"Sensiz ellerim üşür, içerimde kar yağar."
Adsız - Cem Karaca (1975)
Onu o uzak şehrin otogarında uğurladıktan sonra, istasyonun loşluğunda asılı kalan birkaç saniyeye tutundum. Otobüsü çoktan kalkmıştı, ancak ben hâlâ peronda, onun gölgesinin son izinde duruyordum. Sanki arkamda bir boşluk, önümde geri alınmaz bir suskunluk kalmıştı. Zaman geçmek bilmiyor, mekân kimliğini yitirmişti; akışın dışında kalmakla akış içinde boğulmak arasında gidip geliyordum. Kendi otobüsüme giderken haliyle yürümüyor, çaresizce ayaklarımı sürüyordum. Yaşadığım bir ayrılıktan çok daha fazlasıydı. Bunu içten içe sezinliyordum. Sarsıcı bir kopuşun yol açtığı yıkım parça parça döküyordu kendini ortaya. Çatırdayan bir şeyler vardı orası kesin. Yalnızca ne olduğunu henüz tam olarak kestiremiyordum. Epeyce vakit yürek tabirini genellikle romantik çağrışımlar için kullanılan bir klişe olarak görürdüm; ta ki sahici sarsıntılarla göğsümde beliren sıkışmayı hissedene dek. O an vuku bulan hadise benliğimin surlarının dağılışıydı ve öylece izlemek zorundaydım.
Yolculuk yaklaşık on bir saat sürecekti. Koltuğum önceden belliydi. Tekli koltukta, orta sıralardaydım. Cam kenarı, önümde küçük bir ekran ama benim aklımda hüzünlü şarkılar. Yanımdaki çiftlik koltuğun koridor tarafına genç bir çocuk oturdu, kulağında kulaklık, elleri telefonunda. Başını kaldırmadan kulaklığın sesini kısarak bir anlık bakış attı. Sonra yeniden kendi sessizliğine döndü. Benim sessizliğim ise... Öyle bir şeyden söz etmek pek olası değildi doğrusu. İçimdeki kalabalıkla dışımdaki insan suretleri çarpışıp duruyordu ve ortasında yok olmamak için çabalıyordum. Hayat bu muydu yoksa?
Otobüsün kliması dışarıdaki dehşet sıcağı iyi bastırıyordu; ancak o bilindik koltuk kokusu sinmişti her yere: seyahatle harmanlanmış yorgunluk, plastik başlıkların altına sıkışmış zaman, geceden kalan uykusuzluk. Aralık perdeden gün ışığının henüz öğle sıcağını yaymayı sürdürdüğü dağların yamaçlarını izleyerek gidiyorduk. Koltuk arkama tam yaslanmıyordu. Uykusuzluğun ve o eksik vedanın birleşimiyle ne zaman gözlerimi kapatsam bakışları beliriyor; pişmanlığın sağır edici yankısı zihnimi bulandırıyordu.
Genç muavin mikrofona geçti. Önce emniyet kemeri uyarısını yaptı, ardından mola saatlerini ve varış noktasını söyledi. Sesi ne çok yüksek ne de çok ilgisizdi; belli ki bu anonsları yaşına karşın yüzlerce kez tekrarlamıştı. Sonra yılgınca arka bölmeye doğru ilerledi. Orta kapıdan servis aracını çıkardı ve usulca hazırladı. Ardından tekrar şoför tarafına kadar ilerledi ve sırayla yolculara yiyecek-içecek dağıttı. Ön koltuktaki yaşlı kadına şekersiz meyve suyu uzattı, kadın teşekkür etmeden aldı. Ben hiçbir şey almadım; teşekkür edecek hâlim yoktu. Yol arkadaşlarıyla göz teması kurmadım. Arka sırada orta yaşlı bir çift fısıldaşarak konuşuyordu, sağ çaprazımda yaşlı bir kadın dizlerine örttüğü hırkasıyla camdan dışarı bakıyordu. Herkes kendi dünyasındaydı.
Mola yerine vardığımızda akşamüstü olmuştu. Dinlenme tesisinde belirmeye yüz tutan sarı ışıklar altında titreyen tek tük sigara dumanı ve lüks tesise ihtiyaçlarını gidermek için koşturan insanlar... Tuvalet sırası uzundu. İçeri girmedim. Sadece yürüdüm. Ayaklarımı hareket ettirmek, beynimde dönen o konuşulamamış cümleleri susturuyordu bir nebze.
