İşte geldik yine o güne. Bugünü anlamak ve anlatmak için yastan daha güçlü bir kelime bulmak gerekli. Karalar bağlamış bir avuç insanın ardından sarf edeceği yığınla klişe sözün arkasına sığınarak gezevelik etmek zaten bana göre değil. Benim gözümde seni en son tanımlayacak kelime ölüm çünkü. İnadına yaşamak ve yaşamı hissetmek isteyen mağrur bir çocuktun ve hep öyle kalacaksın. Hiç büyümeyecek ve yaşamın acımasız bir tekerrürün mukayesesi imkansız yansımaları olduğunu bilemeyeceksin. Ya da en azından benim nezdimde bunların farkında olacak, ancak bir türlü nüansı yakalayamayarak güçlükler karşısında acze düşecek ve olanca zekânla alaya almayı seçeceksin. İnsanın zihnini koruma çabası böyle işler, değil mi Oğuzcuğum Atay? Korkularına karşı gösterdiğin tepkiden ibaretsin. Fazlası değil.
Haliyle seni en iyi tanımlayacak kelime oyun bence. Oynadın durdun ömrünce ve seni görmesini istediklerin perdenin açık olduğunun bile farkına varmadan oturdukları yerden yaşamın olağan akışına kapılarak öylece uzaklaştılar. Tüm haykırışların, bütün çabaların beyhude sandın; nafile bir çabanın belgesi olarak belledin yazdıklarını. Seslerin bir kuyunun dibindeymişsin de sonsuza doğru savruluyormuş gibi ortadan kayboluyordu ve sen çaresizce kendini ifade etmenin yollarını arıyordun.
Oysa düştüğün ne acziyetti ne de çaresizlik; seni sen yapan duygularının gücüydü ve öylesine derinden geliyordu ki, sığ anlayışların retoriğinde karşılık bulamıyordu. “Mış” gibi yapanlar bilmezler sahici sarsıntıları, onların kendi dünyalarında yıkıp inşa ettiği sahte oyunları vardır, en güzel düşleri gerçeğe yeğ tutarlar ve senin çürümeye yüz tutmuş yapılarını ifşa eden terennümünü işitmek elbet işlerine gelmez, kulaklarının üzerine yatarlar, sonra da çıkıp anlamadık derler. Oysa sorun anlamamak değil Oğuz Ağabey, sorun anlamaya fırsat dahi vermemek. Bunu söylemekse başka bir çıkmazın ilanı, neylersin!
Sen hep “anlam kadar insan hayatını mahveden şey yoktur, derdin. Anlamı irdeleyerek gerçeğin hakikat yanında sönük bir parıltı olduğunu görmek nasıl bir işkence iyi bilirim. Suskunluk ile sessizlik arasındaki farkı da tanırım. Konuşmaktan yorulanın içine düştüğü yılgınlığın tezahürüdür suskunluk; sessizlik bir fısıltıya bakar ama susmak kimileyin en tehlikeli tecrit biçimidir. Kendini hapsedersin boşluğa, öylece kalırsın. Belki de bundan ötürü tehlikeli oyunlar oynamak ve riskin doruklarına ulaşarak oradan gerçek yaşamın doyumunu almak istemen. Rüyalardan uyanmak istemen normal, çünkü ben de en az senin kadar yorgunum ve yoruldum Oğuz Ağabey. Anlarım halini.
Açmazları açan kudretin kelimelerinden gelir ve dilin yetmediği yerde bakışların devreye girer. Kelimelerinden ziyadesiyle faydalandığım da doğrudur. Beni ben yapan senden bana kalanlardır zira. Düştüğüm yerde elimi tutan düşlerindir ve düşüncelerimi daima bu acıklı son besler. “Bat dünya bat,” demen arabesk bir feverandan ibaret değildir. Turgut Uyar’ın Geyikli Gece’si, Edip Cansever’in kanayan mendili, Cemal Süreya’nın kompartımanlar arasında kanat çırpan Haydarpaşalı Üvercinka’sı ya da Attila İlhan’ın belirsiz bir yola düşmüş yaban gülü Pia’sı… Biz buyuz Oğuz Ağabey. Düşlere tutunur ve soğukkanlılıkla öldürürüz kendimizi. Oysa halen soluk alıp veririz. Ne tuhaf, değil mi? Öyle olmadığını ikimiz de biliriz. İşte dünyanın batacağı nokta budur. Şerefine aşk şarabı içer, gönlümüzce meşk ederiz.
