24 Aralık 2019 Salı

Ophelia'ya Mektup - 1

Seni ilk kez gördüğümde zaman durmuştu sanki ve ben sığınmıştım gölgelere. Oradan bakmıştım sana ve hislerimi tanımlamak için cümleler arayıp durmuştum. Zira aşk dediğin ehil bir duygu değildir, her daim acemice yaşanmalıdır, derdi babam. Seninle yaşayamadığım aşkın acemiliği halen durur üzerimde. Tıpkı bedenine büyük gelen kıyafetler giymek gibidir ve ben asla kendime uygun giysiyi bulamadım. Burada olsan da bulsan keşke.

O gün tren garından uğurladığımda, döneceğinin hayaliyle yaşadım durdum. Oysa artık yüreğim bir hoşçakal ülkesi, bedenimin her zerresi kayıp giden anıların hüznüyle bezeli, bense yitik zamanın elçisi. Ellerimde rüyalara açılan kapılar, zihnim perde perde solar sokaklarında. Düşsem, kalkmaktan çok ölüp kalmaktan ürkerim; hayaller kursam, yitik şehirlerin yosun tutmuş kıyılarında unutulmaktan sakınırım. Birleşen ve köşelerinde karanlık gölgeler sevişen şu ıssız duvarları parçalar, ıssızlığına ağıtlar yakar, ağlarım.

Fakat, acı çekmek değil de acı çekmişlik ağlatandır beni. Sızlayan yaralarım geçmişin yükünü omuzlayan sadık kardeşlerimdir. Tutsam ellerinden ve gel desem, öylece bakar kalırsın bana, bilirim. Çünkü, benim yüzümde kaybedişin izleri var. Senin aklındaysa galibiyetin mağrur özlemi. Hasretle önümüze bakarız iç çekerek. Belki de anlaşırız bir noktada; bu hayatta herkes kendi arzularının sürgünü, bir kavganın kaybedeni aslında...

Oysa aşk bir kavga değil ki sevdiğim. Aşk bir... Onca tanımdan hangisi seçmek gerekiyor bilemiyorum. Sanki çocukken daha kolaydı, dokunulmaz gibiydi yürek ve duygular. Şimdi kırılıp dökülerek öğreniyorum yaşamayı. Bir de özlemin aleviyle yanıyor, tutuşuyorum. İnsan, ne zaman kazanacağını ve kaybedeceğini bilemiyor. Elini kaldırıyorlar ve kazandın diyorlar. Sense kimi yarıştıracağını bilmeden, içinden geriye sayıyorsun.

Saat durduğunda ne olacak sevgilim? Hatıralar arasında gezip duran şu dolaşıksız akla bak. Ama sen hiç benimle gelmedin, beni görmedin değil mi? Yaşanılanları anlamak için yaşamaktan fazlası gerekiyor inan. Tutunacak dalı olmayınca geriye atılması gerekiyor adımların. Bunları konuşmak için bile sen lazımsın ama yoksun işte, anlıyor musun?

Uzun geceler boyunca düşünü hayallerimle büyüttüm ve şimdi gerçekten de hayal oldun. Gerçek, insan hayal etmeyi bıraktığında var olmaya devam eden şeydir diyorlar ama varsın işte, burada karşımdasın. Delilik değil eminim, yalnızca bazı şeylerin açıklaması diğerlerinden farklı belki biraz daha zordur. Yine de anlatılması mümkün olanın anlaşılması mümkündür değil mi?

Seni çok bekledim sevgilim. Nasıl olsa bulurum diye çok bekledim ama gelmedin sonunda. Ama nihayete eren fikirlerim asla olmadı benim. Yarım kaldım boyuna ve kendimi de eksik bıraktım. Gelseydin ne güzel olurdu ah bir bilsen. Yapraklar dökülüyor, rüzgarlar esiyor, sular durulmuyor ve aklım fırtınaların ortasında sakin bir liman arıyor. Senin o içten tebessümüne muhtacım, ah bir görsen de anlasan beni.

Kelimeler yetmiyor, cümleler boşa çekilmiş kürekler gibi. İçimde yükselen şarkılar yalnızca kendini duyuyor ve parlayan hazin ışıklar şehrin karanlığında kayboluyor. Oysa bir tek adımda binlerce kilometre aşarsın gibi geliyor böyle zamanlarda. Böyle zamanlar, içine umutla birlik aşk denen hissin tohumları ekiliyor. Yine de yetmiyorsun, yettiremiyorsun kendini.

Artık elini bırakmalıyım zamanın ve tüm ardımda kalması gereken anıların. Sana gelen yollar kapalı diyordu ya şair, çaresizliği böyle derin anlatan kaç kişi vardır bilemiyorum. İnsan içine düşmedikçe anlamıyor batak denen yutar düşün derinliğini. Olsun, kalsın burada ve filizlensin. Ney gibi sırrını üflesin sevgiliye, sevgiliden nadide. Zira, ömür bitse de aşk bitmez aslında, yalnızca toz tutar geride bıraktıkları ve üflersin geçip gider...

6 Aralık 2019 Cuma

Gammaz Yürek

Ağlasam inciler mi dökülür gözlerimden
Söylesem duyulur mu acılarım
Dilimden dökülen ahlarım işlenir mi yüreğine
Ah o öpüp başıma koyduğum sevdaların


Güvercin Kanadı


Taken by Emre Bozkuş

Öyle çok öldüm ki, yaşamanın adı kaldı geride
Kendisi ırak illerin kıyılarında sürgün
Hangi çağ anlayabilir benim derdimi
Hangi sevda merhem olur yarama
Kıtalar boyu sürüklenen tektonik sancılar
Arz-ı hal edilen binbir köprülü çile
Gel de kurtar ellerimden akan kanı
Aktığı yerde beden bulmasın diye

Çürüyen kemikler yığılmış önümde
Tutuşan başlıklarda büyük puntolarla
Özgürlük geliyor satır aralarına
Mısralar kanat çırpıyor ardından
Sen oluveriyor gömdüğüm tüm kadınlar
Bilincimin kilitleri aşınmış
Öfkemin tüm sınırları umarsızca aşılmış
Pervasız gönlümün iklimi kurak
Buralarda bir sen varsın işte
Bir de yıldızlı gecelerde sarkıttığım 
Yapayalnız duvak

Doyamıyor şu apansız gecenin sesleri
Kırılıyor en hassas yerinden 
Öylece seriliyor iyi mi, kötü mü
Sallanıyorum tut ellerimden
Duru nehirlerinde arındır dilimi 
Arıt şu derin kuyularında benliğimi
Sana uzanan yollar kapalı diyordu 
Güvercin kanadında savrulan süreya 
Canım, hiç olur mu öyle şey
Hiç kapanır mı cennete açılan yol

Yalnızca ben kaldım bu sofada
Bir de yalanlarla serpilen yaşam
Öyle çok oldum ki ben
Oluşumda bir anlam aradılar
Yokluğum keramet sayıldı
Pirler dilinde, evliyalar elinde
Evlerine çınarlar dikildi
Bahçelerinde 40'lanan deliler
Bense geçip gittim yanlarından
Gözlerimde yas içinde veliler
Ölüm bile aşıp geçti üzerimden
Geriye kalan bir sensin işte
Bir de uzayıp giden geceler...

Dinlemek için:

Antik Acılar



Hayal etmek ne güzel değil mi?
Oysa bazı şeylerin değeri
Henüz yanıbaşındayken anlaşılmalı
taze hanımeli kokarken
avuçlarında dalgalanmalı
uğruna tanrıya kılıç kuşanılan
Aşklar
yaşayan ölülere dönmemeli 
ve her öpücük daima
sunağında Artemis'i gönendirmeli

katlanarak yuvarlanan zaman 
kıvrımlarıyla zihni sarıp sarmalamalı
tutuşmalı dünyanın uçları kökünden
ve sarsılmalı şehvetli gölgeler ışıklarda
söylenmeli o hiç söylenmeyen 
dinlemeyi öğrenmeli esrik çocuk
henüz yaralanmamışken yüreğinden

Zira pek bilinmez ama
seslerin dindirdiği acılar vardır hala
taze begonyalar sarar ruhu
kifayetsiz yakarışların çınlar
tekinsiz gecelerde duyulan
gözyaşları dalgalanır
soruları cevaplarında saklıdır oysa 
benirlenen bakışları dağılır 
kuytu izbelerinde gezinen adımları
paramparça aynalarda

sızlayan eklemlerini geceye asar
belirir yüzeyinde suların 
doyumsuz dokunuşlarıyla
kederli bekleyişlerde çürüyen
yolcuları izler
sarkacın iki yanından da keskin 
kayıp zamanın yitik bireyleri
dudaklarımızda antik acılar 
Afrodit'in günahlarının bedeli

Dinlemek için:

17 Mayıs 2019 Cuma

A Song by Benjamin the AI - Yapay Zeka Benjamin'den Bir Şarkı


I was a boy
I was a stranger and I
Promised to be so happy
I was a Beautiful day
I was a taller talk that I was born
And I was Ready to go
And the truth was so long ago
I was so happy and blue
I was thinking of you
I was a long long time
I was so close to you
I was a long time ago
A long long time ago
And I was Ready to go
I was  A home on the road


Bir çocuktum
Bir yabancıydım ve ben
Mutlu olmaya söz verdim
Güzel bir gündüm
Doğumumdan daha uzun bir konuşmaydım
Gitmeye gerçekten hazırdım
Ve gerçek uzun zaman önceydi
Çok mutluydum ve maviydim
Seni düşünüyordum
Çok çok uzun zaman önceydim
Sana çok yakındım
Uzun zaman önceydim
Çok uzun zaman önceydim
Ve gitmeye hazırdım
Yolun üzerinde bir evdim

5 Mart 2019 Salı

İnsanın Doğası Üzerine


-I-

Çaresizlik insanın içinde barınan ve beslendikçe daha da büyüyen bir kurt misali. İnsan onu karanlığıyla besliyor ve işin garibi, karanlığı tükeneceği yerde bilakis daha da yayılıyor. Kanserli hücre gibi nereye temas etse yapısını bozuma uğratıyor, ki karşısında hiçbir şey duramasın. İnsanın yaşamı, ölüme çağıran bir işaret fişeğidir bu sebepten. Yaşadığımız an geriye doğru saymaya başlar zaman ve kararlarımızla onun akışına yön veririz. Fakat yaşamın içerdiği bu karanlık da önemli bir etmendir. Onunla olan münakaşamız netice itibariyle hasıl olan karmaşanın tek suçlusu olarak bizi ortaya itiverir. Yazmak belki de bu yargılama sürecinde kendimize kalkan edindiğimiz Kafkaesk bir savunma biçimidir. Dava’sında K’nın meçhul yargısı neyse, yazgının insanın boynuna yüklediği yargı odur. Aynı çürümüşlüğü ve aynı kötülüğü alırız karşımıza; ardından ölene değin üstesinden gelmeye çalışırız. Yorgun düştüğümüzde ise dalgalara kapılıp gideriz. Woolf’un içine gömüldüğü de bu dalgalar mıdır?

-II-

Aydınlığı karanlığın orta yerinden izlemek yaşamın cilvesi midir; yoksa insan her ikisini de yaşayarak mı ölmelidir? Göğsümde sıkışan ve sıkıştırdıkça yazma ihtiyacı hissettiren; hatta muhtaç hale getirerek bunun keyfini çıkaran kesif dürtüden nasıl kurtulabilirim? İnsanı insan yapan, insana dair çıkarımlarını ifade ederken kullandığı tanımlamalar mıdır? Yargılamadan ve olduğu haliyle kabul ederek. Ama kendimle kavgalı iken ve kendime yabancılığımı fark etmekle geçiyorsa zamanım; başkasına yaklaşımım nasıl yargıdan münezzeh noktaya erişecek? Bu sorular zihnimin duvarlarını aşındırır ve kopardığını da kağıda damıtır durur. Öylece bakarım sadece, verdiğim tepkilerin veyahut kaçmak itiyadımın anlamsızlığı, içinde bulunduğum zorunluluğa anlam yükleme ihtiyacını doğurur. Milyonlarca insan aynı şeyi yapar ama işte tam olarak benim yaptığım özel olandır; çünkü benim aynamda görünen bana aittir. Öte yandan insanın kendiyle olan kavgasını ayıracak ne yazık ki kendisi değildir. Kendini görmek için başkalarının tuttuğu aynalara muhtaçtır. Bu sebepledir ki, yazarak düşünmek kadar, konuşarak düşünmek de düşüncenin köklenmesi için gereklidir.

