden
sonra 1987 yılında günlüğü yayınlanır. Günlüğe 25 Nisan 1970 gününde yazmaya
başlar. Selim gibi olduğunu söyleyerek başlar ve ‘Canım insanlar! Sonunda, bana
bunu da yaptınız. Diyerek ilk notu noktalar. Başta Oyunlarla Yaşayanlar olmak
üzere bütün eserlerin yaratım süreçlerini, kendi el yazısıyla aktarmasından
ötürü önemli bir kaynaktır.
Günlük(1987)
"Sevgili Oğuz,... Sana kısaca
şunu söylemek istiyordum: "Eylembilim"le bize, tamamlayamamış da
olsan, anlattığın olaylar ve çizdiğin kişilerle, gene de kendi içinde belli bir
bütünlüğü olan unutulmaz bir başyapıt bıraktın. Sahte sağduyuya, yapay
aydınlara, basmakalıp kavramlara, kof duyguluklara "Eylembilim"in
intikam kılıcını korkusuzca çeken Server Gözbudak aracılığıyla, çok dolaylı bir
biçimde ve kendine özgü inceliğinle çekilen acıları da eski ustalar gibi yerli
yerine yerleştirmeyi başardın. Binlerce teşekkür. Gözlerinden öperim."
-Cevat Çapan- (Tanıtım
Bülteninden)
Eylem Bilim, bir devlet üniversitesinde meydana gelen olaylara bir profesörün
yaklaşımlarını konu almaktadır. Ölümünün ardından 40 sayfası bulunmuş ve olduğu
şekli ile 1987 yılında yayınlanmış olan Günlük isimli kitabının sonunda "Eylembilim" bölümü
adı altında yayınlanmıştır. Oğuz Atay'ın ölümünden 11 yıl sonra, kızı Özge
Atay'a isimsiz bir paket içerisinde son çalışmasının 74 sayfasının daha
bulunmasının ardından kitaplaştırılmış ve 1998 yılında "Eylembilim"
adıyla yayınlanmıştır.Eylembilim'de 12 Mart süreci işlenmiştir. Yarım da olsa bu eserinde sol kesime olan eleştirilerini yüksek sesle dile getirmiştir.
Eylembilim(1998)
OĞUZ ATAY VE TUTUNAMAYANLAR ÜZERİNE
SÖYLENENLER
Oğuz
Atay’ın eserlerinde zaman zaman
anlatım bozukluklarına rastlanılır. Özellikle ilk romanı olan Tutunamayanlar’da
özentisiz cümleler bulunmaktadır. Romanlarında iç monologlara önem veren
yazarın kahramanları sık sık kendileri ile konuşur. Romanlarındaki ve hikâyelerinde
ki iç konuşmalar, bilinç akışı, düşler, hayaller, sanrılar ve değişik
söylemlerden oluşan metinler olaylarla birlikte karmaşık bir yapı oluşturur. Bu
roman tekniği eleştirmenler tarafından Post Modern olarak tanımlanmış,
özellikle Berna Moran tarafından edebiyatımızda bir çığır olarak ilan
edilmiştir. Romanlarında karmaşık bir gerçeklik vardır. “Romanın
içinde dağılmış ayrıntı, gözlem ve çağrışımlar, bütüne egemen olan bilinçli bir
kurgunun öğeleridir.”
Yıldız
Ecevit, onun romanının çok katmanlı yapısına bakarken şu değerlendirmeleri
yapar: "Toplum ve aile yaşamı, insan ilişkileri ve kişinin iç dünyası
Atay'ın yapıtlarında bilinçakımı tekniği aracılığıyla gözler önüne serilmiştir.
Gören, eleştiren kişidir Atay'ın aydını; yoz değer yargılarına uyum
sağlayamaz, böyle bir yaşamda tutunamaz. Yazarın yapıtlarındaki topluma yönelik
eleştirinin yoğunluğuna karşın, ana sorunsal bireye yöneliktir, ontolojiktir."3
Oğuz
Atay romanlarında toplumun içinde hep var olan ancak daha önce cesurca
irdelenememiş karakterleri anlatır. Cümlelerine Batılılaşma sürecindeki
bireylerin yaşamları, toplumdan kopuşları ve özellikle iç çelişkiler mükemmel
bir şekilde sindirilmiştir.”
