8 Temmuz 2025 Salı

2 - Camın Ardındaki Zaman


"Sensiz ellerim üşür, içerimde kar yağar."

Adsız - Cem Karaca (1975)

Onu o uzak şehrin otogarında uğurladıktan sonra, istasyonun loşluğunda asılı kalan birkaç saniyeye tutundum. Otobüsü çoktan kalkmıştı, ancak ben hâlâ peronda, onun gölgesinin son izinde duruyordum. Sanki arkamda bir boşluk, önümde geri alınmaz bir suskunluk kalmıştı. Zaman geçmek bilmiyor, mekân kimliğini yitirmişti; akışın dışında kalmakla akış içinde boğulmak arasında gidip geliyordum. Kendi otobüsüme giderken haliyle yürümüyor, çaresizce ayaklarımı sürüyordum. Yaşadığım bir ayrılıktan çok daha fazlasıydı. Bunu içten içe sezinliyordum. Sarsıcı bir kopuşun yol açtığı yıkım parça parça döküyordu kendini ortaya. Çatırdayan bir şeyler vardı orası kesin. Yalnızca ne olduğunu henüz tam olarak kestiremiyordum. Epeyce vakit yürek tabirini genellikle romantik çağrışımlar için kullanılan bir klişe olarak görürdüm; ta ki sahici sarsıntılarla göğsümde beliren sıkışmayı hissedene dek. O an vuku bulan hadise benliğimin surlarının dağılışıydı ve öylece izlemek zorundaydım.

Yolculuk yaklaşık on bir saat sürecekti. Koltuğum önceden belliydi. Tekli koltukta, orta sıralardaydım. Cam kenarı, önümde küçük bir ekran ama benim aklımda hüzünlü şarkılar. Yanımdaki çiftlik koltuğun koridor tarafına genç bir çocuk oturdu, kulağında kulaklık, elleri telefonunda. Başını kaldırmadan kulaklığın sesini kısarak bir anlık bakış attı. Sonra yeniden kendi sessizliğine döndü. Benim sessizliğim ise... Öyle bir şeyden söz etmek pek olası değildi doğrusu. İçimdeki kalabalıkla dışımdaki insan suretleri çarpışıp duruyordu ve ortasında yok olmamak için çabalıyordum. Hayat bu muydu yoksa?

Otobüsün kliması dışarıdaki dehşet sıcağı iyi bastırıyordu; ancak o bilindik koltuk kokusu sinmişti her yere: seyahatle harmanlanmış yorgunluk, plastik başlıkların altına sıkışmış zaman, geceden kalan uykusuzluk. Aralık perdeden gün ışığının henüz öğle sıcağını yaymayı sürdürdüğü dağların yamaçlarını izleyerek gidiyorduk. Koltuk arkama tam yaslanmıyordu. Uykusuzluğun ve o eksik vedanın birleşimiyle ne zaman gözlerimi kapatsam bakışları beliriyor; pişmanlığın sağır edici yankısı zihnimi bulandırıyordu.

Genç muavin mikrofona geçti. Önce emniyet kemeri uyarısını yaptı, ardından mola saatlerini ve varış noktasını söyledi. Sesi ne çok yüksek ne de çok ilgisizdi; belli ki bu anonsları yaşına karşın yüzlerce kez tekrarlamıştı. Sonra yılgınca arka bölmeye doğru ilerledi. Orta kapıdan servis aracını çıkardı ve usulca hazırladı. Ardından tekrar şoför tarafına kadar ilerledi ve sırayla yolculara yiyecek-içecek dağıttı. Ön koltuktaki yaşlı kadına şekersiz meyve suyu uzattı, kadın teşekkür etmeden aldı. Ben hiçbir şey almadım; teşekkür edecek hâlim yoktu. Yol arkadaşlarıyla göz teması kurmadım. Arka sırada orta yaşlı bir çift fısıldaşarak konuşuyordu, sağ çaprazımda yaşlı bir kadın dizlerine örttüğü hırkasıyla camdan dışarı bakıyordu. Herkes kendi dünyasındaydı.

Mola yerine vardığımızda akşamüstü olmuştu. Dinlenme tesisinde belirmeye yüz tutan sarı ışıklar altında titreyen tek tük sigara dumanı ve lüks tesise ihtiyaçlarını gidermek için koşturan insanlar... Tuvalet sırası uzundu. İçeri girmedim. Sadece yürüdüm. Ayaklarımı hareket ettirmek, beynimde dönen o konuşulamamış cümleleri susturuyordu bir nebze.

Otobüse döndüğümde yan koltuğumdaki çocuk hâlâ telefondaydı. Kafasında kapüşon, yüzü gölgede. Kendi yalnızlığımı onun sessizliğinde buldum niyeyse. Sustuğu yerden haykırmaya can attıklarımı gördüm. Beklenmeyen rastlaşmalar. Şansın eseri bu olsa gerek. Otobüs yeniden hareket ettiğinde uyuyamadım. Farlar, tüneller, köprüler… Bazen tek şeritli yolların kenarındaki tabela ışıkları: “Yavaş gidin, sizi bekleyenler var.” İçimden geçirdim: beni bekleyen kimse yok. Ben beklediğim yerde kaldım zaten.

Otogar yoluna girdiğimizde camlar buğuluydu. Muavin uyanmamışlara seslendi, bavul fişlerini eline aldı. Araç tamamen durmadan birkaç kişi ayağa kalktı. Muavin, inenlere eşyalarını uzatırken isim sormadı, sadece numara söyledi. Benim çantam gecikti, arka bölümden çıkardı. Kendi şehrime vardığımda saat neredeyse sabahın dördüydü. Ne gece kalmıştı ne de sabah gelmişti. Zamanın kendi bedeninden sürgün edilmiş bir saatti. Taksi durağına yürüdüm. Elimi kaldırmamla birlikte yaşlıca bir şoför yanaştı. Arka koltuğa binmedim bu kez, ön koltuğa oturdum. Sırtım ağrıyordu. O da memnundu bu seçimden.

“Yol uzun muydu?” diye sordu.

“Kafamda daha uzundu,” dedim.

O anlamadı tabii, gülümsedi sadece. Radyoda bir spiker sabah programını açıyordu. İstanbul’un sabah trafiğine dair bir şeyler söylüyordu. Oysa bu şehir hâlâ uykudaydı. Sadece ben değil, caddeler de yalnız görünüyordu. Işıklar sarıydı, caddeler boştu. Şoför bir şeyler anlatmaya devam etti. Dinlemedim. Dinlemek istemedim. Yol suskunlukla giderek kısaldı.

Eve vardığımda anahtar elimde titredi. Bu titreme aşina olduğumdan farklıydı. Daha yakıcı bir hayal kırıklığı varlığını gösteriyordu. Güç bela başardığımda kapının kilidi dönmedi evvela. Sanki o eşiği aşarsam her şeyi kabullenmiş olacaktım; duraksadım. Bir an sonra gerçeğin hükmüne boyun eğdim. Karşımda manzara aslında ardımda bıraktığımdan hiç farklı değildi. Sağımdaki ahşap portmanto, karşımdaki salon duvarına asılmış tablolar, yerdeki fabrikasyon halı... Oysa görmemle içimde öyle kesif bir acı belirdi ki, başımın dönmesiyle kendimi zor tutabildim. Kendimi toparlar gibi olunca ayakkabımı savurarak salondaki koltuğa çöküverdim. 

Işığı açmadım. Karanlıkla birlikte kalmak daha dürüst geldi. Perdeler aralıktı. Şehir uykudaydı. Fakat uyku nazarımda acıya aralanacak kapıydı. Pencereden baktım. Karşı apartmanın camında bir silüet belirdi. Perdeyi aralayan ince bir el. Kim olduğunu seçemedim. Belki de kimse değildi. Yalnızca geçmişin, göz kapaklarıma yansıyan bir hayaliydi. Oysa parmaklarını görmüştüm. Kırmızı ojeler... Kendimi ona bakarken buldum yeniden. Bu esnada gözüme vitrindeki Dostoyevski kupası çarptı; yaşanması mümkünken yaşanamamış mutluluklar, dedim içimden; en büyük acı bu muydu sahiden?

Mutfakta duran kahve makinesi hâlâ fişteydi. İçindeki su kokmuştu. Zamana karışmış bir pas, unutulmuş bir sabahın izi gibi. Düğmesine bastım. Çıkan ses, suskunluğu hoyratça tarumar etmişti. Kupamı yıkamadan elime aldım. Dudaklarımdan boğazıma akan sıvı hiçbir şey ifade etmiyordu. Yalnız mekanik bir eylemi gerçekleştiriyordum işte. Ona anlam katan detayları yitip gitmişti.

Bu tatilin bana iyi geleceğini, hayatımı değiştireceğini düşünmüştüm. Birbirimizi uzaktan tanıyan iki yüreğin,  sustukları kadar konuşacakları içli bir kavuşma olacaktı. Oysa o deniz kenarındaki kasaba, umut değil, sessizlik taşımıştı içimize. Cümlelerin arasında bulduğumu sandığım o yakınlık, gerçekte bir mesafenin yankısıymış ve işin acısı bu mesafeyi açan da kendi ahmaklığımdı. Hayattan kaçmaya o kadar alışmıştım ki, korkularıma arzularım ve sevgim de karışmıştı işte. Onu da hayatın bir parçası olarak kendimden uzaklaştırmayı başarmıştım.

O üç gün boyunca ne kadar sustuysak, şimdi içim o kadar gürültülü. Onun gözlerindeki çekilme, ses tonundaki uzaklık, yan yana durup ayrı düşmenin en keskin hâliydi. Ben hâlâ aynı yatakta, aynı sandalyede, aynı sofradaydım... Oysa o çoktan gitmişti. Her şeyi onardığımı sanırken, daha da kırmıştım. Tatil bitince dönmedik. Sadece kendi sessizliğimize gömüldük; yahut ben öyle sanıyorum. Onun açısından nasıl cereyan ettiğini asla bilemeyeceğim. Merakım, özlemim, endişem, kalbimdeki kırıklar ve ruhumdaki savrulmalarla onu kendi yansımamda yaşatmaya çabalıyorum. Artık o kendinden ötede farklı bir hayalde varlığa büründü.