Otobüse döndüğümde yan koltuğumdaki çocuk hâlâ telefondaydı. Kafasında kapüşon, yüzü gölgede. Kendi yalnızlığımı onun sessizliğinde buldum niyeyse. Sustuğu yerden haykırmaya can attıklarımı gördüm. Beklenmeyen rastlaşmalar. Şansın eseri bu olsa gerek. Otobüs yeniden hareket ettiğinde uyuyamadım. Farlar, tüneller, köprüler… Bazen tek şeritli yolların kenarındaki tabela ışıkları: “Yavaş gidin, sizi bekleyenler var.” İçimden geçirdim: beni bekleyen kimse yok. Ben beklediğim yerde kaldım zaten.
Otogar yoluna girdiğimizde camlar buğuluydu. Muavin uyanmamışlara seslendi, bavul fişlerini eline aldı. Araç tamamen durmadan birkaç kişi ayağa kalktı. Muavin, inenlere eşyalarını uzatırken isim sormadı, sadece numara söyledi. Benim çantam gecikti, arka bölümden çıkardı. Kendi şehrime vardığımda saat neredeyse sabahın dördüydü. Ne gece kalmıştı ne de sabah gelmişti. Zamanın kendi bedeninden sürgün edilmiş bir saatti. Taksi durağına yürüdüm. Elimi kaldırmamla birlikte yaşlıca bir şoför yanaştı. Arka koltuğa binmedim bu kez, ön koltuğa oturdum. Sırtım ağrıyordu. O da memnundu bu seçimden.
“Yol uzun muydu?” diye sordu.
“Kafamda daha uzundu,” dedim.
O anlamadı tabii, gülümsedi sadece. Radyoda bir spiker sabah programını açıyordu. İstanbul’un sabah trafiğine dair bir şeyler söylüyordu. Oysa bu şehir hâlâ uykudaydı. Sadece ben değil, caddeler de yalnız görünüyordu. Işıklar sarıydı, caddeler boştu. Şoför bir şeyler anlatmaya devam etti. Dinlemedim. Dinlemek istemedim. Yol suskunlukla giderek kısaldı.
Eve vardığımda anahtar elimde titredi. Bu titreme aşina olduğumdan farklıydı. Daha yakıcı bir hayal kırıklığı varlığını gösteriyordu. Güç bela başardığımda kapının kilidi dönmedi evvela. Sanki o eşiği aşarsam her şeyi kabullenmiş olacaktım; duraksadım. Bir an sonra gerçeğin hükmüne boyun eğdim. Karşımda manzara aslında ardımda bıraktığımdan hiç farklı değildi. Sağımdaki ahşap portmanto, karşımdaki salon duvarına asılmış tablolar, yerdeki fabrikasyon halı... Oysa görmemle içimde öyle kesif bir acı belirdi ki, başımın dönmesiyle kendimi zor tutabildim. Kendimi toparlar gibi olunca ayakkabımı savurarak salondaki koltuğa çöküverdim.
Işığı açmadım. Karanlıkla birlikte kalmak daha dürüst geldi. Perdeler aralıktı. Şehir uykudaydı. Fakat uyku nazarımda acıya aralanacak kapıydı. Pencereden baktım. Karşı apartmanın camında bir silüet belirdi. Perdeyi aralayan ince bir el. Kim olduğunu seçemedim. Belki de kimse değildi. Yalnızca geçmişin, göz kapaklarıma yansıyan bir hayaliydi. Oysa parmaklarını görmüştüm. Kırmızı ojeler... Kendimi ona bakarken buldum yeniden. Bu esnada gözüme vitrindeki Dostoyevski kupası çarptı; yaşanması mümkünken yaşanamamış mutluluklar, dedim içimden; en büyük acı bu muydu sahiden?
Mutfakta duran kahve makinesi hâlâ fişteydi. İçindeki su kokmuştu. Zamana karışmış bir pas, unutulmuş bir sabahın izi gibi. Düğmesine bastım. Çıkan ses, suskunluğu hoyratça tarumar etmişti. Kupamı yıkamadan elime aldım. Dudaklarımdan boğazıma akan sıvı hiçbir şey ifade etmiyordu. Yalnız mekanik bir eylemi gerçekleştiriyordum işte. Ona anlam katan detayları yitip gitmişti.
