5 Temmuz 2025 Cumartesi

Rüyanın Sonu: Bölüm 1 - Hiç Sevmediğim Sabahlar

 

"Bazen insan öyle özlenir ki, özlenen bilse yokluğundan utanır."

Aziz Nesin

Hayatımı kötü yaşadım.

Bu cümle bir başlangıç değil; bir düşüşün derinlerin savrulduğum karanlığın, içime sindire sindire işlediği o derin çöküşün yankısı. Ne bir itiraf, ne de bir özür. Daha ziyade gecenin ortasında usulca yakalayan ve sabaha dek boğazıma düğümlenen ağır, kesif bir sancı. Sessizce kanayan, sustukça çoğalan, her gün biraz daha içeride biriken tarifsiz boşluğun "ben buradayım" deme şekli. Bazen yüksek sesle tekrarlıyorum. Sanki kelimeyi dışarı atarsam, içimdeki suç azalacak sanıyorum. Azalmıyor, bilakis derinleşiyor. Bazı cümleler yara kabuğu değil anlayacağınız, bizzat yaranın kendisi.

Uyandığım yer yatak değildi bu sabah. Daha doğrusu, bedenim bir yatakta kıvrılmıştı ama uyanan sadece gözlerimdi. Bilincim geceden kalma bir pusun içinde asılıydı. Uyku, bedenle ruh arasındaki bağ gevşediğinde gelir, derler. Bende o bağ çoktan çözülmüş. Geceler boyunca hiçbir yere gitmeyen bir zihnin sabaha ulaşması mümkün mü? Uyumuyordum; sadece göz kapaklarımın ardında çırpınan düşüncelerle boğuşuyordum. Sabah asla kapımı çalmıyor; üzerime kâbus misali çöküyor.

Hayallerle çıktığım eve onları hunharca parçalayarak dönmüştüm. Zamanın göreceliliğini ilk elden deneyimleme fırsatı bulmuşçasına parçalanan kalbim ve zihnim arasında mekik dokuyordum. İnsanı bu denli ayrıştıran tercihlerin kefareti hayli ağır oluyormuş sahiden. Sadece taş gibi ağır bir bedenim ve duvar misali suskun ifadem kalmıştı geriye. Sonrası boşluk, sessizlik, o artık açılmayan camlar, yerinden kıpırdamayan nesneler... Anahtarı çevirirken hissettiğim şey aşina olduğum odanın bekleyişi değil, yaşamın çoktan benden vazgeçmiş hâliydi. Kapı açıldığında karşımda duran yalnızlık... Karanlık olduğu kadar kasvetli ve tanıdıktı. Olmak istediğim kişiye giderken öldürmek istediğimle kalmıştım. 

Eşyalar yerli yerindeydi. Kitaplar raflarında, kupalar mutfakta, yastıklar eskisi gibi biçimsiz. Fakat renkler yeniden silikleşmiş, şekiller donuklaşmıştı. Bu ev artık bana ait değildi. Ya da ben o artık eski kendime ait ne varsa kabullenemiyordum. Yani ben hiçbir yere ait değildim. Yitirmiştim bağlarımı. Oysa bilirdim, dönmek bir varoluş biçimidir. Ancak kendime bakıyordum anlıyordum; her seferinde döndükçe kayboluyordum. Kayboluşların nihayetinde ise eksiliyor, azalıyordum.

Ayakkabılarımı çıkarmadım. Sessizce salonda dolaştım. Halının kıvrılmış kenarına takılan topuğumdan, bir zamanlar kahkahaların yankılandığı bu evin artık mezara dönüştüğünü hissettim. Raflarda toz tutmuş bir kitap gibi hissediyordum kendimi. Yalnızlık, görünmezlik değil; bizzat bakılıp da görülmemekti. Her duvarda ahmaklığımın yankılanışını işitiyordum. Burnuma değen her kokuda saç tellerini öpmek istediğim geceye yayılan kokuyu duyuyordum. İçimde kırık dökük ne varsa, o duvarlara çarpıp geri dönüyordu. Görülmek değil, anlaşılmak istiyor ama anlaşılamayacak kadar dağıldığımı anlıyordum.

Ellerini anımsadım kokusu zihnimde yer edince. Hastaydı, ojelerini bile sürmekte zorlanmış olduğu belliydi. İnce parmakları zarafetle serilmişken yastığa, bileğini okşayarak ayasına dokundum ve elini tutmak istedim. Teninin yumuşaklığı kendi kaba tenimden iğrenmeme ama bir yandan da daha sıkı sarma isteğiyle dolmama yol açtı. Utanarak da olsa başımı kaldırdım. Hafiften arkaya doğru atmıştı başını ama yüzü bana dönüktü. Dudakları… Ömrümce çizgilerini seyretmek istedim o an. Her şey o iki dudağın birleştiği ve ayrıldığı anlarda belirleniyordu sanki. O dudaklar sihirliydi, o dudaklar celladım ve kurtarıcımdı. Yüreğime dolan ya da yüreğimden kopanların kaderini belirleyendi. Bir kelime bekliyordum. Bir kelime yalnız. Tüm zincirlerimi kırıp atacaktı. Hâlbuki o kelime çoktan söylenmiş hatta daha fazlası da yaşanmıştı. Sadece duymamıştım, duymayacak kadar kendime gömülmüş ve şimdi de orada kalmaya mahkûm edilmiştim. Bu bir lanet değildi haliyle. Kendimi sürüklediğim sürgündü.

Kahve makinesi hâlâ fişteydi. İçindeki su ağırlaşmış, kokusu metalik bir yalnızlığa dönüşmüştü. Düğmesine bastım. Haznesinden yükselen ses, içeride boğulmuş bir günün pes perdesiydi adeta. Kupamı yıkamadım. Dudaklarımı nemli bir pişmanlığa bastım. Ellerimin titrediğini fark ettim. Onun bedenini sararken de böyleydi. Ya ağırlığımı veriyor ve onu rahatsız ediyor ya da kendimi âna bırakamayacak kadar kaçıyordum; utançtan, yetersizlikten, geçmişten sızan o iğneleyici histen geliyordu bunlar. Aynaya bakamadım. Yüzümü geçmişin enkazı gibi görmekten korktum.

Otuz üç yaşındayım. Ne bir unvanım var, ne bir aidiyetim. Başarının bana uğramadığı, yenilginin bile lütfedilmediği bir hayat sürdüm. Utangaçlığın dilini konuştum yıllarca. Kalabalık sofralarda tek lokma yutamadan oturdum. Lisedeyken bir kız elime dokunmuştu; neden diye düşünürüm halen. Neden bana dokunur ki bir insan? O soru büyüdü sonra. Neden ben, neden tüm bu yaşamın içerisindeyim ve neden bu parça yerine bir türlü oturmuyor? Yaşam dediğinde hayatla ayırmak gerektiğini bilirim mesela; biri tüm varlık döngüsünü ifade ederken, öteki benim şu kahve makinesinin başına gelişlerimi anlatır. Ne ö önemi var öyleyse? Tüm dönüşler kendinedir, diye bitirebilirim. Sorun nereye döneceğimi bilememem. Ben kimim?

Terminalde karşılaştığımız âna dönüyorum ister istemez. Çok hayal ettim gece boyu. Uzun uzun hem de. Oysa asla beklediğim gibi değildi. Elinde küçük bir çanta, gözlerinde ise çoktan söylenmiş bir cümlenin yankısı vardı. Adımlarını izledim, bana yaklaşmasını seyrettim ama o an, hâlâ uzaktaydık. Sarıldık. Vücutlarımız temas etti; ancak kalplerimiz ayrı yönlere savruldu. Yorgundu. Bedeni kadar bakışları da tükenmişti; sanki yalnızca bir gece değil, bir ömrü geride bırakıyordu. Gülümsemesi, bir misafirliğe katlanır gibi aceleciydi. Gözlerime uzun uzun bakmadı. Bir şeylerin doğru olmadığı ortadaydı. Ya da doğru olmadığını yeni mi fark ediyorduk? İkimiz de gerçekle mi tanışıyorduk yoksa? Yıkıcı olan da buydu sanırım.

Yol boyunca camdan dışarı baktım, o uyudu. Sessizliğimizin içinde bir şey vardı. Sadece susmak değildi bu; bir veda biçimiydi. Elini tutmak istedim. Sarılmak ve başını göğsüme yaslamak. Gözlerini huzurla kapaması için. Fakat yapamadım. İçimden bir ses durmamı söyledi. Sanki hâlâ orada, terminalde, ayakta duruyordu aramızdaki o boşluk. Onu ilk defa gerçekten görebilmek için yanındaydım, hem de hiç olmadığım kadar ama çok geç kaldığımı hissetmiştim belki de. Bazı bağların koptuğunu idrak edememiştim. Gerçi onun için farklıydı. Görecektim.

Odaya girdik. Karanlık değildi ama loştu. Gün ışığı tavana vuruyor, gölgeleri uzatıyordu. Perdeler kapalıydı. Üzerimizde yol yorgunluğunu da aşan bir yorgunluk vardı. Huzursuzluk, belirsizlik, gerginlik... Uzun zamandır inşa ettiğimiz ne varsa sessizce içimize kurduğumuz o düşten uyanmanın yorgunluğuyla sarsılıyordu. 

Yorgunluğunu uykuya bağışlamak istercesine uzandı, yanaştım. Sırtı bana dönüktü. Bir anlık cesaretle kolumu uzattım. Omzuna dokundum. Hafifçe sarıldım. o bedenin içinde başka bir uzaklık vardı. Teninde beni durduran şey soğukluk değildi; çağrılmamış biri gibi hissettiren bir boşluktu. Sessizliği dinledik uzun uzun. Dışarıda hiçbir ses yoktu. İçerideyse sadece kalp atışlarımız birbirine değmeden çarpıyordu.

Yakınlaştık. o yakınlık ne tutkuydu, ne de arzunun dansı. Daha çok bir vedanın, henüz söylenmemiş son cümlesiydi. Ten teması değil, iç içe geçmiş iki yalnızlığın birbirine sokulmasıydı belki de. Ona bakmaya cesaret edemedim. O da gözlerini kaçırdı. Sanki aynı odada değilmişiz gibi, ayrı rüyalarda yürüyorduk. O gece dokunduğum şey onun bedeni değildi. Korkularımla yüzleşmek üzereydim.

O an fark ettim: Onun sessizliğinde, benim sustuğum her şey yankılanıyordu. Parmaklarımın geri çekilişinde, kalbinin bana kapanışını hissettim. Beraber kurduğumuz hayallerin altını çizerek çizdiğimiz o sessiz sığınağın—içinde kuytu bir kahve köşesi olan, sabah ışığını en iyi alan o pencere önüne kuracağımız, lavanta kokulu, kalın perdeli, zamanın bile yavaş aktığı o evin—birdenbire silindiğini hissettim. Duvardan duvara kitaplarla döşenmiş bir oda düşünmüştük: Sessizliğin yankılandığı bir kütüphane. İçinde çalışmamız için büyük, ağır, ceviz ağacından bir masa hayal etmiştik; üzerinde kalemler, kitaplar, dosyalar, birkaç dağınık not, pencerenin kenarına ilişmiş iki fincan... Mabedimiz olacaktı, sığınacaktık. Akşamları oturma odasında koltuklara kıvrılıp birlikte film izleyecek, sonra tek bir battaniyenin altına sığınıp kitapların arasında kaybolacaktık. Birlikte sustuğumuz anların bile dili olacaktı. Hatta oyun konsoluna bile gülümseyerek tamam demişti—çocukluklarımıza uzanan küçük bir köprü gibi. Her biri, o gece elimden kaydı gitti.

Son sabahta öncelerine göre çok daha az konuştuk. Zira öncesinde kabullenmeyerek kendimi yok edecek kadar zorlamıştım onu. Gözlerindeki hayal kırıklığının sesini ancak şimdi işitebiliyorum. Ağlamak bile bazen bunu ifade etmeyebiliyor. Belki de bundan ötürü hiçbir şey söylemedik. Ellerim birbirine dolaştı, kendimi kaybettim ve dağıldım. Beni bir arada tutan bağ oymuş gibi. Otobüse bindiğinde camdan bana bakmadı. Ben de el sallayamadım. Vedaları sevmezdim bilirdi; son kez kokusunu içime çekemedim.

Yolu ev bilene yolculuk gurbet sayılmaz. Oysa benim için ev artık gerilerde kalmıştı. Otobüs kalktığında ondan uzaklaştığım her anda kendime de uzaklaşıyordum. Bunu içten içe hissediyordum. Aramızda yüzlerce kilometre varken kalplerimiz bağlıydı; şimdiyse bir daha asla onmayacak yaraların sardığı iki ayrı ruhtan ibarettik. Onu son gördüğümde bir insan hem nasıl bu kadar tanıdık hem de bu kadar yabancı olur demiştim. Cevabı basitti: Mesafeleri ölçmek yürek işidir ve o benden usul usul koparken atmadığım adımların vebalini ödüyordum şimdi.

29 Haziran 2025 Pazar

Kayıp Zamanın Gizinde'ye Mütevazı Bir Giriş

Bir Varoluş Denemesine Sunuş

Birazdan okuyacağın metin, ilk bakışta bir romana benzeyebilir. Belki bir hatırat, belki de uzun bir iç monolog gibi de okunabilir. Ancak ne bir türe, ne bir zamana, ne de bir kalıba sığmak ister. Tıpkı hayat gibi: belirsiz, kırılgan, dağınık ve çok katmanlı.

Kayıp Zamanın Gizinde, boşlukla yüzleşmeye cesaret edenlerin metni. Kimi zaman bir kitaplıkta, kimi zaman lavanta kokulu bir anıda, bazen de griye çalan bir Bela Tarr kadrajında gezinirken; anlatıcıyla birlikte kendi zihninizin ara sokaklarına uğrayacaksınız.

Burada cevap yok; sorular var. Zafer yok ama direnişin izleri var. Kahraman yok; yalnızca düşüşünü estetikleştirmeye çalışan bir "tutunamayan" var.

Anlatıcı, yani Mürsel, kütüphane kartlarıyla değil, hatıralarıyla mühürlü bir zamanı kurcalıyor. Bir kedinin tüylerinde, bir caz melodisinin kıvrımında ya da bir çocuğun düşürdüğü dondurmada... Siz de onunla birlikte düşünmeye, sorgulamaya, unutmaya ve hatırlamaya davetlisiniz.

Bu roman yayınevlerinin klasörlerine sığamadı. Dikkate alınmadı, bekletildi ve kendine yer bulamadı. Şimdi belki de olması gereken yerde: okurun karşısında. Sahiplenilmek için değil, anlaşılmak için.

Çünkü bazı metinler okurunu beklemez. Kendine çağırır.

Sen de burada olduğuna göre, bu çağrıya kulak verdin demektir.

Hoş geldin.

Emre Bozkuş

------------------------------------------------------------------------------------------------

Bölüm 1

Boşluğun Çığlığı

Size hikâyemi anlatmak isterim. Fakat merak etmeyin, sizi uzun betimlemelerle ya da sıkıcı tasvirlerle uğraştırmayacağım. En azından elimden geldiğince. Gerçi bazılarına göre edebiyatı çekici kılan etmenler bunlar ama kimin umurunda! Her şey zaten gözünüzün önünde, ne gereği var tekrar etmenin? Neyse, ne diyordum. Ha, hikâye! Okuyor olduğunuz metnin yegâne amacı yalnızca düşüncelerimden arda kalan boşluğu sizinle paylaşmak ve anılarımdan yola çıkarak birkaç dersi tekrar ederek sınıfta kalacak olanları kurtarmak. Tıpkı örtük perdeler gerisinde yatağından seslenen Proust misali; içine biraz da Oğuz Atay katacağım baharat niyetine. İlginizi çekmiyorsa şimdiden bırakmanızı tavsiye ederim.

Hâlâ burada mısınız? Hayret! Muhtemelen enflasyonun makûs talihi ve tarihinin elzem parçası olarak verdiğiniz paraya kıyamıyorsunuz. Bunu anlıyorum, normal, umarım böyledir; zira diğer seçenek pek iç açısı değil. Öyle ki içinizde yatan çılgın kâşifi bir türlü susturamıyor, ilgi çekici her başlangıcın yol açtığı gizemin peşinden sürüklenmeye karşı koyamıyor ve tavşan deliğine düşmekten kendinizi alamıyorsunuz ama endişe etmeyin, insanoğlunun merak dürtüsü olmasa medeniyet nasıl kurulurdu, değil mi? Gerçi kurulmasa daha iyi olurdu diyenlerinizi duyar gibiyim; duyar kasmayalım lütfen! Merak iyidir, merak candır, meraksız hayat çiçeksiz ağaca benzer, hatta merak insanın kendine yakışanı aramasıdır, falan filan… Hadi yine iyisiniz, bugün de burnunuzu her halta sokmanın bahanesi çıktı. O halde devam edelim madem.

Hayat nedir, hiç düşündünüz mü? Tabii ki düşündünüz, kim düşünmedi ki! Ama bu soruya genelde iş çıkışı, trafik sıkışıklığında ya da bulaşıkları yıkarken cevap bulmaya çalışıyoruz. Belki de hayat tam olarak budur: O son bulaşık teline sıkışmış kurumuş yemek artığını temizlerken, zihnimizdeki o derin soruları sormak. Hem bulaşığı temizleriz hem de zihnimizi. Pratik olmak bu kadar basit, işte hayat.

Hayat, bazen bir fincan çayın buharında kaybolan düşünceler gibidir, bazen de kedinin peşinde koşturduğu o görünmez iplik. O iplik görünmezdir ama bir o kadar da önemlidir. Görünmeyeni kovalamaktan vazgeçemeyen sadece kediler değil; biz insanlar da aynıyız. Tek farkla: Kediler sevimli, biz ise neyi kovaladığımızı çoğu zaman bilmiyoruz. Ama işte, bir şekilde peşinden gidiyoruz.

Bir zamanlar, her şeyin bir cevabı olduğuna inanırdım. Bütün soruların yanıtı, özenle paketlenmiş bir kutuda beni bekliyor sanıyordum. Şimdi ise, soruların kendisinin güzelliğiyle yetinmeyi öğreniyorum. Belki de hayat, anlamın değil, arayışın ta kendisidir; cevapsız kalmanın verdiği o hafif buruklukla yaşamaya devam etmek. Çünkü cevaplar sıkıcı olabilir, ama sorular her zaman daha eğlencelidir. Cevapları bulduğunuzda macera biter, ama soru sormak bitmez.

Hikâyemin tek amacı, düşüncelerimden kalan boşluğu sizlerle paylaşmak ve geçmişin izlerinden çıkardığım dersleri tekrar ederek hayatı anlamaya çalışanlarla birlikte yola devam etmektir. Edebiyatın içindeki sonsuz çelişkiler ve derin arayışlar, her zaman benim için bir çıkış noktası olmuştur. Bu metin de bu arayışın önemli bir parçası.

“Her doğan ölüme mahkûmdur,” derler. Ama mesele burada başlıyor: Doğmuşuz, hayırlı olsun! Kaderin cilvesi işte. İnsan varoluşu çelişkiler ve trajik kaderler üzerine kuruludur. Bir yandan ışığa ulaşmak isteriz, ama o ışığın bizi yakabileceğini pek düşünmeyiz. Tıpkı antik hikâyelerde ateşi çalan kahramanlar gibi, biz de kendi ışığımızı bulmak için cesurca ilerleriz. Ancak kimse ışığa yaklaştıkça elinizin yanacağını söylemez. Bu yükü taşımak zordur, ama bazen sıkıcı bir hayat yerine, bu yükü omuzlamak daha anlamlıdır.

İnsan, bilinmezliğin karanlığına el feneriyle bakmaya mahkûmdur. El fenerinin pillerinin bitmesi ise kaçınılmazdır. Yine de bakmaya devam ederiz. Aristoteles’in her şeyi bir sebebe bağlama çabası, diğer düşünürlerin anlamsızlığı kucaklama arayışlarıyla birleşir. Her birey, kendine bir anlam bulmak zorundadır; tıpkı trajik kahramanların her seferinde o dik yokuşu aşma çabası gibi. Sisifos gibi, taşı yokuşa taşımaya devam ederiz; amacımız yoktur, ama yine de bu çabadan vazgeçemeyiz. Çünkü varoluşun anlamsızlığına karşı direnmek, insan olmanın bir parçasıdır.

İnsan çelişkilerle doludur, tıpkı bir sahnede rolünü oynayan bir oyuncu gibi. "Olmak ya da olmamak” sorusu, aslında hepimizin içinde yaşadığı o büyük çelişki. Varoluşun kendisi bir soru işaretidir. Yaşamımıza anlam katmaya çalışıyoruz, fakat bu çaba aslında anlamsızlığın üzerine örtülmüş ince bir perde mi? Anlamı bulmak bazen suçu, bazen de çelişkiyi kabullenmek anlamına gelir. Ama merak etmeyin, bu hikâyenin sonunda kimseye zarar vermeyeceğiz.

Bir kütüphanede çalışıyorum. Kitapların arasında geçen bir hayat, gerçeklikten uzak, kendine ait bir dünyada sığınacak yer arayan bir insan için idealdir. Ama bu kadar çok hikâye arasında bile hayatın kokusunu, rengini bulamamak bir paradokstur. Kelimelerle çevrili bir dünyada, sözcüklerin yetmediği bir boşlukta yaşıyorum. Kitaplara boğulmuş bir hayat, her sayfasında farklı bir macera taşır; bazen de "Bu kadar kitap ne zaman birikti?" diye düşündürür. Kütüphane kartı mı, yoksa gizli bir kaçış bileti mi, henüz karar veremedim.

İçimde kocaman bir boşluk var ve bu boşluğu doldurmak artık imkânsız. Tıpkı Kafka'nın "Dönüşüm"ündeki Gregor Samsa gibi, ben de her gün yabancı bir dünyaya uyanıyor gibiyim. Fakat ben bir böceğe dönüşmedim; en azından henüz! Düşüşün kucağına bırakmak istiyorum kendimi; yere çakılmaya doğru, bilinmez bir yolculuğa çıkmak. Nietzsche’nin de belirttiği gibi, "Kendini mahvetmek istiyorsan, bunu güzel yap.” Yani, en azından estetik bir düşüş olsun, değil mi?

Bir silahı elime aldığımda, bu son eylemimde belki de kendi varoluşumu tamamlayacağım. Kendi hikâyemin yazarı olarak, son sayfayı da ben yazacağım. Ama kabul etmek lazım, bu biraz da kötü bir yazarın elinden çıkmış sıkıcı bir son gibi değil mi? Tarih boyunca büyük seçimlerin önünde duranlar gibi, son bir kez cesur olacağım dedim, ama elimdeki bu paslı tabancayla ne kadar 'büyük' olabilirim ki? Belki bu, tarihte ölümsüz kahramanları yaratan bir son olur; ya da muhtemelen sıradan bir memurun, kimsenin umursamayacağı, hatta yanlışlıkla polisiye roman diye raftan alınıp pişmanlıkla yerine bırakılacak bir hikâyesi olarak kalır. Ama olsun, en azından kendi hikâyemi ben yazacağım. Kim bilir, belki de bu hikâye bir yerlerde biri bulaşıkları yıkarken ona ilham olur; ya da en azından bir tebessüm ettirir. "Eh, en azından bulaşık deterjanı benden daha işe yarar," diye düşündürmek bile bir başarıdır sonuçta.

İnsan bazen düşmek ister, anılar ve hatıralar arasında gezinmek, bunların nüansını keşfetmek. Nüans evet, renk tonlarının ses dalgaları gibi oynaştığı bir dünyaya baktığımdan, bu kelimeyi kullanmak bana daima hoş geliyor. Evet, tuhaf olduğunu biliyorum, ancak öyle. Renkleri tıpkı ses dalgaları gibi duyumsuyorum ve geçmişi anımsamamda kokular kadar renkler de belirgin oluyor. Mesela sizin için maviyle gökyüzü veya deniz arasında kurulan doğal bağ benim açımdan pek de olası değil. Mavi benim için yirmi yıl önce giydiğim bir kazağı, dolayısıyla onunla ilgili anıları anımsatıyor. Burada nüans olarak vurgulamak istediğim şey tam da bu; her rengin, her tonun, her anının bize bıraktığı izlerin farklılığı. Mavi, benim için sadece bir kazak değil; geçmişten gelen ve bugüne taşıdığım anıların özü. Bu yüzden nüanslar, aslında hayatı anlamlı kılan küçük ama değerli detaylardır. O kazak, içimdeki 'boşluğun çığlığı'nı ironik bir biçimde temsil ediyor; belki de o boşluğun renklerle dolmasını umduğum bir dönemin hatırası. Ama sonuçta, ne kadar çabalarsam çabalayayım, boşluk hep orada ve ben de onunla yaşamayı öğreniyorum. Ne ironik!


(Devamı ve tamamı yakında pdf olarak yayınlanacak)