Enis Batur ise Milliyet Gazetesindeki köşesinde 30 Ocak 1984 tarihli
yazısında Oğuz Atay ve eserleri için şunları yazmıştır.
Oğuz Atay'ın çıkışı bile şaşırtıcı
olmuştu: İlk romanı "Tutunamayanlar" nice serüvenden sonra gün
ışığına çıktığında, gerektiğinde iğneli bir dille dört dörtlük
değerlendirmesini yapabildiği o klasik "edebiyat çevrelerimiz",
alışılagelmiş ölçüleriyle yaklaştı ona ve yapıtına: Yazar "aslında"
mühendisti ve "biraz gecikmiş" olarak, 35 yaşında ilk ürününü
verebilmişti, "üstelik bunun devamı da gelmeyebilirdi.
Bu garip "selama kendine göre bir karşılık verdi Oğuz Atay: 1977'de, 43
yaşındayken yüküne dayanamayıp terk ettiği dünyaya, topu topu 7 yıl içinde
yazıp bitirdiği iki romanı, bir öykü kitabını ve bir oyunu, bitiremediği bir
dördüncü romanın ve günlüğünün büyükçe bir bölüğünü bıraktı, kim bilir kaç
güzelim tasarıyı kendisiyle birlikte götürdü.
Oğuz Atay'ın tarihe, topluma ve insana bakışında Kemal Tahir'le bir hayli
ortaklık taşıdığı söylenmiştir. Buna karşılık, edebiyata yaklaşımları,
yapıtlarını kuruş biçimleri açısından pek az ortak noktaları vardır. İlle de
bir yakınlık aramak gerekiyorsa, Oğuz Atay, eskilerden daha çok Halit Ziya'ya,
çağdaşlarından ise bir hayli Leyla Erbil'e yakın bir çizgi geliştirmiştir. Batı
edebiyatıyla ilgili olarak, Dostoyevski'den Joyce'a bir hayli yazarın adı
gündeme getirilmiştir ama belirgin bir etkiden söz etmek güçtür; olsa olsa Joyce
‘la olan yakınlığı ciddiye alınabilir.
Yazı tekniği açısından sınırlı değildi Oğuz Atay'ın repertuvarı:
Romanlarında "mektup" gibi klasikleşmiş ögelerden yararlandığı kadar
'iç monolog' gibi modern anlatım yollarını da kullandığı, üstelik bunları
ustalıkla aynı anlatı gövdesinde uzlaştırdığı görülür. İlk romanı "Tutunamayanlar", bu
açıdan eleştirilebilir belki: Çok sayıda anlatım yolunun denenmesi bütünlüğü
zedelemese bile dağınık bir örgü oluşmasına yol açmıştır. Ama sonradan,
özellikle de öykülerinde son derece ekonomik, anlattıklarıyla tam anlamıyla
örtüşen bir üsluba ulaşmıştı Atay; Ölümünden önce bitirebildiği son öykü olan
"Demiryolu Hikâyecilerinde bu buluşma yetkin bir
boyut kazanmıştı.
Oğuz Atay'ın üslubunu ve kullandığı anlatım yollarını anlattıklarından
soyutlamak elde değildir: Kırgın, yaralı bir ses, yoğun ama gizli bir hüzün
perdesinin önünden kara alaya ulaşır orada. Kişileri de öyledir: Hemen tümünü
"bir yerlerden tanırız" aslında, "bizden biridirler korkutucu
biçimde, ya da bizimle her an dönüşebileceğimiz "insanlık durumlarıdır
sayfaları çevirdikçe karşımıza çıkan. Bu, Mustafa İnan için de, "Beyaz Mantolu Adam"
için de böyledir: Bir uçtan ötekine giderken, yaşadığımız ve
"sandığımız" gerçekler, tıpkı oynadığımız ve bizi oynayan oyunlar
gibi Oğuz Atay'ın yarattığı "Türkiye Ruhu" freskosunun bütününe
yerleşip okuru ürpertirler.