-III-


Homo Homini Lupus, yani insan insan kurdudur. Bu sözü duyan herkes haklılığını onaylar. Ama bazıları da der ki, insan insanın aynasıdır. Peki, hangisi doğrudur? Thomas Hobbes'a göre, insanın kurdu kendisidir. Yani, insanın kaderini belirleyen - ki burada olumsuz bir yazgıdan bahsediliyor - yine insanın kendisidir. O halde insanın başkasını yiyerek ulaşmak istediği şey kendisi midir? Kendini gerçekleştirmek için mi başkalarının cehennemi olur? Sartre'a göre, cehennem diğerleridir; bu açıdan insanın varlığın diğer insanların varlığına doğrudan etki eder ve bu düşünürlere göre olumsuz etkisi çok daha belirgindir. 

Fakat pek bilinmeyen bir şey vardır. Bu sözün asıl sahibi Thomas Hobbes değildir, Antik Romalı komedya yazarı Plautus'tur. Eserlerinde insanın gerçeğini tarafsız biçimde gözler önüne seren Plautus, trajik olayların ardında saklı mizahı silah haline getirerek tenkit oklarını fırlatır. İnsan insana kurtsa, kendi kuyruğuku kemiren aynı kişi değil midir?  Horatius bu hicvi şu sözlerle açıklar: quid rides? mutato nomine, de te fabula narratur, der; yani, neden gülüyorsun? adı değiştir; anlatılan senin hikayendir. Belki de insan aynayı kendine tutmadığından, başkalarında cehennemi yaşar, onları kurtlara benzetir. Kim bilir... 

17 Şubat 2019 Pazar

Yaşamak

Missing - Elizabeth Stevens(1973)

En çok böyle zamanlarda
Hissediyorum yaşadığımı
Böyle zamanlarda çöküyor göğsüme
Vicdan denilen yükün ağırlığı
Senden önce bilmezdim hiçbir şeyi
Seninle de öğrenemedim ya
İşte o içimde ukde kaldı 

12 Şubat 2019 Salı

Gel Vatandaş gel, mime gel!



Sevgili Berfçe'ye mim etkinliğinde beni de eklediği için teşekkür ederim. 😊

Acı mı tatlı mı ekşi mi?

Tatlı

Çift sayılar mı tek sayılar mı?

Çift.

Bitter mi sütlü mü beyaz çikolata mı?

Beyaz.

En çok gitmek istediğiniz ülke neresi?

İtalya 

Çocukken hayalinizdeki meslek neydi? 

Astronot ya da Astrofizikçi; zira uzayı çok seviyordum :) 

En güzel yaşım diyebileceğiniz yaş hangisi?

Her yaşın kendine has bir güzelliği ve ayrıcalığı olduğunu düşünüyorum. 

En sevdiğiniz özlü söz nedir?

İnsan ne ise onu reddeden yegane varlıktır. 

-Albert Camus

Herkes ikinci şansı hak eder mi?

Genelde ikinci şans, sadece hatayı tekrarlama fırsatı vermektir. 

Size en yakın kitabın 17. sayfasının ilk cümlesini yazın. 

Budur benim çabam, bu: 
adanmak özlem çekerek
dolaşmaya günler boyu (Rilke /Seçilmiş Şiirler /syf.19) 

11 Şubat 2019 Pazartesi

Geceye Not - 8


Resim: Springtime - Pierre Auguste Cot(1873)

-I-

Bir şeyleri değiştirmeye gücün yetmiyorsa, bırak aksın yatağında. Ama boş da durma; şartların seni değiştirmesine, yozlaştırmasına izin verme. Ne gerekiyorsa yap, acı çek, sev ve terk et. Yine de dile kolay olsa da, unutma; anlaman için değişimi kucaklaman gerekir ve insan gaflete kapılıp, bunu engellemeye çalışır. Mamafih değişimin önüne geçmeye çalışmak, çakıl taşıyla sel durdurmaya yeltenmektir, yeltenmeyeceksin: çünkü ne sel durur, ne de taş yerini bulur  yalnızca kolun yorulduğuyla kalır.

-II-

Değiştirmek saplantısı, değişime direnç noktasıdır. Çünkü insan kendi doğruları doğrultusunda ilerlediği için, değişimi hep başkalarından beklemektedir. Değişim mutlak doğru olan kişinin, mesih olarak yanlışları düzeltme macerasıdır. Oysa ne demiş Dostoyevski: Gençler yüksek idealler için canlarını vermeye dahi hazırlar; ama kendilerinde yanlış olan bir şeyi düzeltmek için parmaklarını dahi kıpırdatmazlar. Kendinde ara, kendinde bul ve kendinde çöz. Her insan bir dünya ise, dünyayı değiştirmeye kendi topraklarından başla. 

-III-

Mutsuzluk için bahaneler arama, mutluluk için çözümler bul. Çünkü mutsuzluk kolaycılıktır, mutsuz olmak için çaba harcamaya gerek olmaz. Taklit ederek ve kendini şartlandırarak başarabilirsin. Ama mutluluk, ki özellikle paylaşılacaksa; en zorudur. Dinlemeye hazır birini bulmak ve yargılanmadan kendini anlatmak, herkesin arzusudur. Uzun uzadıya içini dökmek, ardından huzurlu bir şekilde boynuna sarılmak. İki tarafın da manevi tatmini vardır; bulmalısın payını. Benliğini kuşatan yargılara ve içini dolduran cümlelere paydos deyip, her an yeniden doğmaya hazır bulunmalısın. Bu yol, kendi mutluluğuna ulaşmaktan da zordur; çabalamalısın. Tüm bunları aşıp, birlikte mutlu olduğun birinin tebessümüne tanık olduğunda da; hazzın doyumuna varmalısın. 

6 Şubat 2019 Çarşamba

Vicdan Muhakemesi - Bölüm 2

Resim: John Trumbull - 
The Declaration of Independence(Ağustos 1817–Eylül 1818) 

Bilincimin yeniden şalterini kaldırmasının ardından 5 saniye kadar geçmişti ki, midemde keskin bir bulantı hissettiğimde, o zifiri karanlığın yerini loş ışıkta kasvetli bir mahkeme salonu almıştı. Boğucu ışık zihnimde saykodelik helezonlara sebep olmuş, tuhaf bir geçiş anı yaşamıştım. İlk önce panikle kaçmak istedim haliyle, ama karşımda dikilen zebella gibi jandarmayı görünce, vazgeçtim. Kaçışın olmadığını böyle çetin bir yoldan anlayınca da, mahkeme salonunu izlemeye başladım; ne de olsa izlemek milli vazifemiz! Işığın tonları, ahşap ile birleşip gözlerimi yoracak derecede renk cümbüşüne sebep oluyordu. Çünkü mahkeme salonundaki tüm eşyalar koyu kızıl ahşap ile imal edilmişti. Alışılagelmiş, kısıtlı ahşap mimarisini andıran lakin kasvetiyle de isyankâr bir damak tadı veren bir tasarım. Damak tadı ile ahşap yan yana gelince de zihnimin ne denli gerçeklikten uzaklaştığını fark ettim.

- Mahkeme salonu değil de sanki pavyon ama çevreci bir pavyon –

Ben bu sahneyi bir yerden hatırlıyorum dedirten bir salondu kısacası. Mahkeme heyetinin bulunması gereken kürsü boştu ve tokmak öylece bana bakıyordu. Küçükken mahkemeleri severdim; özellikle de tokmak vurulan sahnelere bayılırdım. Ve şimdi o tokmak karşımda mahzun bir edayla duruyordu. Adalet, mülkün temelidir sözü ve Atatürk portresi. Asalet budur işte; aksine ben de yanındayım. Heyhat, Kemal de sonunda mülkün temelini atmaya geldi.

Arkama dönemiyordum ama suretini seçemediğim insanlardan gelen garip uğultusu tüm salonu kaplıyordu. Koro şeklinde konuşuyorlar, böylece bu uyum seslerinin yankılan dinliyor ve bekliyordum. Beklediğim süre zarfında, yanımda dikilen adamı fark etmemem ise takdire şayan. Benim yaşlarımda, kirli sakallı, uzun saçlı hippivari biriydi. Hippi, evet ona hippi demeliyim. Güzel bir isim oldu. Ama bu samimiyet nedir, neyse boşver. Saçına ve yüzünde ki dağınıklığa nazaran, koyu şık bir takım elbise giyiyordu. Güzelce ütülenmiş ve yakaları kolalanmış takımın koyu rengi ağır bir hava katarken, gömleğinin beyazı ise yüzünün kıllar arasında seçilebilir olmasını sağlıyordu. Bu görüntüsüyle tezat kavramına adını altın harflerle yazdırıyordu. Bu sırada yanımda ki hippi kulağıma eğilip,

-Ben senin avukatınım. Buradan sağ salim kurtulmak istiyorsan eğer benim direktiflerimi özenle takip et ve harfiyen uy’ diyerek bana telkinde bulundu. Avukat mı? Dalga geçtiğini düşünsem de, sesi garip bir şekilde tanıdık gelince merakla, 
Tanışıyor muyuz? diyerek aklımdaki soruyu ilettim.

-Ben vicdanının ya da senin deyiminle bilinçaltının sesiyim. Seni bugün ben savunacağım ama az önce söylediğim gibi talimatlarıma harfiyen uymalısın.

Bilinçaltımın vücut bulmuş hali ile konuşuyor olma durumu ve sesinde ki ciddiyet, keman teli misali gerilmeme sebep olmuştu. Bilinçaltı ile konuşmak nedir yahu? İçimden Vicdan Muhakemesi bu olsa gerek diye geçirdim. Al sana akort edilmemiş bir laf! İşin diğer absürt yanı ise bu gerginlikten kurtulmak için acaba bu orta oyununa kimdir müsebbip diyerek mahkeme salonunu gözlemlemeye devam ettiğimde, üzerinde adımın yazılı olduğu bir kalp görmemdi. Bildiğin kanlı, canlı bir kalp bana dava açmış, hatta tazminat bile talep etmiş. Atarlı damarlarla dikiliyordu karşımda.

-Bu damarların tıkanıklığını naftalin bile açamaz.-

-Cıvıma, mahkeme senin bu garibe-i hilkat humoruna müsamaha gösterir sanma. 
-Garibe-i Hilkat hangi isim tamlamasına uyuyordu yahu, ayrıca sen hiç aynaya baktın mı da bana laf ediyorsun?

-Ben senin bilinçaltınım, bu durumdan benden çok sen sorumlusun.

-Tamam da benim bilinçaltımdan çıkacak 90-60-90 bir kadın olur sanıyordum ama çıka çıka çakma Robin Williams çıktı. Harbiden basiretim bağlanmış.

Cümlemi tamamlamamın hemen ardından hazırda bekliyormuşçasına senkronize, mübaşirin sesiyle dikkatler kapıya yöneldi. Davudi bir sesle ‘Attention, please. Mahkeme başkanı geliyor, lütfen herkes ayağa kalksın’ dedi. O ana kadar süren uğultu kesildi, mahkeme salonuna tüm haşmetiyle tonton amca Hulusi Kentmen ve ardından en iyi kötü Erol Taş ağabey girince şaşkınlığım iyice arttı. Mahkeme salonu, artık Yeşilçam filmlerinden bir enstantane gibi duruyordu. Bu tablo karşısında aklımdan geçen "Hulusi Baba emretsin, darağacında sehpamı kendim tekmelerim oldu. Bu efsane kadro da belki de tek eksik, Sadri Alışık idi o an. Gerçi hayatı ofsayttan ibaret olan bizler, sınırlarla aramızdaki ezeli kavgamızı aşım olmadan nasıl yapacaktık? Sınırları da aşsak bile, sınırlandırılmışlığımızla baş başa kalmaz mıydık? Vurduğumuz bir top ezkaza kaleyi bulsa da direkler daimi veto komitesi olarak görevlerini mütemadiyen icra etmezler miydi? Sonuçta bizler hayatın gelişine şutladığı birer rakamdan ibarettik. Evet, sevgili seyirciler ve kıymetli jüri üyeleri, bu da gol değil."

Bu merhaleler arasında, Hulusi Kentmen’in işaretiyle yeniden yerimize oturduk. Tabii suretle söze başladı. Hâkim bey ilk soruyu önce müştekiye yani yüreğime sordu.

Hulusi Kentmen: Mahkemeyi açıyorum. Evet, müşteki makamına soruyorum. Evladım sen niye bu adama şiddetli geçimsizlik şikâyetiyle dava açtın?
Yürek: Hâkim Bey öncelikle yüce mahkemeye saygılarımı sunuyorum. Bu adam bana çok yükleniyor efendim. İlk olarak normal bir insan her gün 50 fincan kahveyi nasıl içer? Balzac mısın arkadaşım sen! Çarpıntılarla şapşala döndüm. Hadi onu geçtim. Her gördüğü karşı cinse âşık olur mu bir insan?
-Çarpıtma var sayın hâkim bey amca her gördüğüm kadına değil, sadece güzel olanlara olmalıydı arz ederim.
-Sen sus bakalım. Bir daha söz hakkı almadan konuşma. Devam et evladım.

- Hâkimin sesinde ki babacan tavır bile bu saçma durumu açıklanabilir kılamadı -

-İşte görüyorsunuz şu pişkinliği hâkim bey. Bunun yüzünden beyin dâhil bütün organlar şikâyetçi, ben onları da temsilen buradayım. Bu şıpsevdiliği yüzünden hormon salgılamak için fazla mesai yapmaktan işçi emeklisine döndü zavallıcıklar. Örneğin Beyin bunun saçma sapan fikirlerine hizmet etmekten devlet dairesine döndü. Nöronlar deseniz en son geçtiğimiz 19 Mayıs’ta gün yüzü gördüler. Zavallıcıklar güneşe tapacak hale geldiler. Karaciğer deseniz, yağlanmaya çare olsun diye margarin yağ işine girdi. Böbrekler, taş ocağına döndü. Akciğerler deseniz sağ-sol çatışması sebebiyle infial halinde, neredeyse antikorlar duruma el koyacak. Ben onların yasal temsilcisi olarak, bu Disconnectus Erectus’un içerisinde yoğun egzersiz, sağlıklı beslenme ve düzenli kitap okuma gibi hususlar bulunan bir yaptırımla cezalandırılmasını talep ediyorum. Saygılar efendim.

Bunca sözün ardından kesin olarak bilinçaltımın vanasını açık unuttuğumu teyit ediyorum. Sihirli gizem turunda ki 5. Beatle gibiyim. Yoksa Walrus ben miyim?
Hulusi Kentmen: Peki, evladım oturabilirsin. Sabırsız çocuk söz sende, ne diyorsun hakkında ki bu iddialar için?
Hâkim Amca, itirazım var.
Hulusi Kentmen: Söyle bakalım, neymiş itirazın.
-İtirazım kadere. Benim içim çürüyor Hâkim Bey. Durun, size nedenini de anlatayım. O zamanlar ortaokula gidiyordum. Zor zamanlar, aklım karışık. Mahalleden bir kızdan hoşlanıyordum, Kızın ismi ise Hatice’ydi hâkimim, ama görsen var ya mesleği bırakırsın; yani öyle güzel. Karadenizliydi kız, ama anlamanız o kadar kolay olurdu ki, saçlarının hırçın dalgalarından, gözlerinde ki o yırtıcı bakışlardan, bilirdiniz. İnsan aşık olmak için olur mu, oluyor Hakim Bey. Onu gördüğümde çölde vaha bulmuş gibi oluyordum. Öyle güzeldi ki, sırf onu görebilmek için kırk takla atıyordum. Taklacı güvercinler arasında yarış düzenlense, açık ara birinci olurdum, iddialıyım bu konuda. O günlerde yolum epey uzamasına rağmen, onun evinin önünde geçerek gidip geliyordum okula. Sırf onu görmek için.  
Hulusi Kentmen: Evladım, zamanım kısıtlı sadede gel. Daha ‘Bilinç akışında oto kontrol’ üzerine, Hipotalamus’ta düzenlenecek seminere katılacağım. 
-Emredersiniz Hâkim Bey. Anlayacağınız onu seviyordum. Fakat bunları ona söyleyemiyordum bile. Bir süre çare aradım durdum. Bir gün evde müzik dinlerken, aklıma dahiyane bir fikir geldi. Gidip en yakın arkadaşına yani Bühtan’a bu durumu anlatıp, onun aracılığıyla açılacaktım. Gittim kıza anlattım ve aradan birkaç gün geçti. Tabi plan istediğim gibi işlemedi. Okuldan eve gelip giderken kullandığım dar bir sokak vardır. O gün sokağa girdiğimde benden yaşça ve kalıp olarak büyük çocukların sinirli bir şekilde beklediğini gördüm. Beni görünce birden üzerime çullandılar ve dayağa başladılar. Ama nasıl bir dayak; tekmeler, yumruklar havada uçuşuyordu. Bir ara Picasso tabloları gibi uzuvlarımın hürriyetlerini kazandığına eminim. Sonradan öğrendim ki bunlar gönlümün sahibi Hatice sultanın şehzade abileriymiş. Yine de, abime dövdürtmüştüm ama konumuz bu değil tabi. Kısacası Hâkim Bey, anlayacağınız bu olay bana deyimlerin önemini öğretti
(Bkz.Hatice’ye  değil, neticeye bak).

Hippi: Ne saçmalıyorsun?
Ne dediğimi biliyor muyum ben?
Hippi: Hâkim Bey, müvekkilimin yerine söz alabilir miyim acaba?
Hulusi Kentmen: Buyur evladım, konuş.
Hippi: Hâkim Bey, görüldüğü üzere müvekkilim akli melekelerini yitirmiş vaziyette ve bazı paranoyak sanrılarla mustarip durumda. Örneğin, şu an içinde bulunduğunuz salon gibi. Hem onun hem de bizim iyiliğimiz için, yüce mahkemenin müvekkilime bir vasi atamasını talep ediyorum.
Hulusi Kentmen: Müşteki taraf bu konuda ne düşünüyor?
Yürek: Hâkim Bey, bizim taleplerimiz gayet açık, sizin huzurunuzda vasi kişi aracılığıyla hayatına dair değişimleri gerçekleştireceğine dair söz verirse, uzlaşabiliriz.
Hulusi Kentmen: İki tarafın uzlaşı noktasını bulduğumuza göre, nihai kararın alınabilmesi için duruşmaya yarım saat ara veriyorum.

Rüya zaman birimiyle yarım saat, 5 dakikaya tekabül ettiğinden fazla beklememize gerek kalmadı. Hulusi Kentmen ve Erol Taş’ın salona girmesiyle yine eski havaya büründük. Kararı açıklıyorum. Onun bu sözüyle bütün salon ayağa kalktı ve pürdikkat dinlemeye başladı.
-Yaz kızım. 21. Yüzyılın meçhul bir diliminde, müphem bir mekânda topladığımız mahkemenin resmi kararıdır. Mahkememiz, müşteki tarafın tüm taleplerini haklı bulmuştur. İdrak Yasası’nın bana verdiği yetkiye dayanarak, ilgili madde ve maddenin fıkralarını ihlalden, sanık Kemal W’nun müşteki tarafın taleplerini gerçekleştireceğine dair bir taahhüt imzalamasına, karara ek olarak, sanık tarafın isteği de kabul edilerek, sanığın avukatının kendisine vasi olarak atanmasına, karar verilmiştir.

İnsanın en büyük kavgası kendi ile olandır derdi. Artık kavga sırası Kemal’deydi.

4 Şubat 2019 Pazartesi

Yazmak Üzerine


-I-

İçim eziliyor ve çaresizlikle sınanıyorum. Ne aşk, ne hayat gailesi, ne de öfkenin peşinde koşabiliyorum; kopmuş sanki içimden tüm bağları ve tutunmaya çalışan köklerine değin, çürümeye terk edip, gidiyor. 

-II-

Gece çöktüğünde ve karanlıkta sessizlik belirginleştiğinde; adımlarım gölgelerin arasına karışır. Ellerimden tutarlar ve bambaşka alemlere taşırlar. Zihnimi açan da gölgelerdir zaten. Bu resimleri seslerin arasına çıkaran, ardından kalemime mürekkep diye damıtan; yazdıklarımı bu kadar derinden gelir, duyabilirsin çırpınışlarını.

Ama yazmak bir varoluş şekli ya da reçetesinden, bir gelir kapısı ve reklam aracına dönüşmüşse: işte o zaman, tiksinti verici bir hal alır. Senin acılarını bayat bir üslupla taklit eden aşağılık mukallitlerin sözleri muteber sayılırken, senin yüreğinden serptiğin ucuz bir melodram olur. Mısralarında ya da satırlarında kalbinin atışları duyulanların, yerini görkemli gölgeler alır. Duyguların tahribi çürüyen evin duvarları gibi rutubet kokuları içinde yaşadığın hissini verir ama acının yerini ajite edilen sözler alıverir. Bu dram değil de nedir?

Her nehir yatağında akmalı; hem demir kendi suyunda dövülmeli; yazmak da yaşamayacak olanlara ait, mahsus olmalı. Eğer bir şeyi yapmadan yaşayabilirsen, onu yapman yaşayamayacak olanın hakkını çalmaktır. Fakat kalitesizliğin ve cehaletin yücelttiği çağımızda, çapsızlık ilkesel bir hareket olmuş durumda. Ey uğruna çağlar atlanan medeniyet! Soysuzların dilinden düşmüyorsun; Ey uğruna kandan nehirler akıtılan Medeniyet! Gömdüğün kurbanlarının omuzlarında yükseliyorsun!

-III-

Dostoyevski ve Nietzsche aynı soruyu sormuş: Tanrının mı insanı yaratması; yoksa insanın mı Tanrı'yı yaratması suçtu? Oysa sorulması gereken şuydu; insanın kendi yarattığı tanrıya tapması mı yoksa, kendi yarattığı halde bunu bile anımsamaması mı? İnsanın günahı, başkalarının gerçeklerine göre yorumlanır. Para tanrı ise, zengin olan cenneti satın alır. Tanrı yeryüzünden göğe yükseldi, yanına İsa'yı aldı; insan kendi tanrısını yaratınca, yalnızlığına bahaneler aradı. Oyuncağını paylaşmayan bir çocuğa değil de, Tanrı'ya yalvaran ama acılar içinde kıvranan bir çocuğa bak! Savaşların en onurlusu, yürekten dökülen gözyaşı gözyaşını vicdanıyla başbaşa kalanın içinde olanıdır aslında. 

28 Ocak 2019 Pazartesi

Kahraman Kültü ve Fedakar Ruh

Giriş

Herkesin bir kahraman, kurtarıcı beklentisi vardır. Bu kişinin kimliği, bireyin siyasi, kültürel ya da geleneksel inanışlarına göre şekillenir: Eğer dindar biriyse Mesih; eğer komünistse Che ya da Rose Luxembourg olabilir; ya da kitaplardan veya filmlerden gördüğü insanları rol model seçip, örnek alabilir. Bu insanları seçme sebebi ise, kendi benliğinde eksik gördüğü noktaları kapatmaktan aciz olduğunu düşünmesi ve bunu şahsi fedakarlığıyla yapmaktan kaçınmasıdır. Aslında bu kahramanlık, korkaklığın örtbas edilmesi için uydurulmuş bir statüdür. Yüceltenin gayesi de, yüceltilenin ardına aldığı rüzgardan kar çıkarıp yükselmektir.

-I-

Odanızın duvarlarını ünlü simaların posterleriyle doldurduğunuz zamanları düşünün. Hepimiz, parlak ışıklar altında görkemli ve ihtişamlı hayatlar yaşayan bu insanların yerine geçtiğimiz düşler kurardık. Ya da benlik arayışımız içinde idealimizi ararken, mücadeleci zihinlerin yolunda iz sürerdik. Çünkü birey olmak için ne yapmamız gerektiğini bilmemiz gerekir ve bu süreç, bizden evvel yaşayanları anlamaktan geçer diye düşünürdük. Aklımız, izlediğimiz filmler, okuduğumuz kitaplar ve dinlediğimiz müzikten buna dair ipuçları arardık. Fakat, ne yazık ki bu süreçte bilgi akışını olumsuz etkileyen manipülatif müdahalelere de maruz kaldık. İşte kahraman kültü böyle ortaya çıktı.

Yeterince güçlü bir iradeye sahip olmazsak; seçimlerimizin ve dolayısıyla hayatımızın kendimize ait hatta benzersiz olduğunu unutur asla öğrenemez ve başkalarının hayatlarının taklidinden ibaret hale getiririz. Sistemin ortaya çıkardığı insan bu sebepten ötürü birey değil, mukallittir: yani taklitçi. İster ki tek tip insan mümkün olduğunca sakin olsun ve uslu uslu kendisine sunulanı kabul etsin. Hayatını idame etmek, kararlar almak ve kendine bulmaktan imtina etsin. Kahramanlara sarılsın, onlarla yaşasın ve zihnini körleştirerek enerjisini tüketsin; basit bir denklem.

Kartondan kaplan tabiri, aslında arkası boş olan ama görünüşte heybetiyle görenlere korku salan kişileri tarif etmek için kullanılır. Kahraman Kültünün amacı da, aslında işlevsiz olan bir figürü kendi yararına çalışacak şekilde kullanmaktır. Tarihin tozlu sayfalarından aranıp bulunan bu isimler, popüler kültür unsuru haline getirilip pazarlanır. Bahsi geçen figür belki de gerçek hayatında bambaşka biriyken, sunulan kişi zararsız hale getirilir. Yaramazlık yaptıysa, bunu bile bir sektör halinde yaygınlaştırmak istenir. 

-II-

Kahramanlık düşmanlıktan da devşirilebilir; ya da sistem kendi sahte düşmanlarını yaratabilir. Burada kişinin düşünceleri değildir bahis konusu, kişinin yerine geçen gölgenin sadece görüntüden ibaret olmasıdır. Bir insan aranır ve bulunur. Spartaküs de olabilir, Abraham Lincoln de. Dönemsel olarak cepte tutulur ve uygun zamanlarda vitrine konulur; böylece kitlenin odağı haline gelir. O kişinin hayatı ya da fikirleri önemli değildir. O kişiyi markalaştırmanın getirisi belirleyicidir. Che Guevara, tişörtleri, şarkıları ve hatta ismiyle bile büyük bir maddi kaynak sağlar. Kapitalizm karşıtı olan bu ismin hayranları gider ve milyonlarca dolarlık bir havuz oluştururlar; Kapitalizm karşıtı oldukları halde! Filmler çekilir, karakter mevcut herhangi bir sistemle savaşır ve bu yolla sistem kötülenir ama ertesi gün herkes aynı sistemde yaşamaya devam eder. Çünkü bu bir arınmadan ötesi değildir. Bu samimiyetsiz bir teslimiyetin ifadesidir. Fakat isteriz ki birileri çıksın ve bunu değiştirsin: ama neden başka birileri?

-III-

Fedakarlık yüceltilen ve her daim üzerine afilli sözler söylenen bir eylemdir. Davası uğruna dövüşenler ya da bu uğurda toprağa düşenler unutulmaz. Geçen günlerde birçok kişi tarafından anılan Rosa Luxembourg’da bu kahramanlardan. Uğruna mücadele verdiği şeylere değinildi, hamasi nutuklar atıldı ve unutuldu. Tesla da bu kahramanlık timsallerinden. Hayatı anlatılırken icatlarını maddi çıkar güderek ortaya koymadığı, insanlık uğruna ömrünü adadığı birçok insan tarafından anlatıldı. Ama bugün Tesla’yı ananlar ve Edison’a serbest piyasa içinde emeğinin karşılığını almak istediği lanet edenler ne yapıyor? Tesla’yı satın alıp, Tesla’nın övülen yönüyle çelişiyorlar. Tesla fedakarlıkla anılırken, onlar Tesla kültünü yücelterek çıkar elde etmeye çalışıyorlar. Yani, figürlerle oynanan bir oyunda piyon oluyorlar. 

Ayrıca fedakarlığı hep başkalarından bekleriz. Biri gelsin ve bizi kurtarsın. Süpermen, kurtar bizi. Ama kimse o kişi olmak istemez. Çünkü elini taşın altına koyanı yüceltme çabası, onun aptallığına kinayedir. Onları uçurtma gibi rüzgarın karşısına dikeriz, onlar yıpranır ve rüzgarın hıncını göğüsler ve yükselen uçurtmada hiç emek sarf etmeden yerimizi alırız. Bilhassa kolektivist hareketler bu tutuma çok fazla başvururlar. ‘Ben’ yerine ‘Biz’ vardır; ben değil bende vardır. Hamaset ile coşkun duygular harekete geçirilir ve biriken öfkeyle nevrozlar arındırılır. Birey olmaktan, kendini ifade etmekten yoksun insanlara, önemli olma fırsatı sunulur. Bir hedef vardır ve bu hedefin gerçekleştirileceği uzak gelecek tasviri uğruna kurban törenleri gerçekleştirilir. Fedakarlık övülen bir eylemdir; bu törenlerde ve kendini feda eden kişinin ilgili eylemi de kutsanarak özendirilir. 

Fedakar ruhlara sunaklar adanır. Bu isimlerin varlığı, hepimizin ortak varlığının bekasını sağlar. Bununla birlikte, arka planda kalan sözlerde asıl amaçlar gizlidir. Kahramanlar yaratmak, kahramanlık destanları söyleyerek kitleleri efsunlamak; bir manevi arayış değildir, bilakis propaganda sanatının en temel ilkelerinden biridir. Güç istenci ile yanıp kavrulan irade, kendisinden daha güçlü mutlak başka bir iradeye intisab etmeyi ya da onun hayalle ve kurguyla yeniden düzenlenmiş anısından güç almayı arzular. Bu arzunun asla sonu yoktur, çünkü insan var oldukça bencilliğiyle istemeye devam edecektir. Ve arzusunun peşinde yiten insanın yarattığı kahraman, kendi korkaklığı ve acziyetini perdeleyecek gölgeden ibarettir. 


19 Ocak 2019 Cumartesi

Geceye Not - 7


-I-

Bir bulut izliyor yolumu, bir gölgeye kısılıp kalmışım; güneş uğramayı mı unuttu yoksa ışık artık orada değil mi? Melankoli işte bildiğin gibi, nereye bakarsan gördüğün kadarını yaşamın muhtevasını tekabül edecek şekilde yorumlarsın, ardından geçersin kağıdın başına ve büyük sözlerle meramını aktarırsın. Kağıt kirlendikçe zihnin berraklaşır, kağıda aktıkça zehir, ışık daha da parlaklaşır. Yazmak dediğin eylem insanın kendi bedenine soktuğu toksini imhası değil midir zaten. Hangi yazar ya da şairin hayatı yazmanın faydasını, erdemine yeğlememiş? Işığın vurduğu yüzey soğruldukça ortaya görüntü çıkar; yazarın içinde toplanan zehir de ortaya yazını çıkarır.

-II-

Bazen kapını sonuna kadar açarsın, dönüp bakan dahi olmaz; bazen de kilitler vurursun boydan boya, kapının çalındığını duyarsın. Kapıyı açmak mı yoksa duymazdan gelmek mi gerekir? 
Dünyanın en büyük romanlarından Savaş ve Barış'ın yazım süreci, aslında basit bir makaleden tarihi bir romana sürükleniş hikayesidir. Tolstoy, yazmak istediklerini öğrenirken daha da fazla bilmeyi arzulayınca, önünde ardı ardına kapılar açılır. Ailesinden kalan kütüphanesinde yirmi binden fazla kitabı olan bir kitap kurduna eğer doğru bir hedef sunulursa neler yapabileceğinin ispatıdır.

Isaac Asimov kitaplarla ilişkisini yemeklerle ilişkisine benzetirmiş. Zihnini bedeni kadar beslemeye gösterdiği özeni anlıyoruz böylelikle. Babasının kendisine aldığı ilk üyelik ile kitapla tanışan Isaac, dünyası ötesinde dünyaları keşfettiği ilk günden yaşamını yitirdiği güne değin atan damarı sağaltmak çabasında değil miydi?

-III-

Gecenin kanatları vardır, bir anda yeryüzünden soyutlar. Sesler büyür, düşünceler belirginleşir. Duygular ve özellikle yalnızlık kemikleşir, batar durur. Özlem eski bir yara misali sızlar, nefret tüm bedeni katederek zihni yoklar. Gemsiz bir at koşturur damarlarında ve ister ki tükenene kadar durmasın. Bu oyunun kazananı yoktur, bağımlılık yapar. Delilik çıkarır kafesi aniden ve kafese girenin sürgünü başlar. Oyunun kuralları ve oyuncuların niteliği, oyunun her durağında değişir. Delilik bir an değil, belirli geçişlerle sürekliliği arayan ama bulamayan kişidir. Acının yoğunluğu değil yani sürekliliğidir ve acıyı kesmek için, acının bilinmezliğiyle sarmalanmış hayatlar inşa edilir. Kelimeleri salar, başıboş bir halde koşmaya başlarlar. Ve bir anda cümleler inşa olur. Sarsıntılar, yıkıntılar arasında keşfedilen anılar:
Damarları kuruduğundaysa, yaşama dönme imkanı bulunur. 

Resim: The Face of War - Salvador Dali(1940)

18 Ocak 2019 Cuma

Geceye Not - 6

Gece çöktüğünde zihnim kabuk değiştirir. Sanki yönetimi ele geçiren üst bir insan, kendi yolunda yürümeyi telkin eder, gösterir. Beynimin basıncı artar bazen, düşüncelerin sıkıştığını hissederim. Paramparça olacakmış gibi, kişiliğim düşüncelerin arasında köşe kapmaca oynar. Diğer zamanlarda ise geniş bir ovanın aydınlık manzarasını seyredercesine ferah olur. Rahatladığımı, güçlendiğimi ve yerimi bulduğumu düşünürüm. Bu durum ister istemez yazımımı da etkiler. Sıkıştıkça kelimelerin de boğulduğunu, zincirlerinden kurtulmaya çalışan fakat direndikçe çukura daha fazla batan zayıf köleler olduklarını sezerim. Beklerler ki birisi gelsin ve zincirlerinden kurtarıp, mahir elleriyle onlara yol versin. Öte yandan özgürleşmişse ve o aydınlık ovaya atmışsa adımını, kelimeler kağıdın üstünde adeta raks ederler. Sanırsın hayat tozpembe; izler ve mutlu olursun. 

Tüm bedenim bu temel değişimin arasında kalıp, kendini aramaktan ibarettir. Yazmak, izlemek ve konuşmak tamamen bunu çözümleme çabasıdır. Okumak, okuduklarını anlamak aslında kendine bir kapı aralama isteğidir. İnsan en çok kendini tanır fakat bununla birlikte en çok da kendine yabancıdır. Yargıları da bu öznel yorumla ortaya çıktığından, aynaya ihtiyacı vardır. Benim aynam, kırık dökük; tutarım kendimi ve gördüğüm yalnızca kırıkların arasından sızan darmadağın bir surettir. Parçalandığı yerlerden okşanmak istenen ama sarmaya da sarılmaya da ne cesareti ne de hevesi olmayan safiyane bir yürektir. Bir bütün halinde bozuk yansılar uyandıran, gölgesi bile toprağa kuraklık getiren; değişimin sertliğini görüyor musun? Beynin iki lobu arasında sürekli olarak gezinen ama yurdunu bulamayan o gezgin, gezenti işte benim...