Çünkü bir şey yapmalıydım: Konuşmak mümkün değildi artık; bir sesim kalmamıştı ve içimde dönüp duran cümleler dışarı çıkmak için adeta yalvarıyordu. Elimi çekmeceye uzattım. Kâğıdı, kalemi aldım. Belki de kelimeler sesle değil, kâğıtla buluşmalıydı. Ona bir mektup yazmalıydım. Asla göndermeyeceğim bir mektup. Sadece içimde taşıyamadıklarımı dökebilmek için.

Saatin kaç olduğunu bilmiyordum. Camın önündeki kedi bile gelmemişti bu gece. Dışarıda sokak lambalarının titrek ışığı, içeriye uğramadan geçip gidiyordu. Yalnızca kendi yansımam vardı pencerede. Ona uzun uzun baktım. Tanıdığım biri değildi. Zaten kendimi hiç tanıyamadım. Asla kabullenmedim. Taklitle aslını birbirine katmakla yetindim. Gözlerimin içine baktım. İçimde sustuğum tüm zamanların yankısını gördüm.

Bir süre son yazmayı bıraktım. Ellerim, az önce tuttuğum kalemin biçimini hâlâ avucunda taşıyordu. Sırtımdan aşağıya doğru, içimde henüz adı konmamış bir eksikliğin soğukluğu indi. Kalbim ritmini kaybetmiş gibiydi. Gözüm pencereye kaydı. Sokak lambalarının titrek ışığı ağarmaya başlayan günün tesiriyle parıltısını yitiriyordu. O an yazmanın insanı nasıl değiştirdiğini düşündüm niyeyse. O da yazıyordu, ben de. İkimiz bu koca dünyada yalnızdık, yaralıydık ve yazmayı yaşamın katlanılabilir haline ulaşmak için vesile kıldık. Hayat farklıydı oysa. Onsuz da yaşayabileceğimi ama hayat ve anlamını arayışımda onun ne kadar güzel bir yoldaş olacağını yüreğimde hissettim. İşin acısı belki de yoldaştan ibaret değildi. Yolun kendisiydi de... Ne yapacaktım şimdi? Yolum olmadan nereye varacaktı bu karmaşa? Bazı kelimeler yalnızca kâğıdın tenine değince duyulurdu. Ya yüreğe dokunanlar? 

Sabahın gelişiyle ilk kez kararan bir güne uzanarak gözlerimi kapadım.

5 Temmuz 2025 Cumartesi

Rüyanın Sonu: Bölüm 1 - Hiç Sevmediğim Sabahlar

 

"Bazen insan öyle özlenir ki, özlenen bilse yokluğundan utanır."

Aziz Nesin

Hayatımı kötü yaşadım.

Bu cümle bir başlangıç değil; bir düşüşün derinlerin savrulduğum karanlığın, içime sindire sindire işlediği o derin çöküşün yankısı. Ne bir itiraf, ne de bir özür. Daha ziyade gecenin ortasında usulca yakalayan ve sabaha dek boğazıma düğümlenen ağır, kesif bir sancı. Sessizce kanayan, sustukça çoğalan, her gün biraz daha içeride biriken tarifsiz boşluğun "ben buradayım" deme şekli. Bazen yüksek sesle tekrarlıyorum. Sanki kelimeyi dışarı atarsam, içimdeki suç azalacak sanıyorum. Azalmıyor, bilakis derinleşiyor. Bazı cümleler yara kabuğu değil anlayacağınız, bizzat yaranın kendisi.

Uyandığım yer yatak değildi bu sabah. Daha doğrusu, bedenim bir yatakta kıvrılmıştı ama uyanan sadece gözlerimdi. Bilincim geceden kalma bir pusun içinde asılıydı. Uyku, bedenle ruh arasındaki bağ gevşediğinde gelir, derler. Bende o bağ çoktan çözülmüş. Geceler boyunca hiçbir yere gitmeyen bir zihnin sabaha ulaşması mümkün mü? Uyumuyordum; sadece göz kapaklarımın ardında çırpınan düşüncelerle boğuşuyordum. Sabah asla kapımı çalmıyor; üzerime kâbus misali çöküyor.

Hayallerle çıktığım eve onları hunharca parçalayarak dönmüştüm. Zamanın göreceliliğini ilk elden deneyimleme fırsatı bulmuşçasına parçalanan kalbim ve zihnim arasında mekik dokuyordum. İnsanı bu denli ayrıştıran tercihlerin kefareti hayli ağır oluyormuş sahiden. Sadece taş gibi ağır bir bedenim ve duvar misali suskun ifadem kalmıştı geriye. Sonrası boşluk, sessizlik, o artık açılmayan camlar, yerinden kıpırdamayan nesneler... Anahtarı çevirirken hissettiğim şey aşina olduğum odanın bekleyişi değil, yaşamın çoktan benden vazgeçmiş hâliydi. Kapı açıldığında karşımda duran yalnızlık... Karanlık olduğu kadar kasvetli ve tanıdıktı. Olmak istediğim kişiye giderken öldürmek istediğimle kalmıştım. 

Eşyalar yerli yerindeydi. Kitaplar raflarında, kupalar mutfakta, yastıklar eskisi gibi biçimsiz. Fakat renkler yeniden silikleşmiş, şekiller donuklaşmıştı. Bu ev artık bana ait değildi. Ya da ben o artık eski kendime ait ne varsa kabullenemiyordum. Yani ben hiçbir yere ait değildim. Yitirmiştim bağlarımı. Oysa bilirdim, dönmek bir varoluş biçimidir. Ancak kendime bakıyordum anlıyordum; her seferinde döndükçe kayboluyordum. Kayboluşların nihayetinde ise eksiliyor, azalıyordum.

Ayakkabılarımı çıkarmadım. Sessizce salonda dolaştım. Halının kıvrılmış kenarına takılan topuğumdan, bir zamanlar kahkahaların yankılandığı bu evin artık mezara dönüştüğünü hissettim. Raflarda toz tutmuş bir kitap gibi hissediyordum kendimi. Yalnızlık, görünmezlik değil; bizzat bakılıp da görülmemekti. Her duvarda ahmaklığımın yankılanışını işitiyordum. Burnuma değen her kokuda saç tellerini öpmek istediğim geceye yayılan kokuyu duyuyordum. İçimde kırık dökük ne varsa, o duvarlara çarpıp geri dönüyordu. Görülmek değil, anlaşılmak istiyor ama anlaşılamayacak kadar dağıldığımı anlıyordum.

Ellerini anımsadım kokusu zihnimde yer edince. Hastaydı, ojelerini bile sürmekte zorlanmış olduğu belliydi. İnce parmakları zarafetle serilmişken yastığa, bileğini okşayarak ayasına dokundum ve elini tutmak istedim. Teninin yumuşaklığı kendi kaba tenimden iğrenmeme ama bir yandan da daha sıkı sarma isteğiyle dolmama yol açtı. Utanarak da olsa başımı kaldırdım. Hafiften arkaya doğru atmıştı başını ama yüzü bana dönüktü. Dudakları… Ömrümce çizgilerini seyretmek istedim o an. Her şey o iki dudağın birleştiği ve ayrıldığı anlarda belirleniyordu sanki. O dudaklar sihirliydi, o dudaklar celladım ve kurtarıcımdı. Yüreğime dolan ya da yüreğimden kopanların kaderini belirleyendi. Bir kelime bekliyordum. Bir kelime yalnız. Tüm zincirlerimi kırıp atacaktı. Hâlbuki o kelime çoktan söylenmiş hatta daha fazlası da yaşanmıştı. Sadece duymamıştım, duymayacak kadar kendime gömülmüş ve şimdi de orada kalmaya mahkûm edilmiştim. Bu bir lanet değildi haliyle. Kendimi sürüklediğim sürgündü.

Kahve makinesi hâlâ fişteydi. İçindeki su ağırlaşmış, kokusu metalik bir yalnızlığa dönüşmüştü. Düğmesine bastım. Haznesinden yükselen ses, içeride boğulmuş bir günün pes perdesiydi adeta. Kupamı yıkamadım. Dudaklarımı nemli bir pişmanlığa bastım. Ellerimin titrediğini fark ettim. Onun bedenini sararken de böyleydi. Ya ağırlığımı veriyor ve onu rahatsız ediyor ya da kendimi âna bırakamayacak kadar kaçıyordum; utançtan, yetersizlikten, geçmişten sızan o iğneleyici histen geliyordu bunlar. Aynaya bakamadım. Yüzümü geçmişin enkazı gibi görmekten korktum.

Otuz üç yaşındayım. Ne bir unvanım var, ne bir aidiyetim. Başarının bana uğramadığı, yenilginin bile lütfedilmediği bir hayat sürdüm. Utangaçlığın dilini konuştum yıllarca. Kalabalık sofralarda tek lokma yutamadan oturdum. Lisedeyken bir kız elime dokunmuştu; neden diye düşünürüm halen. Neden bana dokunur ki bir insan? O soru büyüdü sonra. Neden ben, neden tüm bu yaşamın içerisindeyim ve neden bu parça yerine bir türlü oturmuyor? Yaşam dediğinde hayatla ayırmak gerektiğini bilirim mesela; biri tüm varlık döngüsünü ifade ederken, öteki benim şu kahve makinesinin başına gelişlerimi anlatır. Ne ö önemi var öyleyse? Tüm dönüşler kendinedir, diye bitirebilirim. Sorun nereye döneceğimi bilememem. Ben kimim?

