29 Haziran 2025 Pazar

Kayıp Zamanın Gizinde'ye Mütevazı Bir Giriş

Bir Varoluş Denemesine Sunuş

Birazdan okuyacağın metin, ilk bakışta bir romana benzeyebilir. Belki bir hatırat, belki de uzun bir iç monolog gibi de okunabilir. Ancak ne bir türe, ne bir zamana, ne de bir kalıba sığmak ister. Tıpkı hayat gibi: belirsiz, kırılgan, dağınık ve çok katmanlı.

Kayıp Zamanın Gizinde, boşlukla yüzleşmeye cesaret edenlerin metni. Kimi zaman bir kitaplıkta, kimi zaman lavanta kokulu bir anıda, bazen de griye çalan bir Bela Tarr kadrajında gezinirken; anlatıcıyla birlikte kendi zihninizin ara sokaklarına uğrayacaksınız.

Burada cevap yok; sorular var. Zafer yok ama direnişin izleri var. Kahraman yok; yalnızca düşüşünü estetikleştirmeye çalışan bir "tutunamayan" var.

Anlatıcı, yani Mürsel, kütüphane kartlarıyla değil, hatıralarıyla mühürlü bir zamanı kurcalıyor. Bir kedinin tüylerinde, bir caz melodisinin kıvrımında ya da bir çocuğun düşürdüğü dondurmada... Siz de onunla birlikte düşünmeye, sorgulamaya, unutmaya ve hatırlamaya davetlisiniz.

Bu roman yayınevlerinin klasörlerine sığamadı. Dikkate alınmadı, bekletildi ve kendine yer bulamadı. Şimdi belki de olması gereken yerde: okurun karşısında. Sahiplenilmek için değil, anlaşılmak için.

Çünkü bazı metinler okurunu beklemez. Kendine çağırır.

Sen de burada olduğuna göre, bu çağrıya kulak verdin demektir.

Hoş geldin.

Emre Bozkuş

------------------------------------------------------------------------------------------------

Bölüm 1

Boşluğun Çığlığı

Size hikâyemi anlatmak isterim. Fakat merak etmeyin, sizi uzun betimlemelerle ya da sıkıcı tasvirlerle uğraştırmayacağım. En azından elimden geldiğince. Gerçi bazılarına göre edebiyatı çekici kılan etmenler bunlar ama kimin umurunda! Her şey zaten gözünüzün önünde, ne gereği var tekrar etmenin? Neyse, ne diyordum. Ha, hikâye! Okuyor olduğunuz metnin yegâne amacı yalnızca düşüncelerimden arda kalan boşluğu sizinle paylaşmak ve anılarımdan yola çıkarak birkaç dersi tekrar ederek sınıfta kalacak olanları kurtarmak. Tıpkı örtük perdeler gerisinde yatağından seslenen Proust misali; içine biraz da Oğuz Atay katacağım baharat niyetine. İlginizi çekmiyorsa şimdiden bırakmanızı tavsiye ederim.

Hâlâ burada mısınız? Hayret! Muhtemelen enflasyonun makûs talihi ve tarihinin elzem parçası olarak verdiğiniz paraya kıyamıyorsunuz. Bunu anlıyorum, normal, umarım böyledir; zira diğer seçenek pek iç açısı değil. Öyle ki içinizde yatan çılgın kâşifi bir türlü susturamıyor, ilgi çekici her başlangıcın yol açtığı gizemin peşinden sürüklenmeye karşı koyamıyor ve tavşan deliğine düşmekten kendinizi alamıyorsunuz ama endişe etmeyin, insanoğlunun merak dürtüsü olmasa medeniyet nasıl kurulurdu, değil mi? Gerçi kurulmasa daha iyi olurdu diyenlerinizi duyar gibiyim; duyar kasmayalım lütfen! Merak iyidir, merak candır, meraksız hayat çiçeksiz ağaca benzer, hatta merak insanın kendine yakışanı aramasıdır, falan filan… Hadi yine iyisiniz, bugün de burnunuzu her halta sokmanın bahanesi çıktı. O halde devam edelim madem.

Hayat nedir, hiç düşündünüz mü? Tabii ki düşündünüz, kim düşünmedi ki! Ama bu soruya genelde iş çıkışı, trafik sıkışıklığında ya da bulaşıkları yıkarken cevap bulmaya çalışıyoruz. Belki de hayat tam olarak budur: O son bulaşık teline sıkışmış kurumuş yemek artığını temizlerken, zihnimizdeki o derin soruları sormak. Hem bulaşığı temizleriz hem de zihnimizi. Pratik olmak bu kadar basit, işte hayat.

Hayat, bazen bir fincan çayın buharında kaybolan düşünceler gibidir, bazen de kedinin peşinde koşturduğu o görünmez iplik. O iplik görünmezdir ama bir o kadar da önemlidir. Görünmeyeni kovalamaktan vazgeçemeyen sadece kediler değil; biz insanlar da aynıyız. Tek farkla: Kediler sevimli, biz ise neyi kovaladığımızı çoğu zaman bilmiyoruz. Ama işte, bir şekilde peşinden gidiyoruz.

Bir zamanlar, her şeyin bir cevabı olduğuna inanırdım. Bütün soruların yanıtı, özenle paketlenmiş bir kutuda beni bekliyor sanıyordum. Şimdi ise, soruların kendisinin güzelliğiyle yetinmeyi öğreniyorum. Belki de hayat, anlamın değil, arayışın ta kendisidir; cevapsız kalmanın verdiği o hafif buruklukla yaşamaya devam etmek. Çünkü cevaplar sıkıcı olabilir, ama sorular her zaman daha eğlencelidir. Cevapları bulduğunuzda macera biter, ama soru sormak bitmez.

Hikâyemin tek amacı, düşüncelerimden kalan boşluğu sizlerle paylaşmak ve geçmişin izlerinden çıkardığım dersleri tekrar ederek hayatı anlamaya çalışanlarla birlikte yola devam etmektir. Edebiyatın içindeki sonsuz çelişkiler ve derin arayışlar, her zaman benim için bir çıkış noktası olmuştur. Bu metin de bu arayışın önemli bir parçası.

“Her doğan ölüme mahkûmdur,” derler. Ama mesele burada başlıyor: Doğmuşuz, hayırlı olsun! Kaderin cilvesi işte. İnsan varoluşu çelişkiler ve trajik kaderler üzerine kuruludur. Bir yandan ışığa ulaşmak isteriz, ama o ışığın bizi yakabileceğini pek düşünmeyiz. Tıpkı antik hikâyelerde ateşi çalan kahramanlar gibi, biz de kendi ışığımızı bulmak için cesurca ilerleriz. Ancak kimse ışığa yaklaştıkça elinizin yanacağını söylemez. Bu yükü taşımak zordur, ama bazen sıkıcı bir hayat yerine, bu yükü omuzlamak daha anlamlıdır.

İnsan, bilinmezliğin karanlığına el feneriyle bakmaya mahkûmdur. El fenerinin pillerinin bitmesi ise kaçınılmazdır. Yine de bakmaya devam ederiz. Aristoteles’in her şeyi bir sebebe bağlama çabası, diğer düşünürlerin anlamsızlığı kucaklama arayışlarıyla birleşir. Her birey, kendine bir anlam bulmak zorundadır; tıpkı trajik kahramanların her seferinde o dik yokuşu aşma çabası gibi. Sisifos gibi, taşı yokuşa taşımaya devam ederiz; amacımız yoktur, ama yine de bu çabadan vazgeçemeyiz. Çünkü varoluşun anlamsızlığına karşı direnmek, insan olmanın bir parçasıdır.

İnsan çelişkilerle doludur, tıpkı bir sahnede rolünü oynayan bir oyuncu gibi. "Olmak ya da olmamak” sorusu, aslında hepimizin içinde yaşadığı o büyük çelişki. Varoluşun kendisi bir soru işaretidir. Yaşamımıza anlam katmaya çalışıyoruz, fakat bu çaba aslında anlamsızlığın üzerine örtülmüş ince bir perde mi? Anlamı bulmak bazen suçu, bazen de çelişkiyi kabullenmek anlamına gelir. Ama merak etmeyin, bu hikâyenin sonunda kimseye zarar vermeyeceğiz.

Bir kütüphanede çalışıyorum. Kitapların arasında geçen bir hayat, gerçeklikten uzak, kendine ait bir dünyada sığınacak yer arayan bir insan için idealdir. Ama bu kadar çok hikâye arasında bile hayatın kokusunu, rengini bulamamak bir paradokstur. Kelimelerle çevrili bir dünyada, sözcüklerin yetmediği bir boşlukta yaşıyorum. Kitaplara boğulmuş bir hayat, her sayfasında farklı bir macera taşır; bazen de "Bu kadar kitap ne zaman birikti?" diye düşündürür. Kütüphane kartı mı, yoksa gizli bir kaçış bileti mi, henüz karar veremedim.

İçimde kocaman bir boşluk var ve bu boşluğu doldurmak artık imkânsız. Tıpkı Kafka'nın "Dönüşüm"ündeki Gregor Samsa gibi, ben de her gün yabancı bir dünyaya uyanıyor gibiyim. Fakat ben bir böceğe dönüşmedim; en azından henüz! Düşüşün kucağına bırakmak istiyorum kendimi; yere çakılmaya doğru, bilinmez bir yolculuğa çıkmak. Nietzsche’nin de belirttiği gibi, "Kendini mahvetmek istiyorsan, bunu güzel yap.” Yani, en azından estetik bir düşüş olsun, değil mi?

Bir silahı elime aldığımda, bu son eylemimde belki de kendi varoluşumu tamamlayacağım. Kendi hikâyemin yazarı olarak, son sayfayı da ben yazacağım. Ama kabul etmek lazım, bu biraz da kötü bir yazarın elinden çıkmış sıkıcı bir son gibi değil mi? Tarih boyunca büyük seçimlerin önünde duranlar gibi, son bir kez cesur olacağım dedim, ama elimdeki bu paslı tabancayla ne kadar 'büyük' olabilirim ki? Belki bu, tarihte ölümsüz kahramanları yaratan bir son olur; ya da muhtemelen sıradan bir memurun, kimsenin umursamayacağı, hatta yanlışlıkla polisiye roman diye raftan alınıp pişmanlıkla yerine bırakılacak bir hikâyesi olarak kalır. Ama olsun, en azından kendi hikâyemi ben yazacağım. Kim bilir, belki de bu hikâye bir yerlerde biri bulaşıkları yıkarken ona ilham olur; ya da en azından bir tebessüm ettirir. "Eh, en azından bulaşık deterjanı benden daha işe yarar," diye düşündürmek bile bir başarıdır sonuçta.

İnsan bazen düşmek ister, anılar ve hatıralar arasında gezinmek, bunların nüansını keşfetmek. Nüans evet, renk tonlarının ses dalgaları gibi oynaştığı bir dünyaya baktığımdan, bu kelimeyi kullanmak bana daima hoş geliyor. Evet, tuhaf olduğunu biliyorum, ancak öyle. Renkleri tıpkı ses dalgaları gibi duyumsuyorum ve geçmişi anımsamamda kokular kadar renkler de belirgin oluyor. Mesela sizin için maviyle gökyüzü veya deniz arasında kurulan doğal bağ benim açımdan pek de olası değil. Mavi benim için yirmi yıl önce giydiğim bir kazağı, dolayısıyla onunla ilgili anıları anımsatıyor. Burada nüans olarak vurgulamak istediğim şey tam da bu; her rengin, her tonun, her anının bize bıraktığı izlerin farklılığı. Mavi, benim için sadece bir kazak değil; geçmişten gelen ve bugüne taşıdığım anıların özü. Bu yüzden nüanslar, aslında hayatı anlamlı kılan küçük ama değerli detaylardır. O kazak, içimdeki 'boşluğun çığlığı'nı ironik bir biçimde temsil ediyor; belki de o boşluğun renklerle dolmasını umduğum bir dönemin hatırası. Ama sonuçta, ne kadar çabalarsam çabalayayım, boşluk hep orada ve ben de onunla yaşamayı öğreniyorum. Ne ironik!


(Devamı ve tamamı yakında pdf olarak yayınlanacak)