Sen ölmedin Oğuz Ağabey, biz de yaşamıyoruz zaten. Zamanı ağır aksak hareketlerle tüketiyor ve adına ömür çürütmek diyoruz. Hepimiz için hayat bundan ibaret. Sanırım senin de tutamaç ile Yusuf Ağabey’e attığın taş bundandı. O da gitti bir köyde mektupların, tavla zarlarının arasında C.’nin akıbetini Zebercet’e bağlamadı mı zaten? Bilinmez bir şarkıydı ve öyle kaldı işte. Oysa sen iddiaya girmişçesine daha büyük bir bilinmeyen koydun masaya ve ne Turgut, Hikmet ne de Coşkun oyunlarla yaşanmayacağını anlayacak kadar benliğine yaklaşabildi. ÖzBenol, beni bul, benimle ol, haydi gel erişelim ummana, ermiş olalım diyemedin. O halde sormak gerek Oğuz Ağabey, neydi seni geceler boyu düşlemeye iten ve nihayetinde bir yeni yetmenin ikilemlerine yoldaş eden?
Yeniydim ama yetemedim Oğuz Ağabey, tıpkı senin gibi oyunların belirsizliğiyle sınırları çoktan belirlenmiş dünyada var olma mücadelesi verdim ve şimdi ellerimde bir demet çiçekle mezarına gelmenin huzuru içindeyim. Arsız gönlümün iştihası şu sonsuz gazap alanı sayılan ruhumu yalazlayıp durdu ve ateşinden nice yangın devşirdim. Oysa yürek ölüme de yaşama da razı değil bilirsin. Dur ve bekle der, dur ve tek söz etmeden huşuyla bekle. Soğuk bir mezar taşı, ot bürümüş birkaç metre kare toprak ve birkaç kelime. Arkası kocaman bir derya deniz, anlam sağanağı.
İyi ki vardın, Oğuz Ağabey. Denkleştiremediğim her kelime boynumun borcu ve hüzünle bakan gözlerinin yüreğimde bıraktığı hislerin harcı. Harcıâlem kılınan düşlerin onlara kalsın. Sen benimle ölene dek varsın. Selametle…
13 Aralık 2022 Salı
Oğuz Atay'a
27 Kasım 2022 Pazar
Yitik Geceye Dua
Uzun geceler apansız bir rüya
Uzun geceler amansız bir hayal
Uzun geceler umarsız bir düş
Düştükçe içine kıvranır zaman
Savrulur yıprandıkça içten içe
Parçalanır avuçlarında iklimler
Pare pare yüreğine dolar
Bencileyin bir sigaradır dua gibi dudağımda
Uzun geceye anlatırım bir tek derdimi
Bir geceydi ki korları hâlâ yakar
Geyik boynuzu yırtarken perdeyi
Narı dağılır öylece yarayı dağlar
Bedeni naçar, zihni dağlar aşar
Geceye doğar bütün umutlar
Gecede serpilir tüm yalanlar
Çırpınır yamaçlarında bencileyin
Sesleri ufkun ardına taşar
Ellerinde can vermekteyken aşk
Gecenin ıssızlığında kan akar
Gece ki tanımsız bir kavramdır
Kavrar etini, kemiğini ve ruhunu
Yangınlar, yangılar içinde bırakır
Çıplanan bedeninde yitik hazlar
İzleri tazedir öylece dolaşır
Parmak uçlarından başlayarak
Zihninin doruklarına ulaşır ve
Yılgın adımlarla
Topuklarına dek dökülür
Ardından çıt çıkarmaksızın
Terennüme başlar
İçindeki ahlar, acılar, sancılar
Nazenin bir şarkıdır çalınır odanda
Geceye söyler şarkısını çaresizler
Çünkü gecedir bedbaht gönlün
Biçare hallerin ikilemi
Sayrılar deryasında biçilmiştir eceli
Yalnız gecenin oluklarında
Sonsuza akarken kovalar
Yalnızca gecede onanır, onarılır
Tarihi geçmiş, tarifi kayıp hazlar
Geceye yayılarak içimize siner
İsimsiz bir ecele benzer sonra
Gecedir şahidi geçip gidenlerin
Yaşananları geceye nakşederler
Binbir gece hüznüyle anlatırlar
Bininci gecedeyse zuhur eder
Duyulur esrik bir edayla
Çağlar geçer böylece nazarından
Gecenin hükmüyle aydınlanır