Geleceği Elinden Alınan Adamın
Geçmişi de Elinden Alınacak Diye Korkuyorduk
Enis Batur
“Tutunamayanlar”ın yazarı
önsözlerle, bakış açıları ne olursa olsun “Hayatı ve Eserleri” türünden
bönsözler üreten kalem efendileri ile inceden inceye alay ediyor. Aklıma çağdaş
bir düşünürün, Jacques Derrida’nın, önsözün anlamsızlığını
vurgulamak için önsözler üzerine bir kitabına yazdığı uzun önsöz geliyor: Oğuz
Atay’a gönülden katılıyorum aslında; gene de “Hayatı ve Eserleri” için
birkaç ön ya da son söz, daha doğrusu sondan bir önceki söz yazma gerekliliği
duyuyorum. Bir “hak”sa bu, biraz da şundan doğuyor: Yaşamamış, onun için de
hiçbir şey yazmamış bir(kaç) kişinin “Hayatı ve Eserleri” üzerine yazdım daha
önce, neden Oğuz Atay vahasına girmeyeyim, diyorum.
Tamtamına yarım yüzyıl önce doğmuş Oğuz Atay: 1934’te. 1977’de, 43 yaşında
ölene dek, hızlı dönen bir dünyanın ne hızına, ne de ritmine ayak uydurabilmiş:
Harflerine sinen siyah ama ince alayı biraz kazıyın, herkes adına kanayan
vandal bir yürek bulursunuz orada. Doğduğu yıl, "kenarında"
yaşadığımıza inandığı Batı dünyasına deccal inmiş: Hitler'in
iktidara geldiği andan başlayarak, daralmış bir Türkiye'de geçirmiş
çocukluğunu. Okuma-yazma öğrenmeye başladığı yıl, Joyce "Finnegans
Wake"i yayımlamış ve romanın sınırına değmiş. DP'nin iktidara geldiği yıl,
Ankara Maarif Koleji'nde lise öğrencisi, İstanbul'da mühendislik öğrencisi
olduğu yıllarda ise Türkiye'nin çehresi değişiyor inanılmaz bir hızla: Yeni
binalar, yeni yollar, atölyeler yapılıyor; yeni bir çukur açılıyor
Cumhuriyet'in ortasında. Mühendis çıktığı sırada "Pazar Postası"nın
içinde Oğuz Atay: Yazmayı ne ölçüde düşünüyor, yazmayı düşünüyor mu
bunu bilemiyoruz, ama şiirinde, düz yazı serüveninin de yoğun sarsıntı
geçirdiği bir dönemde, bu sarsıntının "sahne"sini oluşturan
"Pazar Postası"nda amansız bir tanık olarak, sessiz ve geride, olup
biteni izlediğini biliyoruz.
1954'te "Saatleri Ayarlama Enstitüsü", 1956'da
"Perçemli Sokak", 1957'de Vüsat O'Bener'in
"Yaşamasız"ı Kemal Tahir'in "Rahmet Yolları
Kesti"si, 1958'de "Üvercinka", bir yıl sonra da
"ishak", "Panayır" ve "Aylak Adam" çıkıyor. Türk
şairi dili ve anlamı, söz dizimi ve mantığı köktenci bir yaklaşım içinde
kurcalıyor. Düz yazıda da durum farklı değil: Şüphesiz, bir yanda Halit
Ziya'nın öte yandan Sait Faik'in açtığı koridorlarda, ama onlardan bir
bakıma telaşla uzaklaşarak anlatım ve bildiri düzlemlerinde açık bir başkalaşım
yaşanıyor.Oğuz Atay ne yapıyor, hala bilemiyoruz. Nice yıl sonra,
ölüme beş kala yazdığı gibi "biraz gecikmiş" olduğu için bu değişimi
ıskalıyor mu, yoksa "aceleciliği" sayesinde belli bir basamağında
değişim sürecine yetişiyor mu? Öyle sanıyorum ki, anı anına olmasa bile, Türk
yazarının dili ile olan yüzyüze ve kıyasıya çekişmesine Oğuz Atay'ın tanık
olmadığını söylemek güç.
