Her iktidar
gücünü müdafaa etmek ister, bunda bir beis yok. Ancak yönetilenin yönetenle
ilgili tutumu çok önemlidir. Yönetilen kendinin farkında olmazsa, kaderini
belirleyen yöneticiler olur. Bu da nihayetinde çöküşü getirir. Zira Roma nasıl
ki çürümeyi örtmek için kanlı oyunlar servis ettiyse, çağlar boyu aynı yöntem
özenle kullanılageldi.
Roma
İmparatorluğu döneminde sıklıkla zikredilen Latince bir tabir vardır: panem et circenses. Türkçesi “ekmek ve sirkler”
ya da “yiyecek ve eğlence” olarak düşünülebilir. Juvenalis’e ait olan bu
tabirin kullanımı ise oldukça basittir. Ülke çapında bir sorun mu cereyan etti,
bir hadise mi vuku buldu; tepkiyi gidermek adına hemen şenlikler düzenlenir,
ziyafetler verilir, eğlenceler yapılırdı. Bunun sebebi, karnını tok, aklını
meşgul tuttuğu insanların sorunlar karşısında isyana yeltenme olasılıklarını
gidermekti.
Bilhassa
M.S. 1 yüzyıldan sonra yaygınlaşan bu sözün tesiri muazzamdır. Çağlar boyu
birçok devletin yönetim kademelerini etkilemiştir. Çünkü etkili bir yöntemdir,
başarısı garantidir. Gladyatör filminin bir sahnesinde Kolezyum’a eğlenmeye
gelen insanlara ekmek dağıtılması olayı da buna örnektir. Halk nasıl olsa bedava eğlenceye ve ekmeğe razıdır, gerisi onların pek de umurunda olmaz.
Benzerini yine Avrupa’da görürüz. Kilise, barbar istilalarıyla boğuşan sefalet içindeki halka
çorba dağıtarak aç ama zihni ölü bir güruh yaratır ve gücünü bu yolla muhafaza etmeye
çalışır. Çünkü farkındalık kazanan kitleleri kontrol etmek zordur, refah ise illaki
özgürlüğü getirir. Bu da yöneticilerin pek işine gelmediğinden “önce aç karnını
doyur,” denilmeye yöneltilir. Tıpkı Nazi döneminde halka kömür dağıtılması gibi, rüşvetle halkın iradesi kontrol altına alınır.
Guy Debord
bunu “Gösteri Toplumu” olarak tanımlar. “Entertainment” yani eğlence sektörü
aracılığıyla kocaman bir balon yaratılır ve kitleler bunun içerisine
hapsedilir. Öncelik daimai bir tatmin ve mutluluktur, bunu sağlamak için sürekli
olarak bir şeyleri sergilemek, göstermek gerekliliği sağlanır. Böylelikle Gösteri
Toplumu’ndan Tüketim Toplumu’na geçiş de sağlanır.
Ancak
aranılan tatmin asla sağlanmaz. Sistemin işleyişi açısından mantıklı da
değildir zaten. Metanın tüketimi adına, tüketiciyi önce imal etmek ve ardından
ikna etmek gerekir. İknanın ardından tatmin arayışı sürekli körüklenir ki
zincir asla kırılmasın, altın yumurtlayan tavuk kaçmasın. Bu yolla hem kişi
meşgul edilir hem de servetin güvenliği sağlanır. Çok tanıdık değil mi?
İnsan
insandır ve hep aynıdır, diye boşuna demiyoruz. Çarkıfelek ve türevi yüzlerce
yarışma programına müptela olanların zihnine girebilsek görebileceğimiz şey
Kolezyum’da gladyatör dövüşü izleyenlerden pek de farklı olmayacaktır. Nitekim
hep aynı ellerce sunulan bu sözüm ona “eğlence” yayınlarının işlevi bellidir. Kimileri
zevk-ü sefa içinde yaşarken, diğerlerinin sorgulamasının önüne geçmenin
yoludur. Böylece başlarına iş açılmaz, düzenleri bozulmaz. Peki ya biz bu durumda ne yaparız?
Kafamıza çay atılan bugünlerde tüketerek
var olmaya çalıştığımızı inkar edebilir miyiz sahi? Gösteri toplumu öyle bir
şeydir ki, gösterinin sahteliğini fark eden “aykırı” ilan edilir ve toplumca
kötülenir. Tüketmeyen öcü sayılır, salaklıkla, zevksizlikle itham edilir. Oysa
gösteriye bakındığımız her an bizlerden çalınan asıl servet olan zamandır.
İsimler değişir, formatlar değişir ama gaye aynıdır. Mahalle yanarken saçını
tarayanlar kınanır ve evin en değerlisi televizyonlarda eğleneceğimiz
izlenceler ardı ardına yayınlanır. Sonuç ise hep aynıdır: Spartaküs’ün isyanı,
Messi’nin golü, Survivor’ın final günü…
değerli yazınız için teşekkürler :)
YanıtlaSilBen teşekkür ederim.
Sil