Masallar gerçeğin hükmüne yeniktir
Ne dersen de durulmaz
Durdurulamaz çılgın yakışı
İsmini anarım ey sevgili, neden susarsın
İmkansızın şarkısını mırıldanır
Orada, şafağın gelişini muştular
Kendi adı kendi zamanıdır
Ayın şavkını paralar
Yerle yeksan eder bütün hisleri
Bir dokunuş, seziş ve duyuşta
Tutkunun doruklarına çıkar
Sonra mağrur adımlarıyla gelir
Sonsuzluğun kıyılarına
Limanlarından ecel kalkar
Bir yorgan misali örtünür
Melanetiyle acze bürünür
Aşkıyla suretini seyrederken
Düşer, dağılır, kaybolur
Mavi konuyor koynuna, niçin tutmazsın
25 Kasım 2022 Cuma
Münacaat
Dur demem, durmam ve düşünmem gerek. Kapıları kapattım ardına dek. Sızlayan dizlerim mi yoksa tutuşan dizelerim mi şu yangına denk. Çürümek Tanrım, işlediğim cürümle bedenimi kaplayan ve sonsuz kederi çağıran ezeli cenk. Meydanında dökülen kanıma bak ve söyle hangi kul böylesine müstehak? Hakkıma girme de kıyılarına mahkum şu gemileri yak, göğsüne orkideyi tak ve boşluğa bir yaprak misali süzülürken beni kendime bırak.
Durmadan perdahladığın o duvar;
Nicedir katlime ferman yazar...
12 Ekim 2022 Çarşamba
BİR TUTAMAK MESELESİ: OĞUZ ATAY
“Anlamasan da olur. Kimse anlamasa da olur. Gerçek hürriyet budur Olric. Ben anlıyorum. Anlatamasam da olur.” (Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, syf. 417)
Oğuz Atay için var olmak bütün çelişkilerine, saçmalıklarına ve zorluklarına
rağmen anlama tutunmak, anlamı idrak etmekle ilgili bir serüvendi. Okuduğu onca
kitabın ardında saklı bulunan yanıtları eşeledikçe yaşamın birden fazla yüzü
olduğunu keşfedişi bireyin sarsıntı ve yıkıntılarına dair eşsiz çıkarımlarına
ulaşmasını sağlayan ilk ve en önemli etmendi. Destanlardan Dante’ye,
Shakespere’den Joyce ve Dostoyevski’den Kemal Tahir’e değin uzanan kütüphaneler
dolusu kitapla doldurduğu renkli, yaratıcı zihni oyunla gerçeğin ayırdını
irdeleyerek insanın ebedi yolculuğunun izlerini sürmüştür. İzlerin noktalar
halinde birleşip eklektik yapılar halinde bütünlüğe ulaştığı noktada ise
postmodern başkaldırının köşe taşı metinler meydana gelmiştir.
Oğuz Atay’ın gözünde yaşam
çıkmazlarla dolu bir curcunadır ve karmaşanın içinde kendine dair izler arayan
her insan, çözümü çevresiyle kurduğu etkileşimde arar. Oysa bu devanın maddeye
ihtirasla bağlanan “kifayetsiz muhterisler”i ortaya çıkardığı ve tamahkârlığın
sefalete yol açacağını gösterir; bunu yaparken de bunca saçmalığın izahı değil
mizahı olur dercesine Bakhtin’in deyimiyle karnavalesk bir anlatı dili inşa
eder. Ancak bu noktada, sözgelimi Tolstoy gibi bilge bir anlatıcıdan ziyade
modernist yazarlara yakın durmayı tercih eder.
Bir soylu olan Don Kişot’un kendi
parodisine dönüştüğü yaşamını mizahın kılıçtan bile daha keskin olabileceğini
kanıtlarcasına aktarır eserlerine; zira düşen ve aklını kaybederek savrulan Don
Kişot değil, içinden geldiği gelenektir. Aynı şekilde Shakespeare’in
gerçekçilikten uzak ama bir o kadar da gerçeğin içinde olan, çağının insanını anlatırken
çağlar ötesindeki insanı da etkileyen oyunlarına dalar ve oyunun insan
yaşamındaki etkisini tragedyalardan Beckett’a uzanan bir çizgide merkeze
Shakespeare’in imzasını koyarak gösterir.