Bu tatilin bana iyi geleceğini, hayatımı değiştireceğini düşünmüştüm. Birbirimizi uzaktan tanıyan iki yüreğin, sustukları kadar konuşacakları içli bir kavuşma olacaktı. Oysa o deniz kenarındaki kasaba, umut değil, sessizlik taşımıştı içimize. Cümlelerin arasında bulduğumu sandığım o yakınlık, gerçekte bir mesafenin yankısıymış ve işin acısı bu mesafeyi açan da kendi ahmaklığımdı. Hayattan kaçmaya o kadar alışmıştım ki, korkularıma arzularım ve sevgim de karışmıştı işte. Onu da hayatın bir parçası olarak kendimden uzaklaştırmayı başarmıştım.
O üç gün boyunca ne kadar sustuysak, şimdi içim o kadar gürültülü. Onun gözlerindeki çekilme, ses tonundaki uzaklık, yan yana durup ayrı düşmenin en keskin hâliydi. Ben hâlâ aynı yatakta, aynı sandalyede, aynı sofradaydım... Oysa o çoktan gitmişti. Her şeyi onardığımı sanırken, daha da kırmıştım. Tatil bitince dönmedik. Sadece kendi sessizliğimize gömüldük; yahut ben öyle sanıyorum. Onun açısından nasıl cereyan ettiğini asla bilemeyeceğim. Merakım, özlemim, endişem, kalbimdeki kırıklar ve ruhumdaki savrulmalarla onu kendi yansımamda yaşatmaya çabalıyorum. Artık o kendinden ötede farklı bir hayalde varlığa büründü.
Çünkü bir şey yapmalıydım: Konuşmak mümkün değildi artık; bir sesim kalmamıştı ve içimde dönüp duran cümleler dışarı çıkmak için adeta yalvarıyordu. Elimi çekmeceye uzattım. Kâğıdı, kalemi aldım. Belki de kelimeler sesle değil, kâğıtla buluşmalıydı. Ona bir mektup yazmalıydım. Asla göndermeyeceğim bir mektup. Sadece içimde taşıyamadıklarımı dökebilmek için.
Saatin kaç olduğunu bilmiyordum. Camın önündeki kedi bile gelmemişti bu gece. Dışarıda sokak lambalarının titrek ışığı, içeriye uğramadan geçip gidiyordu. Yalnızca kendi yansımam vardı pencerede. Ona uzun uzun baktım. Tanıdığım biri değildi. Zaten kendimi hiç tanıyamadım. Asla kabullenmedim. Taklitle aslını birbirine katmakla yetindim. Gözlerimin içine baktım. İçimde sustuğum tüm zamanların yankısını gördüm.
Bir süre son yazmayı bıraktım. Ellerim, az önce tuttuğum kalemin biçimini hâlâ avucunda taşıyordu. Sırtımdan aşağıya doğru, içimde henüz adı konmamış bir eksikliğin soğukluğu indi. Kalbim ritmini kaybetmiş gibiydi. Gözüm pencereye kaydı. Sokak lambalarının titrek ışığı ağarmaya başlayan günün tesiriyle parıltısını yitiriyordu. O an yazmanın insanı nasıl değiştirdiğini düşündüm niyeyse. O da yazıyordu, ben de. İkimiz bu koca dünyada yalnızdık, yaralıydık ve yazmayı yaşamın katlanılabilir haline ulaşmak için vesile kıldık. Hayat farklıydı oysa. Onsuz da yaşayabileceğimi ama hayat ve anlamını arayışımda onun ne kadar güzel bir yoldaş olacağını yüreğimde hissettim. İşin acısı belki de yoldaştan ibaret değildi. Yolun kendisiydi de... Ne yapacaktım şimdi? Yolum olmadan nereye varacaktı bu karmaşa? Bazı kelimeler yalnızca kâğıdın tenine değince duyulurdu. Ya yüreğe dokunanlar?
Sabahın gelişiyle ilk kez kararan bir güne uzanarak gözlerimi kapadım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder