"Bazen insan öyle özlenir ki, özlenen bilse yokluğundan utanır."
Aziz Nesin
Hayatımı kötü yaşadım.
Uyandığım yer yatak değildi bu sabah. Daha doğrusu, bedenim bir yatakta kıvrılmıştı ama uyanan sadece gözlerimdi. Bilincim geceden kalma bir pusun içinde asılıydı. Uyku, bedenle ruh arasındaki bağ gevşediğinde gelir, derler. Bende o bağ çoktan çözülmüş. Geceler boyunca hiçbir yere gitmeyen bir zihnin sabaha ulaşması mümkün mü? Uyumuyordum; sadece göz kapaklarımın ardında çırpınan düşüncelerle boğuşuyordum. Sabah asla kapımı çalmıyor; üzerime kâbus misali çöküyor.
Hayallerle çıktığım eve onları hunharca parçalayarak dönmüştüm. Zamanın göreceliliğini ilk elden deneyimleme fırsatı bulmuşçasına parçalanan kalbim ve zihnim arasında mekik dokuyordum. İnsanı bu denli ayrıştıran tercihlerin kefareti hayli ağır oluyormuş sahiden. Sadece taş gibi ağır bir bedenim ve duvar misali suskun ifadem kalmıştı geriye. Sonrası boşluk, sessizlik, o artık açılmayan camlar, yerinden kıpırdamayan nesneler... Anahtarı çevirirken hissettiğim duyguyu tanımlamam mümkün olacak mı diye düşünüyorum. Kapı açıldığında karşımda anıt misali beliren yalnızlığı... Karanlık olduğu kadar kasvetli ve tanıdıktı. Olmak istediğim kişiye giderken öldürmek istediğimle kalmıştım.
Eşyalar yerli yerindeydi. Kitaplar raflarında, kupalar mutfakta, yastıklar eskisi gibi biçimsiz. Fakat renkler yeniden silikleşmiş, şekiller donuklaşmıştı. Bu ev artık bana ait değildi. Ya da ben o artık eski kendime ait ne varsa kabullenemiyordum. Yani ben hiçbir yere ait değildim. Yitirmiştim bağlarımı. Oysa bilirdim, dönmek bir varoluş biçimidir. Ancak kendimle baş başa bir tabutta soluyordum; her seferinde döndükçe kayboluyor, kayboluşların nihayetinde ise eksiliyor ve gitgide tükeniyordum. Tükenmek! Tükenmediğimiz bir an mı var sanki?
Ayakkabılarımı çıkarmadım. Sessizce salonda dolaştım. Halının kıvrılmış kenarına takılınca tuhaf bir düşme isteği uyandı içimde. Neden düşmeliydim sahi? Metaforu sahici kılmanın daha iyi bir yolunu bulamamış mıydım yoksa? Raflarda toz tutmuş bir kitabın yalnızlığı görünmezliği aşar; bizzat bakılıp da görülmemektir. Her duvarda ahmaklığımın yankılanışını işitiyordum. Burnuma değen her kokuda saç tellerini öpmek istediğim geceye yayılan kokuyu duyuyordum. İçimde kırık dökük ne varsa, o duvarlara çarpıp geri dönüyordu. Görülmek değil, anlaşılmak istiyor ama anlaşılamayacak kadar dağıldığımı anlıyordum.
Ellerini anımsadım kokusu zihnimde yer
edince. Hastaydı, ojelerini bile sürmekte zorlanmış olduğu belliydi. İnce
parmakları zarafetle serilmişken yastığa, bileğini okşayarak ayasına dokundum ve
elini tutmak istedim. Teninin yumuşaklığı kendi kaba tenimden iğrenmeme ama bir
yandan da daha sıkı sarma isteğiyle dolmama yol açtı. Utanarak da olsa başımı
kaldırdım. Hafiften arkaya doğru atmıştı başını ama yüzü bana dönüktü.
Dudakları… Ömrümce çizgilerini seyretmek istedim o an. Her şey o iki dudağın birleştiği
ve ayrıldığı anlarda belirleniyordu sanki. O dudaklar sihirliydi, o dudaklar
celladım ve kurtarıcımdı. Yüreğime dolan ya da yüreğimden kopanların kaderini
belirleyendi. Bir kelime bekliyordum. Bir kelime yalnız. Tüm zincirlerimi kırıp
atacaktı. Hâlbuki o kelime çoktan söylenmiş hatta daha fazlası da yaşanmıştı.
Sadece duymamıştım, duymayacak kadar kendime gömülmüş ve şimdi de orada kalmaya
mahkûm edilmiştim. Bu bir lanet değildi haliyle. Kendimi sürüklediğim sürgündü.
Kahve makinesi hâlâ fişteydi. İçindeki su ağırlaşmış, kokusu metalik bir yalnızlığa dönüşmüştü. Düğmesine bastım. Haznesinden yükselen ses, içeride boğulmuş günlerin pes perdesiydi adeta. Kupamı yıkamadım. Dudaklarımı nemli bir pişmanlığa bastım. Ellerimin titrediğini fark ettim. Onun bedenini sararken de böyleydi. Ya ağırlığımı veriyor ve onu rahatsız ediyor ya da kendimi âna bırakamayacak kadar kaçıyordum; utançtan, yetersizlikten, geçmişten sızan o iğneleyici histen geliyordu bunlar. Aynaya bakamadım. Yüzümü geçmişin enkazı gibi görmekten korktum.
Otuz üç yaşındayım. Ne bir unvanım var, ne bir aidiyetim. Başarının bana uğramadığı, yenilginin bile lütfedilmediği bir hayat sürdüm. Utangaçlığın dilini konuştum yıllarca. Kalabalık sofralarda tek lokma yutamadan oturdum. Lisedeyken bir kız elime dokunmuştu; neden diye düşünürüm halen. Neden bana dokunur ki bir insan? O soru büyüdü sonra. Neden ben, neden tüm bu yaşamın içerisindeyim ve neden bu parça yerine bir türlü oturmuyor? Yaşam dediğinde hayatla ayırmak gerektiğini bilirim mesela; biri tüm varlık döngüsünü ifade ederken, öteki benim şu kahve makinesinin başına gelişlerimi anlatır. Ne önemi var öyleyse? Tüm dönüşler kendinedir, diye bitirebilirim. Sorun nereye döneceğimi bilememem. Sahi ben kimim?
Terminalde karşılaştığımız âna dönüyorum yine: Bengi Dönüş. Çok hayal ettim gece boyu. Uzun uzun hem de. Oysa asla beklediğim gibi değildi. Elinde küçük bir çanta, gözlerinde ise çoktan söylenmiş bir cümlenin yankısı vardı. Adımlarını izledim, bana yaklaşmasını seyrettim ama o an, hâlâ uzaktaydık. Sarıldık. Vücutlarımız temas etti; ancak kalplerimiz ayrı yönlere savruldu. Yorgundu. Bedeni kadar bakışları da tükenmişti; sanki yalnızca bir gece değil, bir ömrü geride bırakıyordu. Gülümsemesinde davetsiz misafirliğin aceleci huzursuzluğu; gözlerime bakmaktan imtina ediyordu. Bir şeylerin doğru olmadığı ortadaydı. Ya da doğru olmadığını yeni mi fark ediyorduk? İkimiz de gerçekle mi tanışıyorduk yoksa? Yıkıcı olan da buydu sanırım.
Yol boyunca camdan dışarı baktım, o uyudu. Sessizliğimizin içinde bir şey vardı. Sadece susmak değildi bu; bir veda biçimiydi. Elini tutmak istedim. Sarılmak ve başını göğsüme yaslamak. Gözlerini huzurla kapaması için. Fakat yapamadım. İçimden bir ses durmamı söyledi. Sanki hâlâ orada, terminalde, ayakta duruyordu aramızdaki o boşluk. Onu ilk defa gerçekten görebilmek için yanındaydım, hem de hiç olmadığım kadar ama çok geç kaldığımı hissetmiştim belki de. Bazı bağların koptuğunu idrak edememiştim. Gerçi onun için farklıydı. Görecektim.
Odaya girdik. Karanlık değil, loştu. Gün ışığı tavana vuruyor, gölgeleri uzatıyordu. Perdeler kapalıydı. Üzerimizde yol yorgunluğunu da aşan bir yorgunluk vardı. Huzursuzluk, belirsizlik, gerginlik... Uzun zamandır inşa ettiğimiz ne varsa sessizce içimize kurduğumuz o düşten uyanmanın yorgunluğuyla sarsılıyordu.
Yorgunluğunu uykuya bağışlamak istercesine uzandı, yanaştım. Sırtı bana dönüktü. Bir anlık cesaretle kolumu uzattım. Omzuna dokundum. Hafifçe sarıldım. O yabancı bedenin içinde başka bir uzaklık vardı. Teninde beni durduran, çağrılmamış gibi hissettiren bulanık bir boşluktu. Sessizliği dinledik uzun uzun. Dışarıda hiçbir ses yoktu. İçerideyse sadece kalp atışlarımız birbirine değmeden çarpıyordu.
Yakınlaştık. O yakınlık ne tutkuydu, ne de arzunun dansı. Daha çok bir vedanın, henüz söylenmemiş son cümlesiydi. Ten temasıyla dışa yansıyan, iç içe geçmiş iki yalnızlığın birbirine sokulmasıydı belki de. Bu kez bakmaya ben cesaret edemedim. O da gözlerini kaçırdı. Sanki aynı odada değilmişiz gibi, ayrı rüyalarda yürüyorduk.
O an fark ettim: Onun sessizliğinde, benim sustuğum her şey yankılanıyordu. Parmaklarımın geri çekilişinde, kalbinin bana kapanışını hissettim. Beraber kurduğumuz hayallerin altını çizerek çizdiğimiz o sessiz sığınağın—içinde kuytu bir kahve köşesi olan, sabah ışığını en iyi alan o pencere önüne kuracağımız, lavanta kokulu, kalın perdeli, zamanın bile yavaş aktığı o evin—birdenbire silindiğini hissettim. Duvardan duvara kitaplarla döşenmiş bir oda düşünmüştük: Sessizliğin yankılandığı bir kütüphane. İçinde çalışmamız için büyük, ağır, ceviz ağacından bir masa hayal etmiştik; üzerinde kalemler, kitaplar, dosyalar, birkaç dağınık not, pencerenin kenarına ilişmiş iki fincan... Mabedimiz olacaktı, sığınacaktık. Akşamları oturma odasında koltuklara kıvrılıp birlikte film izleyecek, sonra tek bir battaniyenin altına sığınıp kitapların arasında kaybolacaktık. Birlikte sustuğumuz anların bile dili olacaktı. Hatta oyun konsoluna bile gülümseyerek tamam demişti—çocukluklarımıza uzanan küçük bir köprüydü. Yıkıldı öylece; elimden kaydı gitti usulca, sessizce.
Gözlerindeki hayal kırıklığının sesini ancak şimdi işitebiliyorum. Ağlamak bile bazen bunu ifade etmeyebiliyor. Belki de bundan ötürü hiçbir şey söylemedik. Ellerim birbirine dolaştı, kendimi kaybettim ve dağıldım. Beni bir arada tutan bağ oymuş gibi. Otobüse bindiğinde camdan bana bakmadı. Ben de el sallayamadım. Vedaları sevmezdim bilirdi; son kez kokusunu içime çekemedim.
Yolu ev bilene yolculuk gurbet sayılmaz. Oysa benim için ev artık gerilerde kalmıştı. Otobüs kalktığında ondan uzaklaştığım her anda kendime de uzaklaşıyordum. Bunu içten içe hissediyordum. Aramızda yüzlerce kilometre varken kalplerimiz bağlıydı; şimdiyse bir daha asla onmayacak yaraların sardığı iki ayrı ruhtan ibarettik. Onu son gördüğümde bir insan hem nasıl bu kadar tanıdık hem de bu kadar yabancı olur demiştim. Mesafeleri ölçmek yürek işidir ve o benden usul usul koparken atmadığım adımların vebalini ödüyordum şimdi.
Şapkamı unuttum orada, bir yerlerde düşürmüş olmalıyım; bir an sonra şapkanın kurban edilişi sahnesi canlandı zihnimde. İnsan hayatta hep bir eşik ve eşiği aşıracak bir refik bekler; hâlbuki süslü cümlelerin ardında biriken ve durmadan iğrenç bir kokuyla aklındaki acınası korkuları besleyen hayal kırıklarından ibaretiz.
Ardımda neleri bıraktığımı anlamak bir ömür sürecek miydi yoksa?