27 Mayıs 1960. Yeni bir dönemeç, yeni
bir anayasa, yepyeni kurumsal açılımlar, TİP kuruluyor, AP kuruluyor, TÖS
kuruluyor. Avcıoğlu ve Soysal "Yön""ü, Mehmet
Fuat "Yeni Dergi"yi, Cemal Süreya "Papirüs"ü çıkarıyor.Nazım
Hikmet'in şiiri ve Kemal Tahir öne çıkıyor hızla.
Türkiye'de, aynı anda, sosyalizm ve varoluşçuluk aydınlar arasında gündeme
geliyor. Türk yazarının dil ve anlatım ile kavgası sürüyor bir yandan:
"Mısırkalyoniğne", "Bakışsız Bir Kedi Kara",
"Hallaç" ve "Troya'da Ölüm Vardı" aynı yıllarda günışığına
çıkıyor, Joyce ve Faulkner çevriliyor. Öte yandan "köy gerçekliği"
ile tanışılıyor: "Susuz Yaz"dan "Yılanların Öcü"ne,
"Cemo"ya edebiyatın öteki yüzü çiziliyor.
Artık hazırlanıyor Oğuz Atay: 1970'de TRT'nin açtığı
yarışmaya katılacağı, bir jüri üyesinin deyişiyle "484 sayfalık bir emeğin
ve tutkunun en açık belirtisi" el yazması, demin kaba hatlarını verdiğimiz
bir ortamda yazılmıştır. Cumhuriyet döneminde yetişen aydın kuşaklarının biraz
sarsak, daha çok da tutarsız, gamlı, traji-komik tarihini 32 kısım
tekmili birden kucaklar "Tutunamayanlar". İlk cildin yayımlanışında
bile gizli bir ürpertiyle, hoşgörüyle maskelenmiş atıl bir öfkeyle karşılanmış
olması şaşırtıcı değildir aslında: Kıdem esasına göre düzenlenmiş bir
"edebiyat ortamı"na, okulsuz ve alaysız onun için de okursuz ve
alaycı bir konuk geldi sanılmış, bu amatör hayaletin nasıl olsa 'tek' kitapta
kalacağı düşünülmüş, gene de bu 'tek' kitapla (bile) kalacağı fikri kolay kolay
sindirilememiştir.
Oysa konuk değildi Oğuz: Yüreğindeki kadar dağlayıcı bir acı vermeyen ama onu
usul usul ölüm koridoruna ihbar eden beynindeki ur ile yolcuydu düpedüz. Onun
için de, "Yedinci Mühür" deki gibi sonlu bir oyunla biraz kendini,
daha çok da ölümü oyalamayı seçti: 1970'den 1977'nin
son ayına dek programına zorla giren hastalık ve ameliyatla, zorunlu olarak
giren acı, alay ve hüzünle iki roman, bir düzineye yakın öykü, bir oyun ve bir
günlük yazdı. Öldüğünde dördüncü romanından 60 sayfa kadar yazmış,
"Geleceği Elinden Alınan Adam" adını verdiği anlatıyı da bütünüyle
tasarlamış durumdaydı.
Bu küçük önsözü açıkçası büyük bir sıkıntıyla, üstelik Oğuz'u kıs kıs gülerken
görmüşçesine bir duygu içinde yazdım, şu garip Orwell yılında.
Bir iki özel tutamağım vardı, avuntum da orada. Oğuz Atay'ın çift
portreli bir insan olarak düşünülebileceği kanısındayım: Biri neredeyse
"pozitivist", temel inançlarından soyutlanması güç,
"dayanıklı" insan: "Topografya" kitabını, belki de Mustafa
İnan'ın yaşam öyküsünü yazan, 1960'ların başında bir fikir gazetesi
çıkartmak için çırpınan kişi. Öteki, tam tersi oysa: Korkuyu beklerkenden
tehlikeli oyunlara bile tutunamayan, gene de o oyunlarla yaşayan, geleceği
elinden alınmış, kırgın, hatta umutsuz biri: Günü geldiğinde yazdıklarının
anlamına bile yetişemeyen Oğuz Atay. Biri gülüyorsa bu önsöze,
öteki yalnızca bakıyordur. İkisi de inanmıyordur şüphesiz. İkisi de soruyordur
sonra: “Ben burdayım sevgili okurum, sen neredesin?"
"Bir Zar Atımı"nın önsözünde şunları yazar Mallarme: "Bu not
okunmasın ya da okunduktan sonra unutulsun isterdim." Ben de bu önsöz için
aynı dilekte bulunacağım "Tutunamayanlar"ın okurundan: Romandan hemen
hiç söz etmedim, kimse yazar ile okur arasına girmemelidir; Oğuz Atay'dan,
o yaşarken olup-bitenden birkaç kıvılcım sürdüm önünüze: Bu kıvılcımlardan
başkalarını çıkartmak daha kolay olabilir, diye düşündüm:
"Tutunamayanlar" belli biri tarafından, belli tarih ve coğrafya
enlem-boylamında, belli bir bağlamdan çıkıp belli bir bağlama doğru
yazılmıştır. Onu kuşatan gerçekliği onun gerçekliğinden soyutlamamak gerek. Öte
yandan, bir kitabın ön ve arka kapağı arasında belki de "hiç kimsenin
ürünü" bir metin yer alıyordur: "Çağların, depremlerin, sellerin
yazdığı" bir metin...
Oğuz'un kendisine giderayak yakıştırdığı tanımlama gerçekten yakışıyor
mu ona? Gerçekten de geleceğinin elinden alındığına inanabilir miyiz bugün?
Ölümünden yedi yıl sonra, "Bütün Eserleri"ni yayımlamayı üstlenen
İletişim Yayınları'na, genç okurlara bu geleceği göğüsleme olanağı verdiği için Oğuz
Atay'ı unutmayanlar adına teşekkür etmek isterim: Bizlerin korkusu,
geçmişin de elimizden alınması olasılığından kaynaklanmıyor muydu?
Oğuz Atay'a Mektup
Murathan Mungan
Sevgili Oğuz'cuğum,
Her geçen gün yokluğunu daha fazla hissetmeye başladım. Seninle tanışmadan önce
Türk edebiyatında kendimce tüm kefişleri yapmış , artık pek bir şeyin
kalmadığına ukalaca kanaat getirmiştim ki sevgili abim "muhteşem bir adam
keşfettim" diye içeri girdiğinde elime tutuşturduğu o zaman iki cilt olan Tutunamayanlar romanını
gördüğümde abime olan inancımdan iyi olabileceğini düşünmüş ve Tutunamayanların
ilk cildine hemen başlamıştım.
Büyülenmiştim adeta ilk cümlelerinle. Öylesine bir anlatımdı ki elimden bırakamıyor
ve yazdığın her satırda kaybolduğumu hissediyordum.
Her zaman her yazıda yazılanlara yansıtılanların gölgesinde bir yerlerde yazan
kişinin de olduğuna inandığımdan sanki sana da dokunuyordum.
Ve sen nasıl güzel bir insandın....
Her satırında insana ait her olgu cesurca, hiç yalana dolana kaçmadan salt
gerçekliğiyle ve bir o kadar da naif yönleriyle ortaya koyulurken tebessümle
birlikte ince bir sızıyı da bırakıyordu yüreklerde.
Biliyormusun, seni tanıdığım gün öldüğünü de öğrenmiştim ve ne büyük bir
kayıptı Türk edebiyatı için. Kısacık ömrüne sığdırdığın diğer kitaplarında
defalarca okundu tarafımdan. Son senelere kadar özenle oluşturduğum
kitaplığımda senin hiç bir kitabın olmazdı.
Mutlaka bir özlem düşerdi yüreğime ve ben soluğu kitapçıda alır,senin kitabınla
çıkardım ve başlardım yeniden ,yeniden okumaya. Çoğu yerlerini ezberlemiştim
yazdıklarının, ve ne gariptir sanki ilk kez okuyuyormuşcasına heyecanlanır ve o
ilk kitabını okuduğum andaki duyguları bir kez daha yaşardım.
Kitaplarının okunması bitirildikten sonra başkalarına verildi hep . Ama geçen
yıl tüm kitaplarını tekrar aldığımda kimseye vermeme kararı aldım.
Çevremdeki herkes seninle ilgili bir şeyler biliyor artık, ne kadar gerçek
anlamda seni anlayabilmiş o konu da emin değilim ama en azından" Oğuz
Atay mı ,kim o ?" diyen yok artık....
Canım Oğuzcuğum Atay, bir kaç gündür bunun iyi olup olmadığını sorgulamaya
başladım biliyormusun? Hemen heryerde senin cümlelerinle karşılaşıyorum ve o
karşılaşma anında mutlu mu olmalıyım , olmamalımıyım ? karar veremiyorum bir
türlü.
Tam zamanında öldün belki de. Gerçi geride tarifi imkansız acılar bıraktın ama
yine de tam zamanında öldün. Ortalık toz duman buralarda...
Hemen hergün bir yerlerden edebiyatçılar türeyiveriyor. Dergilerle başa
çıkılacak gibi değil, adım başı bir dergiyle karşılaşıyorsun ve ister istemez
düşünüyorsun; Bu kadar çok mu edebiyatı seviyoruz?
Doğal olarak neredeyse dergi çöplüğüne dönen ülkemizde kendiliğinden bitiveren
edebiyatçılarla karşılaşıyoruz. Çok iyi kalemlere de rastlıyorum ama çoğunluğa
baktığım zaman gözlerime inanamıyorum.
Sana söylemişmiydim bilmiyorum. Hiç bir zaman ölümle ilgili bir korkum olmadı.
Öleceğimi biliyorum elbette ama bazen ölmeyi istemediğim anlar oluyor. Henüz
okumadığım kitaplar var ve benden sonra yazılanları okuyamayacağım diye bir
kaygı nedeniyle ölmeyi istemiyorum.
Ancak , okumam için çıkan yeni kitaplara göz attığımda, yeni edebiyatçılarla
karşılaştığımda ister istemez bunlar için mi yaşamak istiyorum dediğim de
oluyor...
Sadece sen değil, seninle birlikte Edip Cansever, Ece Ayhan gibi dahilerin yok
olduğu ülkemizde geride kalan gerçekten bir kaç çok iyi edebiyatçıların da yok
olmasıyla "ne olacak bu Türk edebiyatının hali ?" diye düşünmeye
başladım.
Hatta işi çok daha ileri boyuta taşımaya karar verdim.Unuttuğum Almancayı
tekrar hatırlamak için kurslara gitmeliyim diye düşünüyorum, arkasından
Fransızca öğrenmeliyim, peşinden İtalyanca gelmeli, diller öğrenmeliyim,
öğrenmeliyim ki edebiyat keyfim devam edebilsin.
Çünkü artık anlayamıyorum, bu dergiler neden çıkar, hangi ilkeyle yol alır, bu
romanlar neden basılır, kimdir bu şahsiyet,edebi ederi ne kadardır?
bilmiyorum....
Eskiden en azından eleştirmenlerimiz vardı adam gibi. Güvenirdik önerilerine,
yada öngörülerine...
Yok oldular onlarda, sanki yer altına girdiler, sustular...
Var olanlar da anlamsız bir pohpohlama edebiyatıyla edebiyatın katilleri
aslında.