Terminalde karşılaştığımız âna dönüyorum ister istemez. Çok hayal ettim gece boyu. Uzun uzun hem de. Oysa asla beklediğim gibi değildi. Elinde küçük bir çanta, gözlerinde ise çoktan söylenmiş bir cümlenin yankısı vardı. Adımlarını izledim, bana yaklaşmasını seyrettim ama o an, hâlâ uzaktaydık. Sarıldık. Vücutlarımız temas etti; ancak kalplerimiz ayrı yönlere savruldu. Yorgundu. Bedeni kadar bakışları da tükenmişti; sanki yalnızca bir gece değil, bir ömrü geride bırakıyordu. Gülümsemesi, bir misafirliğe katlanır gibi aceleciydi. Gözlerime uzun uzun bakmadı. Bir şeylerin doğru olmadığı ortadaydı. Ya da doğru olmadığını yeni mi fark ediyorduk? İkimiz de gerçekle mi tanışıyorduk yoksa? Yıkıcı olan da buydu sanırım.

Yol boyunca camdan dışarı baktım, o uyudu. Sessizliğimizin içinde bir şey vardı. Sadece susmak değildi bu; bir veda biçimiydi. Elini tutmak istedim. Sarılmak ve başını göğsüme yaslamak. Gözlerini huzurla kapaması için. Fakat yapamadım. İçimden bir ses durmamı söyledi. Sanki hâlâ orada, terminalde, ayakta duruyordu aramızdaki o boşluk. Onu ilk defa gerçekten görebilmek için yanındaydım, hem de hiç olmadığım kadar ama çok geç kaldığımı hissetmiştim belki de. Bazı bağların koptuğunu idrak edememiştim. Gerçi onun için farklıydı. Görecektim.

Odaya girdik. Karanlık değildi ama loştu. Gün ışığı tavana vuruyor, gölgeleri uzatıyordu. Perdeler kapalıydı. Üzerimizde yol yorgunluğunu da aşan bir yorgunluk vardı. Huzursuzluk, belirsizlik, gerginlik... Uzun zamandır inşa ettiğimiz ne varsa sessizce içimize kurduğumuz o düşten uyanmanın yorgunluğuyla sarsılıyordu. 

Yorgunluğunu uykuya bağışlamak istercesine uzandı, yanaştım. Sırtı bana dönüktü. Bir anlık cesaretle kolumu uzattım. Omzuna dokundum. Hafifçe sarıldım. o bedenin içinde başka bir uzaklık vardı. Teninde beni durduran şey soğukluk değildi; çağrılmamış biri gibi hissettiren bir boşluktu. Sessizliği dinledik uzun uzun. Dışarıda hiçbir ses yoktu. İçerideyse sadece kalp atışlarımız birbirine değmeden çarpıyordu.

Yakınlaştık. o yakınlık ne tutkuydu, ne de arzunun dansı. Daha çok bir vedanın, henüz söylenmemiş son cümlesiydi. Ten teması değil, iç içe geçmiş iki yalnızlığın birbirine sokulmasıydı belki de. Ona bakmaya cesaret edemedim. O da gözlerini kaçırdı. Sanki aynı odada değilmişiz gibi, ayrı rüyalarda yürüyorduk. O gece dokunduğum şey onun bedeni değildi. Korkularımla yüzleşmek üzereydim.

O an fark ettim: Onun sessizliğinde, benim sustuğum her şey yankılanıyordu. Parmaklarımın geri çekilişinde, kalbinin bana kapanışını hissettim. Beraber kurduğumuz hayallerin altını çizerek çizdiğimiz o sessiz sığınağın—içinde kuytu bir kahve köşesi olan, sabah ışığını en iyi alan o pencere önüne kuracağımız, lavanta kokulu, kalın perdeli, zamanın bile yavaş aktığı o evin—birdenbire silindiğini hissettim. Duvardan duvara kitaplarla döşenmiş bir oda düşünmüştük: Sessizliğin yankılandığı bir kütüphane. İçinde çalışmamız için büyük, ağır, ceviz ağacından bir masa hayal etmiştik; üzerinde kalemler, kitaplar, dosyalar, birkaç dağınık not, pencerenin kenarına ilişmiş iki fincan... Mabedimiz olacaktı, sığınacaktık. Akşamları oturma odasında koltuklara kıvrılıp birlikte film izleyecek, sonra tek bir battaniyenin altına sığınıp kitapların arasında kaybolacaktık. Birlikte sustuğumuz anların bile dili olacaktı. Hatta oyun konsoluna bile gülümseyerek tamam demişti—çocukluklarımıza uzanan küçük bir köprü gibi. Her biri, o gece elimden kaydı gitti.

Son sabahta öncelerine göre çok daha az konuştuk. Zira öncesinde kabullenmeyerek kendimi yok edecek kadar zorlamıştım onu. Gözlerindeki hayal kırıklığının sesini ancak şimdi işitebiliyorum. Ağlamak bile bazen bunu ifade etmeyebiliyor. Belki de bundan ötürü hiçbir şey söylemedik. Ellerim birbirine dolaştı, kendimi kaybettim ve dağıldım. Beni bir arada tutan bağ oymuş gibi. Otobüse bindiğinde camdan bana bakmadı. Ben de el sallayamadım. Vedaları sevmezdim bilirdi; son kez kokusunu içime çekemedim.

Yolu ev bilene yolculuk gurbet sayılmaz. Oysa benim için ev artık gerilerde kalmıştı. Otobüs kalktığında ondan uzaklaştığım her anda kendime de uzaklaşıyordum. Bunu içten içe hissediyordum. Aramızda yüzlerce kilometre varken kalplerimiz bağlıydı; şimdiyse bir daha asla onmayacak yaraların sardığı iki ayrı ruhtan ibarettik. Onu son gördüğümde bir insan hem nasıl bu kadar tanıdık hem de bu kadar yabancı olur demiştim. Cevabı basitti: Mesafeleri ölçmek yürek işidir ve o benden usul usul koparken atmadığım adımların vebalini ödüyordum şimdi.

29 Haziran 2025 Pazar

Kayıp Zamanın Gizinde'ye Mütevazı Bir Giriş

Bir Varoluş Denemesine Sunuş

Birazdan okuyacağın metin, ilk bakışta bir romana benzeyebilir. Belki bir hatırat, belki de uzun bir iç monolog gibi de okunabilir. Ancak ne bir türe, ne bir zamana, ne de bir kalıba sığmak ister. Tıpkı hayat gibi: belirsiz, kırılgan, dağınık ve çok katmanlı.

Kayıp Zamanın Gizinde, boşlukla yüzleşmeye cesaret edenlerin metni. Kimi zaman bir kitaplıkta, kimi zaman lavanta kokulu bir anıda, bazen de griye çalan bir Bela Tarr kadrajında gezinirken; anlatıcıyla birlikte kendi zihninizin ara sokaklarına uğrayacaksınız.

Burada cevap yok; sorular var. Zafer yok ama direnişin izleri var. Kahraman yok; yalnızca düşüşünü estetikleştirmeye çalışan bir "tutunamayan" var.

Anlatıcı, yani Mürsel, kütüphane kartlarıyla değil, hatıralarıyla mühürlü bir zamanı kurcalıyor. Bir kedinin tüylerinde, bir caz melodisinin kıvrımında ya da bir çocuğun düşürdüğü dondurmada... Siz de onunla birlikte düşünmeye, sorgulamaya, unutmaya ve hatırlamaya davetlisiniz.

Bu roman yayınevlerinin klasörlerine sığamadı. Dikkate alınmadı, bekletildi ve kendine yer bulamadı. Şimdi belki de olması gereken yerde: okurun karşısında. Sahiplenilmek için değil, anlaşılmak için.

Çünkü bazı metinler okurunu beklemez. Kendine çağırır.

Sen de burada olduğuna göre, bu çağrıya kulak verdin demektir.

Hoş geldin.

Emre Bozkuş

------------------------------------------------------------------------------------------------

Bölüm 1

Boşluğun Çığlığı

Size hikâyemi anlatmak isterim. Fakat merak etmeyin, sizi uzun betimlemelerle ya da sıkıcı tasvirlerle uğraştırmayacağım. En azından elimden geldiğince. Gerçi bazılarına göre edebiyatı çekici kılan etmenler bunlar ama kimin umurunda! Her şey zaten gözünüzün önünde, ne gereği var tekrar etmenin? Neyse, ne diyordum. Ha, hikâye! Okuyor olduğunuz metnin yegâne amacı yalnızca düşüncelerimden arda kalan boşluğu sizinle paylaşmak ve anılarımdan yola çıkarak birkaç dersi tekrar ederek sınıfta kalacak olanları kurtarmak. Tıpkı örtük perdeler gerisinde yatağından seslenen Proust misali; içine biraz da Oğuz Atay katacağım baharat niyetine. İlginizi çekmiyorsa şimdiden bırakmanızı tavsiye ederim.

Hâlâ burada mısınız? Hayret! Muhtemelen enflasyonun makûs talihi ve tarihinin elzem parçası olarak verdiğiniz paraya kıyamıyorsunuz. Bunu anlıyorum, normal, umarım böyledir; zira diğer seçenek pek iç açısı değil. Öyle ki içinizde yatan çılgın kâşifi bir türlü susturamıyor, ilgi çekici her başlangıcın yol açtığı gizemin peşinden sürüklenmeye karşı koyamıyor ve tavşan deliğine düşmekten kendinizi alamıyorsunuz ama endişe etmeyin, insanoğlunun merak dürtüsü olmasa medeniyet nasıl kurulurdu, değil mi? Gerçi kurulmasa daha iyi olurdu diyenlerinizi duyar gibiyim; duyar kasmayalım lütfen! Merak iyidir, merak candır, meraksız hayat çiçeksiz ağaca benzer, hatta merak insanın kendine yakışanı aramasıdır, falan filan… Hadi yine iyisiniz, bugün de burnunuzu her halta sokmanın bahanesi çıktı. O halde devam edelim madem.

Hayat nedir, hiç düşündünüz mü? Tabii ki düşündünüz, kim düşünmedi ki! Ama bu soruya genelde iş çıkışı, trafik sıkışıklığında ya da bulaşıkları yıkarken cevap bulmaya çalışıyoruz. Belki de hayat tam olarak budur: O son bulaşık teline sıkışmış kurumuş yemek artığını temizlerken, zihnimizdeki o derin soruları sormak. Hem bulaşığı temizleriz hem de zihnimizi. Pratik olmak bu kadar basit, işte hayat.

Hayat, bazen bir fincan çayın buharında kaybolan düşünceler gibidir, bazen de kedinin peşinde koşturduğu o görünmez iplik. O iplik görünmezdir ama bir o kadar da önemlidir. Görünmeyeni kovalamaktan vazgeçemeyen sadece kediler değil; biz insanlar da aynıyız. Tek farkla: Kediler sevimli, biz ise neyi kovaladığımızı çoğu zaman bilmiyoruz. Ama işte, bir şekilde peşinden gidiyoruz.

Bir zamanlar, her şeyin bir cevabı olduğuna inanırdım. Bütün soruların yanıtı, özenle paketlenmiş bir kutuda beni bekliyor sanıyordum. Şimdi ise, soruların kendisinin güzelliğiyle yetinmeyi öğreniyorum. Belki de hayat, anlamın değil, arayışın ta kendisidir; cevapsız kalmanın verdiği o hafif buruklukla yaşamaya devam etmek. Çünkü cevaplar sıkıcı olabilir, ama sorular her zaman daha eğlencelidir. Cevapları bulduğunuzda macera biter, ama soru sormak bitmez.

Hikâyemin tek amacı, düşüncelerimden kalan boşluğu sizlerle paylaşmak ve geçmişin izlerinden çıkardığım dersleri tekrar ederek hayatı anlamaya çalışanlarla birlikte yola devam etmektir. Edebiyatın içindeki sonsuz çelişkiler ve derin arayışlar, her zaman benim için bir çıkış noktası olmuştur. Bu metin de bu arayışın önemli bir parçası.

“Her doğan ölüme mahkûmdur,” derler. Ama mesele burada başlıyor: Doğmuşuz, hayırlı olsun! Kaderin cilvesi işte. İnsan varoluşu çelişkiler ve trajik kaderler üzerine kuruludur. Bir yandan ışığa ulaşmak isteriz, ama o ışığın bizi yakabileceğini pek düşünmeyiz. Tıpkı antik hikâyelerde ateşi çalan kahramanlar gibi, biz de kendi ışığımızı bulmak için cesurca ilerleriz. Ancak kimse ışığa yaklaştıkça elinizin yanacağını söylemez. Bu yükü taşımak zordur, ama bazen sıkıcı bir hayat yerine, bu yükü omuzlamak daha anlamlıdır.

İnsan, bilinmezliğin karanlığına el feneriyle bakmaya mahkûmdur. El fenerinin pillerinin bitmesi ise kaçınılmazdır. Yine de bakmaya devam ederiz. Aristoteles’in her şeyi bir sebebe bağlama çabası, diğer düşünürlerin anlamsızlığı kucaklama arayışlarıyla birleşir. Her birey, kendine bir anlam bulmak zorundadır; tıpkı trajik kahramanların her seferinde o dik yokuşu aşma çabası gibi. Sisifos gibi, taşı yokuşa taşımaya devam ederiz; amacımız yoktur, ama yine de bu çabadan vazgeçemeyiz. Çünkü varoluşun anlamsızlığına karşı direnmek, insan olmanın bir parçasıdır.

İnsan çelişkilerle doludur, tıpkı bir sahnede rolünü oynayan bir oyuncu gibi. "Olmak ya da olmamak” sorusu, aslında hepimizin içinde yaşadığı o büyük çelişki. Varoluşun kendisi bir soru işaretidir. Yaşamımıza anlam katmaya çalışıyoruz, fakat bu çaba aslında anlamsızlığın üzerine örtülmüş ince bir perde mi? Anlamı bulmak bazen suçu, bazen de çelişkiyi kabullenmek anlamına gelir. Ama merak etmeyin, bu hikâyenin sonunda kimseye zarar vermeyeceğiz.

Bir kütüphanede çalışıyorum. Kitapların arasında geçen bir hayat, gerçeklikten uzak, kendine ait bir dünyada sığınacak yer arayan bir insan için idealdir. Ama bu kadar çok hikâye arasında bile hayatın kokusunu, rengini bulamamak bir paradokstur. Kelimelerle çevrili bir dünyada, sözcüklerin yetmediği bir boşlukta yaşıyorum. Kitaplara boğulmuş bir hayat, her sayfasında farklı bir macera taşır; bazen de "Bu kadar kitap ne zaman birikti?" diye düşündürür. Kütüphane kartı mı, yoksa gizli bir kaçış bileti mi, henüz karar veremedim.

İçimde kocaman bir boşluk var ve bu boşluğu doldurmak artık imkânsız. Tıpkı Kafka'nın "Dönüşüm"ündeki Gregor Samsa gibi, ben de her gün yabancı bir dünyaya uyanıyor gibiyim. Fakat ben bir böceğe dönüşmedim; en azından henüz! Düşüşün kucağına bırakmak istiyorum kendimi; yere çakılmaya doğru, bilinmez bir yolculuğa çıkmak. Nietzsche’nin de belirttiği gibi, "Kendini mahvetmek istiyorsan, bunu güzel yap.” Yani, en azından estetik bir düşüş olsun, değil mi?

Bir silahı elime aldığımda, bu son eylemimde belki de kendi varoluşumu tamamlayacağım. Kendi hikâyemin yazarı olarak, son sayfayı da ben yazacağım. Ama kabul etmek lazım, bu biraz da kötü bir yazarın elinden çıkmış sıkıcı bir son gibi değil mi? Tarih boyunca büyük seçimlerin önünde duranlar gibi, son bir kez cesur olacağım dedim, ama elimdeki bu paslı tabancayla ne kadar 'büyük' olabilirim ki? Belki bu, tarihte ölümsüz kahramanları yaratan bir son olur; ya da muhtemelen sıradan bir memurun, kimsenin umursamayacağı, hatta yanlışlıkla polisiye roman diye raftan alınıp pişmanlıkla yerine bırakılacak bir hikâyesi olarak kalır. Ama olsun, en azından kendi hikâyemi ben yazacağım. Kim bilir, belki de bu hikâye bir yerlerde biri bulaşıkları yıkarken ona ilham olur; ya da en azından bir tebessüm ettirir. "Eh, en azından bulaşık deterjanı benden daha işe yarar," diye düşündürmek bile bir başarıdır sonuçta.

İnsan bazen düşmek ister, anılar ve hatıralar arasında gezinmek, bunların nüansını keşfetmek. Nüans evet, renk tonlarının ses dalgaları gibi oynaştığı bir dünyaya baktığımdan, bu kelimeyi kullanmak bana daima hoş geliyor. Evet, tuhaf olduğunu biliyorum, ancak öyle. Renkleri tıpkı ses dalgaları gibi duyumsuyorum ve geçmişi anımsamamda kokular kadar renkler de belirgin oluyor. Mesela sizin için maviyle gökyüzü veya deniz arasında kurulan doğal bağ benim açımdan pek de olası değil. Mavi benim için yirmi yıl önce giydiğim bir kazağı, dolayısıyla onunla ilgili anıları anımsatıyor. Burada nüans olarak vurgulamak istediğim şey tam da bu; her rengin, her tonun, her anının bize bıraktığı izlerin farklılığı. Mavi, benim için sadece bir kazak değil; geçmişten gelen ve bugüne taşıdığım anıların özü. Bu yüzden nüanslar, aslında hayatı anlamlı kılan küçük ama değerli detaylardır. O kazak, içimdeki 'boşluğun çığlığı'nı ironik bir biçimde temsil ediyor; belki de o boşluğun renklerle dolmasını umduğum bir dönemin hatırası. Ama sonuçta, ne kadar çabalarsam çabalayayım, boşluk hep orada ve ben de onunla yaşamayı öğreniyorum. Ne ironik!


(Devamı ve tamamı yakında pdf olarak yayınlanacak)

5 Aralık 2024 Perşembe

Protesto Vergisi!



Genç yazar elinde “Zaman Yolculuğu Günlükleri” dosyasıyla “Bilimsel Tutarlılık Ofisi”nin kasvetli girişinden içeri girdiğinde başına neler geleceğinden habersizdi. Ülke çapında tüm yaratıcı eserlerin bilimsel tutarlılığı olup olmadığını değerlendiren bu ofis, kurallarını sıkı sıkıya uyguluyordu. Kapının yanında, dev harflerle “GERÇEKLİĞİ BOZAN HER HAYALE VERGİ KONULUR” yazılı bir tabela asılıydı. İç çekerek epeyce uzamış olan sıraya geçti ve hayli gıybet dolu bekleyişin nihayetinde dosyasını bekleme sırasındaki görevliye uzattı.

Görevli, dosyayı incelemeye koyuldu. “Hmm, ışık hızında yolculuk, zamanda kırılmalar ve paralel evrenler mi? Bu eser için çok ciddi bir ‘Gerçeklik Bozumu Vergisi’ ödeyeceksiniz.”

Şaşkınlıkla görevliye bakarak “Yani, her şey için ayrı ayrı mı vergi kesiyorsunuz?” diye sordu genç yazar, istifini bozmamaya çalışıyordu.

Görevli, başını salladı. “Tabii ki! Her bilim dışı öge, toplumun gerçeklik algısını etkileyebilir. Mesela ışık hızında yolculuk, büyük bir bilim dışı sapma ya da spekülatif denemelerin yarattığı muhtelif icatlar. Her biri için yüzde yirmi ‘Hız Aşımı Vergisi’ uyguluyoruz. Paralel evrenlerin sayısına göre ise ‘Evren Çoklama Çarpanı’ devreye giriyor. Bu arada sormam gerek; kaç tane paralel evren kullandınız acaba?”

Beklemediği soruyu afallayarak da olsa cevapladı: “Dört tane…”

Görevli gözlerini devirdi. “Dört mü? O zaman her biri için yüzde beş oranında ek vergi alıyoruz. Ayrıca zamanda yolculuk ögesi için de ‘Kronolojik Çarpıtma Ücreti’ kesilecek.”

Tüm bu vergi listesi karşısında ne diyeceğini bilemeyen genç yazar, başını ellerinin arasına aldı. “Bu çok saçma!” dedi, olanca şaşkınlığına mani olamayarak. “Bunların bilimsel tutarlılığı gayet sabit!”

Görevli sakin bir ifadeyle, “Bilimsel düzlemde konuşulması yeterli sayılmaz. Kanıtlanması ve kabullenilmesi önemli. Hipotezi tezden ayırmalısınız. Üstelik bunun toplumsal etkisini de gözardı edemeyiz. Bilimin kurgulanmasıyla bilimin uygulanması farkını ayıramayan insanlar için elzem. Ayrıca karakterlerinizin ne kadar gerçekçi olduğunu da denetliyoruz.”

Kemal iyice hayrete düşerek sordu: “Karakterlerim mi?”

Görevli, dosyayı açıp detaylara bakarak, “Mesela ana karakteriniz ışık hızında bir uzay gemisi kullanıyor. Bunun için ‘İnsan Üstü Donanım Cezası’ var. Bilime aykırı yetenekler vergilendirilir. Ayrıca bu karakterin başka gezegenlere ışınlanması ‘Teleportasyon Tarifesi’ kapsamına giriyor.”

Tam o sırada koridorun sonundan gelen tok adımlarla amir Rıfat Bey belirdi. Görevlinin masasına yaklaştı ve gergin biçimde bekleyen gencin dosyasına o da şöyle bir göz attı. “Kemal Bey, gördüğüm kadarıyla dosyanızda hayal gücüne bolca yer vermişsiniz,” dedi soğuk bir ifadeyle. “Bu, yüzde ellilik bir ‘Hayal Gücü Aşırılık Vergisi’ gerektiriyor, biliyorsunuzdur umarım. Ayrıca ışık hızında yolculuğa alternatif olarak, hızlı yürüyüş gibi daha gerçekçi bir ulaşım biçimi düşünseniz vergi oranını düşürebilirdik.”

Kemal çaresizlik içinde Rıfat Bey’e baktı. “Ama bu çok saçma, böyle şey mi olur!?”

Rıfat Bey aynı ciddiyetle, “Hayal gücünüzü kullanabilirsiniz elbette,” diye yanıtladı; “bunda beis yok. Ancak bunu vergilerle dengelemelisiniz. Mesela, her tür yaratıcı fikir için standart ‘Hayal Gücü Kullanım Bedeli’ uyguluyoruz. Eğer bilimsel olmayan fikirlerden vazgeçmezseniz, ek olarak bir ‘Fantezi Fazlalığı Vergisi’ ödeyeceksiniz.”

Kemal, dayanamayarak kahkaha attı. “Demek, bir hikâyede bile ilerlemek, başka evrenlere gitmek size ters düşüyor?”

Rıfat Bey, bu alaycı siteme aldırış etmeyerek “Bakın Kemal Bey, burada her şey bilimin kontrolü altında olmalı,” diye durumu izah edeceğini belli eder bir yanıta girişti. Önce gerilir gibi oldu ama neden sonra yüzündeki ifade biraz daha kontrollü bir hal aldı.

“Bakın Kemal bey, milletimiz hayal gücünün kontrolsüzce kullanıldığı ve gerçeğin sömürüldüğü kurgulardan usanmış vaziyette. Gerçeğe ayağı değmeyen uydurmaların değil halkın gerçeklerinin anlatılması gerek. Dolayısıyla burada ne yapıyorsak milletimizin saadeti ve elbette bilimin sürdürülebilirliği içindir. Vatanın her bucağında her bir neferimizle devletin ve vatanın bekası için kendimizi paralıyoruz; lütfen bu emeği göz ardı edecek sözler sarf etmeyiniz. Zaten geçen gün bir yazar, uzaylılarla barış yaptığımız bir öyküyle geldi. Vergi hesabı yetişmediği için eseri tamamen yasakladık. Yani, hayal gücünüzün sınırlarını bilmeniz lazım. Öyle bedava diye bol keseden atma devri geçti.”

Kemal, son bir umutla, “Peki, ya karakterlerim hayal ettikleriyle yetinse?” diye sordu.

Rıfat Bey, başını sallayarak, “Hayır, bu durumda ‘Düşsel Gerçeklik Vergisi’ devreye girer. Hayal edilen her şey, karakterler hayal kursa bile vergiye tabidir. Gerçekliği bozmamak için, hayallerin bile bilimsel temellere oturtulması gerekiyor.”

Kemal, dosyalarını bir kenara fırlattı ve bağırarak ayağa kalktı. “Bu delilik! Hayal gücümü sınırlandırarak ödeyeceğim vergiyi azaltmak mı? İyi o zaman, artık yazmıyorum!” dedi ve öfkeyle kapıya doğru yürüdü.

Arkasından görevlinin sesi duyuldu.

“Lütfen acele etmeyin Kemal Bey, çıkışta ‘Protesto Vergisi’ni ödemeden gitmeyin!”

13 Aralık 2022 Salı

Oğuz Atay'a

İşte geldik yine o güne. Bugünü anlamak ve anlatmak için yastan daha güçlü bir kelime bulmak gerekli. Karalar bağlamış bir avuç insanın ardından sarf edeceği yığınla klişe sözün arkasına sığınarak gezevelik etmek zaten bana göre değil. Benim gözümde seni en son tanımlayacak kelime ölüm çünkü. İnadına yaşamak ve yaşamı hissetmek isteyen mağrur bir çocuktun ve hep öyle kalacaksın. Hiç büyümeyecek ve yaşamın acımasız bir tekerrürün mukayesesi imkansız yansımaları olduğunu bilemeyeceksin. Ya da en azından benim nezdimde bunların farkında olacak, ancak bir türlü nüansı yakalayamayarak güçlükler karşısında acze düşecek ve olanca zekânla alaya almayı seçeceksin. İnsanın zihnini koruma çabası böyle işler, değil mi Oğuzcuğum Atay? Korkularına karşı gösterdiğin tepkiden ibaretsin. Fazlası değil.

Haliyle seni en iyi tanımlayacak kelime oyun bence. Oynadın durdun ömrünce ve seni görmesini istediklerin perdenin açık olduğunun bile farkına varmadan oturdukları yerden yaşamın olağan akışına kapılarak öylece uzaklaştılar. Tüm haykırışların, bütün çabaların beyhude sandın; nafile bir çabanın belgesi olarak belledin yazdıklarını. Seslerin bir kuyunun dibindeymişsin de sonsuza doğru savruluyormuş gibi ortadan kayboluyordu ve sen çaresizce kendini ifade etmenin yollarını arıyordun.

Oysa düştüğün ne acziyetti ne de çaresizlik; seni sen yapan duygularının gücüydü ve öylesine derinden geliyordu ki, sığ anlayışların retoriğinde karşılık bulamıyordu. “Mış” gibi yapanlar bilmezler sahici sarsıntıları, onların kendi dünyalarında yıkıp inşa ettiği sahte oyunları vardır, en güzel düşleri gerçeğe yeğ tutarlar ve senin çürümeye yüz tutmuş yapılarını ifşa eden terennümünü işitmek elbet işlerine gelmez, kulaklarının üzerine yatarlar, sonra da çıkıp anlamadık derler. Oysa sorun anlamamak değil Oğuz Ağabey, sorun anlamaya fırsat dahi vermemek. Bunu söylemekse başka bir çıkmazın ilanı, neylersin!

Sen hep “anlam kadar insan hayatını mahveden şey yoktur, derdin. Anlamı irdeleyerek gerçeğin hakikat yanında sönük bir parıltı olduğunu görmek nasıl bir işkence iyi bilirim. Suskunluk ile sessizlik arasındaki farkı da tanırım. Konuşmaktan yorulanın içine düştüğü yılgınlığın tezahürüdür suskunluk; sessizlik bir fısıltıya bakar ama susmak kimileyin en tehlikeli tecrit biçimidir. Kendini hapsedersin boşluğa, öylece kalırsın. Belki de bundan ötürü tehlikeli oyunlar oynamak ve riskin doruklarına ulaşarak oradan gerçek yaşamın doyumunu almak istemen. Rüyalardan uyanmak istemen normal, çünkü ben de en az senin kadar yorgunum ve yoruldum Oğuz Ağabey. Anlarım halini.

Açmazları açan kudretin kelimelerinden gelir ve dilin yetmediği yerde bakışların devreye girer. Kelimelerinden ziyadesiyle faydalandığım da doğrudur. Beni ben yapan senden bana kalanlardır zira. Düştüğüm yerde elimi tutan düşlerindir ve düşüncelerimi daima bu acıklı son besler. “Bat dünya bat,” demen arabesk bir feverandan ibaret değildir. Turgut Uyar’ın Geyikli Gece’si, Edip Cansever’in kanayan mendili, Cemal Süreya’nın kompartımanlar arasında kanat çırpan Haydarpaşalı Üvercinka’sı ya da Attila İlhan’ın belirsiz bir yola düşmüş yaban gülü Pia’sı… Biz buyuz Oğuz Ağabey. Düşlere tutunur ve soğukkanlılıkla öldürürüz kendimizi. Oysa halen soluk alıp veririz. Ne tuhaf, değil mi? Öyle olmadığını ikimiz de biliriz. İşte dünyanın batacağı nokta budur. Şerefine aşk şarabı içer, gönlümüzce meşk ederiz.

Sen ölmedin Oğuz Ağabey, biz de yaşamıyoruz zaten. Zamanı ağır aksak hareketlerle tüketiyor ve adına ömür çürütmek diyoruz. Hepimiz için hayat bundan ibaret. Sanırım senin de tutamaç ile Yusuf Ağabey’e attığın taş bundandı. O da gitti bir köyde mektupların, tavla zarlarının arasında C.’nin akıbetini Zebercet’e bağlamadı mı zaten? Bilinmez bir şarkıydı ve öyle kaldı işte. Oysa sen iddiaya girmişçesine daha büyük bir bilinmeyen koydun masaya ve ne Turgut, Hikmet ne de Coşkun oyunlarla yaşanmayacağını anlayacak kadar benliğine yaklaşabildi. ÖzBenol, beni bul, benimle ol, haydi gel erişelim ummana, ermiş olalım diyemedin. O halde sormak gerek Oğuz Ağabey, neydi seni geceler boyu düşlemeye iten ve nihayetinde bir yeni yetmenin ikilemlerine yoldaş eden?

Yeniydim ama yetemedim Oğuz Ağabey, tıpkı senin gibi oyunların belirsizliğiyle sınırları çoktan belirlenmiş dünyada var olma mücadelesi verdim ve şimdi ellerimde bir demet çiçekle mezarına gelmenin huzuru içindeyim. Arsız gönlümün iştihası şu sonsuz gazap alanı sayılan ruhumu yalazlayıp durdu ve ateşinden nice yangın devşirdim. Oysa yürek ölüme de yaşama da razı değil bilirsin. Dur ve bekle der, dur ve tek söz etmeden huşuyla bekle. Soğuk bir mezar taşı, ot bürümüş birkaç metre kare toprak ve birkaç kelime. Arkası kocaman bir derya deniz, anlam sağanağı.

İyi ki vardın, Oğuz Ağabey. Denkleştiremediğim her kelime boynumun borcu ve hüzünle bakan gözlerinin yüreğimde bıraktığı hislerin harcı. Harcıâlem kılınan düşlerin onlara kalsın. Sen benimle ölene dek varsın. Selametle…

27 Kasım 2022 Pazar

Yitik Geceye Dua

Uzun geceler apansız bir rüya

Uzun geceler amansız bir hayal

Uzun geceler umarsız bir düş

Düştükçe içine kıvranır zaman

Savrulur yıprandıkça içten içe

Parçalanır avuçlarında iklimler

Pare pare yüreğine dolar

 

    Bencileyin bir sigaradır dua gibi dudağımda

 

Uzun geceye anlatırım bir tek derdimi

Bir geceydi ki korları hâlâ yakar

Geyik boynuzu yırtarken perdeyi

Narı dağılır öylece yarayı dağlar

Bedeni naçar, zihni dağlar aşar

Geceye doğar bütün umutlar

Gecede serpilir tüm yalanlar

Çırpınır yamaçlarında bencileyin

Sesleri ufkun ardına taşar

 

    Ellerinde can vermekteyken aşk

 

Gecenin ıssızlığında kan akar

Gece ki tanımsız bir kavramdır

Kavrar etini, kemiğini ve ruhunu

Yangınlar, yangılar içinde bırakır

Çıplanan bedeninde yitik hazlar

İzleri tazedir öylece dolaşır

Parmak uçlarından başlayarak

Zihninin doruklarına ulaşır ve

Yılgın adımlarla

Topuklarına dek dökülür

Ardından çıt çıkarmaksızın

Terennüme başlar

İçindeki ahlar, acılar, sancılar

 

    Nazenin bir şarkıdır çalınır odanda

 

Geceye söyler şarkısını çaresizler

Çünkü gecedir bedbaht gönlün

Biçare hallerin ikilemi

Sayrılar deryasında biçilmiştir eceli

Yalnız gecenin oluklarında

Sonsuza akarken kovalar

Yalnızca gecede onanır, onarılır

Tarihi geçmiş, tarifi kayıp hazlar

 

    Geceye yayılarak içimize siner

 

İsimsiz bir ecele benzer sonra

Gecedir şahidi geçip gidenlerin

Yaşananları geceye nakşederler

Binbir gece hüznüyle anlatırlar

Bininci gecedeyse zuhur eder

Duyulur esrik bir edayla

Çağlar geçer böylece nazarından

Gecenin hükmüyle aydınlanır

Masallar gerçeğin hükmüne yeniktir

Ne dersen de durulmaz

Durdurulamaz çılgın yakışı

 

    İsmini anarım ey sevgili, neden susarsın

 

İmkansızın şarkısını mırıldanır

Orada, şafağın gelişini muştular

Kendi adı kendi zamanıdır

Ayın şavkını paralar

Yerle yeksan eder bütün hisleri

Bir dokunuş, seziş ve duyuşta

Tutkunun doruklarına çıkar

Sonra mağrur adımlarıyla gelir

Sonsuzluğun kıyılarına

Limanlarından ecel kalkar

Bir yorgan misali örtünür  

Melanetiyle acze bürünür

Aşkıyla suretini seyrederken

Düşer, dağılır, kaybolur

 

    Mavi konuyor koynuna, niçin tutmazsın


Resim: The Night Bird Sings His Lullaby - Natasha Newton


25 Kasım 2022 Cuma

Münacaat

Nâr-ı dûzahdan bu âteşle ne bâkim var benim
Aşk dirler bir söyünmez nârdır göñlümdeki
Fuzûlî

Ey yüce Tanrım! Yüreğimde bir yangın var ki sorma gitsin. Dokunduğum ne varsa tutuşuyor ve öylece kül olup havaya karışıyor. Nefesim desen harlanan öfkemin tesiriyle önüne geleni zehirliyor. Bundan da yine en çok ben etkileniyorum. Ah o gecenin yargısı yok mu, insana kendini unutturuyor...
Kaçamak bakışlar, yarım yamalak ve ıslak bir öpücüğün noksanlığında kahrolan gönlümün buhranları. Oysa tek bir adımda sona erecekken yangının fitilini ateşledim ve öylece içine daldım. Yapmadığım dert oldu, söylediklerimse yalan; içim sıra buğulanan duygular rüzgârlara kapılarak savruldu ve gitti.
Ölüyor muyum Tanrım? Yoksa yaşamak fazla mı geliyor bana? Doğan ve doğmuş olan herkesten alacağım, bir soracağım var. Bana yaşamak borçlular Tanrım, nerede görsem tanır ve hakkımı alırım. Tanrım, yanıtsız kaldım. Aşkın harıyla benzime kara çaldım. Dokunmak bir yaraya ve dağlamak öylesine zor ki. Ağır ağır süzülen umutların yerini yalanlarla doldurmak yaşamın çıkmazlarından biri mi anlamadım. Bıraktım oysa. Kabullendim gerçeği ve sarındım bildiğim bütün yalanlara. Ama gerçek tüm haşmeti ve çıplaklığıyla gelerek bir hamlede yaramı deşiverdi. Yeniden dağlaması bir dert, cerahat bağlarsa diye duyduğum kaygı öbür dert.
Endişeler içerisinde bir denizde yüzüyor ve doludizgin doğrulan doru atın hırçın bakışlarını görmezden gerek tutunmaya çalışıyorum. Bir bakış, bir seziş ve baştan çıkaran, gözünü karartan bir kokunun esaretiyle zihnimin uçsuz bucaksız bozkırlarında dolaşıyorum. Adımı deliye koyuyor yolu yoluma denk düşen, bir Mecnun var diyorlar ta en derinlerinde bilmenin çöllerinin. Dilinde ne kelam durur ne bir sözü narında yekpare düşlere ayna olur. Görmek ile bakmak bir değil, anlıyor musun?

Dur demem, durmam ve düşünmem gerek. Kapıları kapattım ardına dek. Sızlayan dizlerim mi yoksa tutuşan dizelerim mi şu yangına denk. Çürümek Tanrım, işlediğim cürümle bedenimi kaplayan ve sonsuz kederi çağıran ezeli cenk. Meydanında dökülen kanıma bak ve söyle hangi kul böylesine müstehak? Hakkıma girme de kıyılarına mahkum şu gemileri yak, göğsüne orkideyi tak ve boşluğa bir yaprak misali süzülürken beni kendime bırak.

Durmadan perdahladığın o duvar;
Nicedir katlime ferman yazar...





 

12 Ekim 2022 Çarşamba

BİR TUTAMAK MESELESİ: OĞUZ ATAY


“Anlamasan da olur. Kimse anlamasa da olur. Gerçek hürriyet budur Olric. Ben anlıyorum. Anlatamasam da olur.” (Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, syf. 417)

Oğuz Atay için var olmak bütün çelişkilerine, saçmalıklarına ve zorluklarına rağmen anlama tutunmak, anlamı idrak etmekle ilgili bir serüvendi. Okuduğu onca kitabın ardında saklı bulunan yanıtları eşeledikçe yaşamın birden fazla yüzü olduğunu keşfedişi bireyin sarsıntı ve yıkıntılarına dair eşsiz çıkarımlarına ulaşmasını sağlayan ilk ve en önemli etmendi. Destanlardan Dante’ye, Shakespere’den Joyce ve Dostoyevski’den Kemal Tahir’e değin uzanan kütüphaneler dolusu kitapla doldurduğu renkli, yaratıcı zihni oyunla gerçeğin ayırdını irdeleyerek insanın ebedi yolculuğunun izlerini sürmüştür. İzlerin noktalar halinde birleşip eklektik yapılar halinde bütünlüğe ulaştığı noktada ise postmodern başkaldırının köşe taşı metinler meydana gelmiştir.

Oğuz Atay’ın gözünde yaşam çıkmazlarla dolu bir curcunadır ve karmaşanın içinde kendine dair izler arayan her insan, çözümü çevresiyle kurduğu etkileşimde arar. Oysa bu devanın maddeye ihtirasla bağlanan “kifayetsiz muhterisler”i ortaya çıkardığı ve tamahkârlığın sefalete yol açacağını gösterir; bunu yaparken de bunca saçmalığın izahı değil mizahı olur dercesine Bakhtin’in deyimiyle karnavalesk bir anlatı dili inşa eder. Ancak bu noktada, sözgelimi Tolstoy gibi bilge bir anlatıcıdan ziyade modernist yazarlara yakın durmayı tercih eder.

Bir soylu olan Don Kişot’un kendi parodisine dönüştüğü yaşamını mizahın kılıçtan bile daha keskin olabileceğini kanıtlarcasına aktarır eserlerine; zira düşen ve aklını kaybederek savrulan Don Kişot değil, içinden geldiği gelenektir. Aynı şekilde Shakespeare’in gerçekçilikten uzak ama bir o kadar da gerçeğin içinde olan, çağının insanını anlatırken çağlar ötesindeki insanı da etkileyen oyunlarına dalar ve oyunun insan yaşamındaki etkisini tragedyalardan Beckett’a uzanan bir çizgide merkeze Shakespeare’in imzasını koyarak gösterir.


Soyluların yaşamlarındaki çıkmazların etkisiyle şekillenen anlatı geleneği nasıl da sıradanlaşan ve pırıltısını acımasızca yitiren bir yıldıza döndü değil mi? Eski bir şarkı gibi çaldıkça nostaljinin kollarına dalan melankolik insanlar gitgide solarak benliğini satırların arasında yitirdi, tıpkı giyotine kurban gidercesine. Çaresiz bir hastalığın pençesindelerdi çünkü. Yok oluyorlardı ve çıkmazın içinde debelendikçe daha derine gömülüyorlardı. Derine, derine ve derine… Dipsiz bir kuyuya dalarcasına, uçsuz bucaksız bir batağa batarcasına.

Proust’un da derinlemesine ele aldığı mesele bu hastalığın birkaç nesli yutarak yok etmesinin etkileyici hikâyesiydi. Modernitenin beraberinde getirdiği acımasız yıkım, bireyin yaşamında köklü değişiklikler meydana getirir ve yaşamın olağan akışından koparak algıladığı dünyanın ayrıntılarını yeniden keşfetmeye, yitirdiği anlamı bu vesileyle bulmaya çalışır. Ki Alice Miller da, “Marcel Proust, hayatın sırrını çözme fırsatından yoksun kalmıştı. Bence o müthiş romanının başlığındaki ‘kayıp zamanın’ izindeki arayış, hiç yaşamadığı hayatının izlerini arayıştı,” (Beden Asla Yalan Söylemez, Okuyan Us Yayınevi, syf. 70) diyerek bu savrulmayı dile getirir. Aynı şekilde Oğuz Atay’ın karakterlerini olduramadan öldüren çıkmazlar da tam olarak böyleydi. Fasılasız bir çılgınlığın içinde çırpınıyor ve aklın egemenliği denilerek lanse edilen psikozun ardındaki çelişkiyi görerek deliliğin sınırlarını test ya da tayin ediyorlardı; burası belirsiz.

İşin komik yanı ise - ki aksini iddia etmek kimi müellifçe pek olası değil - çıkmazların haddizatında açmazlara dönüştüğünü görüyor ve çırpınışlarının asla kazanamayacağı, hatta kaybedeceği ta en başından belli olan bir oyunda beyhude çabaladığını anlıyordu. Farkındalığının bunca gelişmiş olması, kendini başka benliklere ait hissetme, ait olma ya da ulaşma gayretiyle var etme mücadelesine girişmesine sebep oluyordu. Çünkü başka benlikler farklı limanlara açılacak gemiler inşa edebilmesi demekti belki de. Öz benliği kayboluyor muydu yoksa ona mı kavuşuyordu, ilk başta bilemezdi. Işığı takip ediyor, trenin çarpmayacağını umarak arzuladığı “ben” olmaya çalışıyordu ve çatışmaların ortasında sıkışarak çareyi kaçmakta, kaçışlarda buluyordu.

“Benim de herkes gibi kaygısız, sevinç dolu bir yaşantıya hakkım yok mu? diye soruyorum. Ben de herkes gibi günlük sevinçlerin, heyecanların akışına kapılıp gidemez miyim? Neden olaylar, benim üzerimde silinmez izler bırakıyor? Kaderime lânet ediyorum.” (Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, syf. 415)

Bunu söyleyen ve kaderine arabesk bir isyanla başkaldıran Atay, Bat Dünya Bat! diye serzenişte bulunacağı noktaya henüz on iki sayfa sonra varıyor;

“Hiç kimseyi anlamıyorum. İnsanların arasına karışıp onlara uyduğum için de kendimden nefret ediyorum,” diyerek bu çabasından vazgeçtiğini ilan ediyor. İroninin aslında acıdan beslendiği, acziyet içerdiği sırf bunu görünce bile belirginleşiyor ama Atay’ın kullandığı ironi içinde derin bir tefekkür ve görkemli bir zeka parıltısı da barındırıyor. Dostoyevski’nin çileciliğini metinlerinde sıklıkla sezdirmesiyle teatral diyalogların bol olduğu St. Petersburg romanlarını İstanbul’un sokaklarına taşıyor ve yoğun duyguların yalnızca kederi değil, aynı zamanda sevinci de içerebileceğini kanıtlıyor. İnsanın derinliği bir noktada takılıp kalmak zorunda değil nitekim. Gerçeğin prizmatik bir yapıya sahip olduğunun aşikar edildiği postmodern çağda insanın da birden fazla yüzünün anlatılması, iç dünyasının, duygularının bu yolla aktarılması yadsınamaz.

Zweig’ın kısacık metinlere sığdırmayı başardığı inanılmaz yoğunluktaki duyguların Joyce gibi dil ustalarıyla sentezi nasıl olurdu diye düşündürür daima. Joyce’un dilin metni inşa sürecinde zaman-mekân algısını kırması - ki bu noktada Tanpınar’ı ve dolayısıyla zamanı mesele eden Bergson, Heidegger gibi düşünürleri de anmak, anlamak gerek- aslında bireyin “değerler yitimi”nin yalnızca ahlaktan ibaret olmadığına açıklık getiriyor. Modern insan yaşamıyla yekpare ele alındığında kendisinin ucuz bir taklidi haline geldiğinden yaşamı da ancak tarihsel anlatıların kopyası olarak sunulabilir ve sadece bu vesileyle değerlendirmek olasıdır. Ulysess’in yolculuğu ve noktalama olmadan soluksuz sürüklenen seyahatinin etkileyici serüvenlerden çok sıkıcı tekrarlar içeren alelade bir rutin olması da bundandır. Joyce’un bir şehrin hafızasını sönük insanlar odağında anlatışı artık güçlü figürler yerine sinik çizgilere kaldığımızı ve kahramanın öldüğünün göstergesidir.

Kafka'nın da Oğuz Atay’ın metinlerine katkı sağladığı, zengin öğeler halinde değer kattığı kesindir. Bilhassa karakterlerin kurulu düzen içerisinde benimsemek zorunda kaldıkları roller karşısında çaresizce kayboluşları buna örnektir. Kafka, bürokrasinin ayakları altında çimen-fil denklemini anımsatan küçük insanları konu edinirken alegorinin sınırlarını zorlamış ve düş ile gerçeğin hudutlarına dair yeni bir söylem inşa etmeyi başarmıştır, ki buna da Kafkaesk denmiştir. Yusuf Atılgan da Oğuz Atay’ın karakterlerinin “tutunamama” meselesi hususunda önemli bir adım atmıştır. Aylak Adam da C.’nin bütün yaşadıkları zaten başlı başına modern insanın Camus’nün deyimiyle düşüşünün tescilidir. Bunu da şöyle tarif eder:

“— İnsanın bir tutamağı olmalı.

— Anlamadım.

—Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi!” (Aylak Adam, Bilgi Yayınevi, syf. 218-219)

“İnsanın ruhu ne garip ve mudhik bir sahne idi!” (Kırık Hayatlar, Akçağ Yayınları, syf. 218) diyen Halit Ziya’nın Kırık Hayatlar adlı eserinden etkilendiğini bizzat kendisi söylemiştir. Yusuf Atılgan’ın tutamak sorununu Kırık Hayatlar’ın bedbaht insanlarıyla birleştirip sorunsallaştırarak ortaya Tutunamayan insanı, yani Disconnectus Erectus’u çıkarır.

Sevgili, çok kıymetli, biricik Oğuzcuğum Atay,

Şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek için, on bin kitap okumuş olmayı isterdim ama maalesef ömrüm ve tembel bünyem buna bütünüyle engel. Gene de az gelişmiş birkaç cümle söylemeden, birkaç söz sarf etmeden içim rahat etmeyecek: seni tanıdığıma çok sevindim kendi çapımda, iyi ki vardın, iyi ki doğdun.

7 Ağustos 2022 Pazar

Emre Bozkuş’tan Senfonik Deneme Yazıları: "Ay Kızılıydı Gece"


Ay Kızılıydı Gece, Klaros Yayınları etiketiyle yayımlandı.


Bu ilk kitabımda, yirmi dokuz adet deneme yazısına yer veriyorum. Yalnızlık, acı, aşk, sessizlik, nostalji gibi gündelik kavramları derinlemesine irdelerken hem yeni bir bakış açısı katıyor hem de sinemadan edebiyata sanatın pek çok dalından bahsederek yaşama dair samimi, içten çıkarımlarda bulunuyorum.

 

Siz hiç varlığı aşan bir düşünce solosu dinlediniz mi? Yıkılan kalıpların sesini işittiniz mi? Hep hayal edilen ama varılamayan ülkelerin günlüklerini okudunuz mu? Ve siz kendinize rağmen ideale âşık oldunuz mu?

Bütün bunları bilmek istiyorsanız Ay Kızılıydı Gece’yi okumanızı tavsiye ederim.

-        Prof. Dr. Yaşar Şenler

 

Emre Bozkuş, 'Ay Kızılıydı Gece' kitabında beyninin ve kalbinin derinliklerine inip oradan çıkardıklarını ustalıkla sayfalara döküyor. Bu kadar genç bir yaşta inanılmaz bir olgunlukla düşüncelerini okura sunuyor. İncelikli dili, güçlü imgeleri ve şiirsel anlatımıyla sizi de etkileyeceğine eminim.

-        Ruhşen Doğan Nar

 

Hamlıktan olgunluğa, olgunluktan bilgeliğe meyletmiş ruhuyla yeryüzündeki bütün aşkların coşkusunu, bütün ayrılıkların kederini aktarmak istercesine şevkle kalem oynatan bin yaşındaki bir gencin hayatı yorumlama biçimleri var bu kitapta. Kâh durgun bir denizin enginliğine kâh azgın bir nehrin kükreyişine benzeyen sözcüklerinde kendi yaranızın devasını bulmanız fazlasıyla mümkün. Öyleyse huşuyla çevrilsin sayfalar, gürüldeyerek aksın yazı.

-        Aşkın Güngör

 

Emre Bozkuş; 1995'te İstanbul Bakırköy'de doğdu. Lisans eğitimini Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde tamamladı. Yazım yolculuğuna 2014'te blog yazarlığıyla başladı. Öyküleri ve makaleleri Bilimkurgu Kulübü, Açık Beyin, Düşünbil, Kayıp Rıhtım, Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi gibi internet mecralarında ve dergilerde yayımlandı. Çeşitli öykü seçkilerinde yer aldı. Halen yazmaya ve editörlük yapmaya devam etmektedir.



 

 

14 Şubat 2022 Pazartesi

Nafile Zamana Ağıt

Yaşanan acılardan daha fecisi, acılara duyarsızlaşacak denli tesir altında kalmaktır. Her gün, her saat devamlı yas havasına girmektense gerçeği reddetmeyi ve kendini esirgemeyi makul bulur zihin. Kendisini tanımladığını düşündüğü ne varsa inkar eder. Böylece değerler bütünlüğü denilen ne varsa çürümeye, yok olmaya yüz tutar.

Gözyaşları, ağıtlar ve beddualara karışan dualar... Kanla ıslanan toprak üzerinden cebi de gönlü de rahat insanların attığı heybetli nutuklar yankılanır avluda. "Ateş düştüğü yeri yakar," sözü ancak bizim gibi acı dolu coğrafyalarda söylenir. "Acıklı başta akıl olmaz," der aynı zamanda atalar. Ateş yakar, su yıkar ve acının etkisiyle körelen gözler görmez olur olup biteni.

Oysa ölüm, yalnızca oyunun detayıdır bazılarınca. Ölümün pençesine kapılanın nazarında bir hiçlik belirir ve her şey anlamını yitirir: Anlam bile. Zira anlam dediğin yaşama dairdir ve arayışı hayatta kalmanın anahtarıdır. Ölenle ölünmez, ölümle de yaşanmaz bundan ötürü. Kaçışımız kendimizdendir, kendimize saklanırız, kendimiz yabancıyken kendimize, durmadan sakınırız. Sonra bir ezan sesi duyulur ve çırpınan kelimeleri adarız. Çaremiz budur.

Yağmuru tenimde duyumsadığımda, düşüncelerimin arasında cenazenin kalktığını fark ettim, sustum. Bayrağa sarılı tabut askerlerin omzunda geçti önümden, sözcükleri yuttum. Abimin sesi çınladı kulaklarımda. Yalnızlığın yükü çöktü omuzlarıma. Geçti karşıma ve konuştu: Sözlerinde annemin duaları, babamın nasihatleri. Özlemim depreşti, sırladı içimdeki güneşi, gölgeler sardı ve durmadan kanattı.

Babama baktım bir an sonra. İçimde yangın belirdi. Gözlerindeki çaresizliğin izleri dilinde solan kelimelerdendi. Neye yeltense içinde pişmanlığın sağır edici yankısı duyuldu. Omzunda yedi yabancı eller, kulağında aşina olmadığı sesler, her surette yapmacık bir tavır buldu; acıyarak, sahiplendikleri acının verdiği mağrur ifadeye yaltaklanarak baktılar yüzüne. Dilsiz acıların şahidi olmak buydu.

İnsan sevdiğini önce toprağa, sonra yüreğine gömer, derler; yaşlandıkça artar ölüleri, yaşlandıkça matemi iyiden iyiye alışkanlık halini alır. Acı sıradanlaşır, gözyaşları henüz akmadan kurur. Hayallerin yerini anılar alır. Yaşar durur her birini. Sonra ölümün buğusu dokunur, külleri savrulur, hatıraları tozlanır dimağında...

Ansızın süzüldü zihnimden binbir anı. Birikti, ardı ardına dizildi ve abimin tabutuna sarılan yaşmağa dönüştü. Bir şiir gibi sıralandı önümde, öylece duruldu. Annemin gözlerinde yaşlar toplandı. Saçıldı üstüne damla damla. "Anne!" dedim: "Anlamak en büyük lanetmiş, anladıkça öğrendim. Gel okşa saçlarımı, unuttur bütün bildiklerimi..."

Okşadı saçlarımı şefkatle, parmak uçlarından tenime buz gibi değdi yokluğun yangısı, irkildim; duyarsızlığım yok oldu o an, duyumsadım içindeki kor ateşi, idrak ettim acının umutları yitirip karanlıkta savuruşunu. Kor alev yalazladı ruhumu. Kör bir öfke sardı sonra, peşi sıra sürükledi cinnetin doruklarına. Yabancılaştım herkese ve tanımadığım her yüzde tanık olduğum acının sahteliğine nefret besledim. Nefretim büyüdü gitgide, çığ misali devasa boyutlara ulaştı ve nihayetinde beni de içine aldı, yok etti.

Sesler... Sesler boşlukta yitti. Her yer karanlıktı. Bu zifiri karanlıktı zaten gözlerimi aralayan. Göz kapaklarımdan içeri sızmaya çalışan ve kulağıma ölümü fısıldayan. Bağırmak, haykırmak, çıldırmak istedim; sesim kısıldı, sözüm rüzgârlara karışıp gitti. Gidene dur diyemedim yine, kalanı teselli edemediğim gibi. Çaresizlik sardı bedenimi. Bir titremedir sardı baştan başa, tüm kaslarım, eklemlerim kontrolsüzce isyana kalktı. Ölmeli miydim ben de? Solan bir çiçeğin kokusunu ömrünce duyarak tutunmalı mıydım yoksa?

Abimin sesiyle düşünüyorum artık her şeyi. Aklımın ıssızlarında onunla konuşup duruyorum. Bana bildiğim şeyleri bildiğim şekilde anlatıyor. Biraz yorgun, biraz da yılgın. Ataleti ölümünden mi sebep? Tenin ücralarından daha tehlikelisi aklınkiler, derdi burada olsa. Biliyor muydu acaba diye düşündüm. Yoksa ben mi uyduruyordum bütün bunları? Zihin devasa bir oyun alanı ve oyunun kuralları öylesine belirsiz ki... Susturmak için illaki öldürmeli mi sesleri? Yahut teslim mi olmalı kayıtsızca?

Annem çekiyor ellerini üzerimden. Bir boşluk kaplıyor içimi, kapılıyorum yokluğuna. Yağmur hızlanıyor iyice, irkilerek doğruluyorum. Aceleyle koşturuyor, toprak iyice yumuşamadan davranıyorum küreğe. Bir yandan ben, bir yandan babam ve diğerleri. Ne kadar uğraşsak da fayda etmiyor. Bembeyaz kefen çamura bulanıyor. Masumiyetin kirlenişinin temsili gibi geliyor bu bana. Kendimi bir oyunda gibi hissediyorum yine, anlamlandırmaya çabalıyorum. Bunca günahkar bakışın altında nasıl temiz kalınacağını merak ediyor, küreği sallamaya devam ediyorum.

Son kez, tüm gücüyle toprak attığımda ayrılan insanların seslerini duyarak eğilip bir avuç alıyorum. Dönüp bakıyorum çevreme. Bayrağı özenle katlamışlar, annem sarılmış evladına kıymaktan imtina edercesine. Babam ise birkaç adım ötede duruyor, baş sağlığı dileyenleri dinliyor, gözü mezarda, ifadesi donuk, cansız. Sislenen bakışlarında binbir hüzün... Hiç görmeyecek gibi duruyor, hiç bakmayacak gibi bekliyor...

Ancak bir anlığına, sanki değişiyor her şey, şaşkınlıkla kalakalıyorum, gözlerindeki ışığın parladığını fark ediyorum. Kalabalık dağılmış, sessizlik yayılıyorken geliyor yanıma, eğiliyor ve bir avuç toprak da o alarak ceplerine doldurmaya başlıyor. Yüzündeki donuk ifade sabit, değişmiyor. Ses etmeden çamura dönmüş toprağı dolduruyoruz birlikte.

Ellerimiz çamura bulanıyor, gözlerimizden yaşlar akıyor ve yağmura karışırken zorlukla duyduğum bir şeyler fısıldıyor: "Bir gözüm kör oldu oğul!" diyor; "bir kulağım sağır; dilim lâl oldu, yüreğime doldu kahır."

Kapanıyorum babamın dizlerine ve bırakıyorum kendimi, hüngür hüngür ağlamaya başlıyorum. Göğsümden çıkan seslere aldırmadan, hıçkıra hıçkıra, ölümün kanatlarına sarılırcasına, belki beni de götürür diye umarcasına...

 Gustaf Cederstrom, Funeral (1883)