Haklısın,denileceklerin farkındayım. Ben kimim ki boyumdan büyük laflar
ediyorum, sonuçta bir müzik eğitimcisiyim, herkes halinden çok memnunken, minik
alıntılarla oradan buradan cımbızlanan cümlelerle edebiyatsever kimliğindeyken
değersizdir cümlelerim.
Ama bu topraklarda sen de yetiştin Oğuz, yabancısı değilsin çoğu şeye kuşkusuz
da, bulunduğun yerden yeni cümlelerin gelmiyor, gelmesi gerekirken oysa, işte
bu feci koyuyor bana.
Yaşasaydın, eyleneceğin çok şeylerde çıkabilirdi, hatta bunlar kelimelere
dökülerek bizlere ulaşırdı.
"Bana bunu da yaptırdınız sonunda "diyerek sende facebook a üye
olurmuydun? bilmiyorum. En fazla hayran sayfası senin sayfan mı olur du yoksa?
Haberin olsun şu anda bir hayran sayfan var ve sana hayran olanlar onbeş bin
civarında. Üzülerek söylüyorum hayran sayfası senden daha fazla olanlarda var.
Mesela ev yemekleri sayfası yirmi binlere ulaşmış durumda.
Ama hak vermelisin, kadınlarımız büyük bir atak yaptı son zamanlarda. Ev
hanımlarımız dahi bilgisayarla haşır neşirken bu sayfaların bu denli yoğun
olması senin tarafından da hoş karşılanırdı sanırım.
Şiirlerini hatırlıyorum, çok hoş şiirlerdi ve ne hoş dalga geçerdin birçok
şeyle. Ama edebiyatta geçer akçenin şiir olduğuna karar verip gerçekten şiir
yazmaya soyunur muydun acaba? Hatta şiirin kendi ritmini ve melodisini hiçe
sayıp, okura biraz daha şirin gözükebilmek amacıyla altına müzik döşeyerek
video haline getirir miydin?
Ben buradayım sevgili okuyucu dedin
ya ve arkasından sordun; sen neredesin? Diye...
Herkes; çöplükte Oğuz, garip bir durumda anlayacağın edebiyat dünyası ve
insanlar, bu sebeple rahat uyu, olduğun yerde…
Burak Eldem (21 Mayıs 1987)
Her
eserinde kendi içinde bulunduğu buhranlı ruh halini, pek muazzam bir anlatım ve
samimiyetle aktarır. Tehlikeli Oyunlar ’da benliğini arayan Hikmet Özben iken,
Korkuyu Beklerken adlı eserinde -ki yarım olmasına rağmen-, bizlere kendi
içinde yolculuk vaat eder. Oyunlarla yaşayanlar adlı eserinde ise – ölümünden
sonra devlet tiyatrolarında sergilenir- keyifli bir tiyatro oyunu vaat eder.
Bunların yanı sıra genç yaşta ölen mekanik bilgini öğretmeni Prof. Dr. Mustafa
İnan’ın hayatını neşrederek, edebiyatımızdaki ilk biyografik romanı ortaya
koymuştur.
Kısacası
Oğuzcuğum Atayım zamanının ötesinden cümleleriyle yüreklerimize dokunmuş ve
benliğimize birer ayna tutmuştur. Her cümlesinde, tutunamayanlar olarak
kuytularda aradığı ışığı buluyoruz ve bizlere yaşama dair yetkin sorular sorma
şansı vermiştir. Hani soruyordun ya Oğuzcuğum Atayım, ben buradayım sevgili
okurum, sen neredesin acaba?
Biz
buradayız, senin bıraktığın yerde tutunamamaya devam ediyoruz. Korkuyu
beklerken, tehlikeleri oyunlar oynayıp, Bir bilim adamının yarım kalan masalına
bakıyoruz.
Huzur İçinde Uyu Beyaz Mantolu Adam.
ESERLERİ VE ESERLERİNDEN
ALINTILAR
KAYNAKÇA
http://listelist.com/tutunamayanlarin-kahramani-oguz-atay/
Ekşi Sözlük – Disconnectus Erectus
www.Wikipedia.com.tr
Ekşi Sözlük – Disconnectus Erectus
www.Wikipedia.com.tr
Kurmacanın
Dünyanın İpliğinde Bir Koza Belgeseli
http://www.edebiyatogretmeniyiz.com/oguz-atay-hayati-ve-eserleri.html
http://edebiyadvesanatakademisi.com/edebiyad/857-oguz_atay_edebi_kisiligi_eserleri_ve_konulari.html#_ftn21
http://edebiyadvesanatakademisi.com/edebiyad/857-oguz_atay_edebi_kisiligi_eserleri_ve_konulari.html#_ftn21
Yıldız Ecevit – Ben Buradayım
http://mavimelek.com/oguz_atay.htm
http://mavimelek.com/oguz_atay.htm
http://yedigunyazilari.blogspot.com.tr/2012/12/hayata-cok-numara-buyuk-gelen-usta-oguz.html
Özellikle son linkteki yazı muazzam tavsiye ederim.
Özellikle son linkteki yazı muazzam tavsiye ederim.
Bir Oğuz Atay tezi hazırlamışsın resmen. Emeğine, kalemine, yüreğine sağlık. Çoğu alıntıları daha önceleri okumuştum yine okudum, ne zaman karşılaşırsam karşılaşayım yine de, her zaman okurum. Murathan Mungan'In mektubunu duymuştum ama okuma fırsatım olmamıştı. Sayende onu da okudum. tekrar emeğine sağlık.
YanıtlaSilMurathan Mungan sevdiğim bir insandır. Onum sözleri beni de etkiledi. Oğuz Atay üzerine söylenebilecek çok şey vardı. Naçizane gücüm yettiğince yazdım. Alakanız için teşekkür ederim :)
SilEn sevdiğim yazarları sayfanda görmek mutlu etti beni. Ve Oğuz Atay'ın içimize işleyen o duygu yüklü sözlerini bir kez daha okudum ve anladım ki!.. çemberin ne içinde, ne de dışında olan 'tutunamayanlar!' bugün belki dünden daha çok!.Teşekkürler Emre, emeklerine sağlık.
YanıtlaSilBugün belki de dünden çok evet.
SilÇok teşekkürler.
heyecanla merakla okudum bu yazını. çok çok seviyom bu yazarı. bu yazından sonra onu kafka'ya benzettim biraz. ne insanmış yaa. gününden ilerde bi zekası varmış sanırım :)
YanıtlaSilKafka'yı o da severmiş,mükemmeldir :)
YanıtlaSilTeşekkür ederim :)
Harika bir derleme olmuş, eline sağlık. Bu arada evliliğindeki mutsuzluğun derecesini okuduğu kitap sayısının çokluğuyla ölçmüşler ya orada koptum ama aklıma Sokrates'ın deyişi geldi. "Eşiniz iyi çıkarsa mutlu olursunuz, kötü çıkarsa filozof." Oğuz Atay da bu mutsuzluğu sayesinde mi yazar olmuş acep ;)
YanıtlaSilŞaka bir yana bendeki yeri ayrıdır. Tekrar karalamaya başlamamın en büyük etkenidir kendisi.
Emeğine sağlık. Sevgiler ;)
Evet, o vurgu benim de hoşuma gitmiştir. Sokrates'in sözü için teşekkür ederim, konuyu çok iyi özetlediniz.
SilOkuyan gözlerinize sağlık, ben yeniden teşekkür ederim :)
Mükemmel bir şekilde hazırlanmış. Her cümlesi Oğuz Atay hakkında yeni bir şey kazandırdı bana. Bu kadar çok bilgiyi bir arada bulmak gerçekten mutlu etti. Emeğiniz için teşekkürler..
YanıtlaSilAsıl okuduğunuz ve teveccüh gösterdiğiniz için, ben teşekkür ederim. Sevgilerle :)
Sil