Soyluların yaşamlarındaki çıkmazların etkisiyle şekillenen anlatı geleneği
nasıl da sıradanlaşan ve pırıltısını acımasızca yitiren bir yıldıza döndü değil
mi? Eski bir şarkı gibi çaldıkça nostaljinin kollarına dalan melankolik
insanlar gitgide solarak benliğini satırların arasında yitirdi, tıpkı giyotine
kurban gidercesine. Çaresiz bir hastalığın pençesindelerdi çünkü. Yok
oluyorlardı ve çıkmazın içinde debelendikçe daha derine gömülüyorlardı. Derine,
derine ve derine… Dipsiz bir kuyuya dalarcasına, uçsuz bucaksız bir batağa
batarcasına.
Proust’un da derinlemesine ele aldığı
mesele bu hastalığın birkaç nesli yutarak yok etmesinin etkileyici hikâyesiydi.
Modernitenin beraberinde getirdiği acımasız yıkım, bireyin yaşamında köklü
değişiklikler meydana getirir ve yaşamın olağan akışından koparak algıladığı
dünyanın ayrıntılarını yeniden keşfetmeye, yitirdiği anlamı bu vesileyle
bulmaya çalışır. Ki Alice Miller da, “Marcel Proust, hayatın sırrını çözme
fırsatından yoksun kalmıştı. Bence o müthiş romanının başlığındaki ‘kayıp
zamanın’ izindeki arayış, hiç yaşamadığı hayatının izlerini arayıştı,” (Beden
Asla Yalan Söylemez, Okuyan Us Yayınevi, syf. 70) diyerek bu savrulmayı dile
getirir. Aynı şekilde Oğuz Atay’ın karakterlerini olduramadan öldüren çıkmazlar
da tam olarak böyleydi. Fasılasız bir çılgınlığın içinde çırpınıyor ve aklın
egemenliği denilerek lanse edilen psikozun ardındaki çelişkiyi görerek
deliliğin sınırlarını test ya da tayin ediyorlardı; burası belirsiz.
İşin komik yanı ise - ki aksini iddia etmek kimi müellifçe pek olası değil -
çıkmazların haddizatında açmazlara dönüştüğünü görüyor ve çırpınışlarının asla
kazanamayacağı, hatta kaybedeceği ta en başından belli olan bir oyunda beyhude
çabaladığını anlıyordu. Farkındalığının bunca gelişmiş olması, kendini başka
benliklere ait hissetme, ait olma ya da ulaşma gayretiyle var etme mücadelesine
girişmesine sebep oluyordu. Çünkü başka benlikler farklı limanlara açılacak
gemiler inşa edebilmesi demekti belki de. Öz benliği kayboluyor muydu yoksa ona
mı kavuşuyordu, ilk başta bilemezdi. Işığı takip ediyor, trenin çarpmayacağını
umarak arzuladığı “ben” olmaya çalışıyordu ve çatışmaların ortasında sıkışarak
çareyi kaçmakta, kaçışlarda buluyordu.
“Benim de herkes gibi kaygısız,
sevinç dolu bir yaşantıya hakkım yok mu? diye soruyorum. Ben de herkes gibi
günlük sevinçlerin, heyecanların akışına kapılıp gidemez miyim? Neden olaylar,
benim üzerimde silinmez izler bırakıyor? Kaderime lânet ediyorum.”
(Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, syf. 415)
Bunu söyleyen ve kaderine arabesk bir isyanla başkaldıran Atay, Bat Dünya Bat! diye serzenişte bulunacağı noktaya henüz on iki sayfa sonra varıyor;
“Hiç kimseyi anlamıyorum. İnsanların
arasına karışıp onlara uyduğum için de kendimden nefret ediyorum,” diyerek bu
çabasından vazgeçtiğini ilan ediyor. İroninin aslında acıdan beslendiği, acziyet
içerdiği sırf bunu görünce bile belirginleşiyor ama Atay’ın kullandığı ironi
içinde derin bir tefekkür ve görkemli bir zeka parıltısı da barındırıyor. Dostoyevski’nin çileciliğini metinlerinde sıklıkla sezdirmesiyle teatral
diyalogların bol olduğu St. Petersburg romanlarını İstanbul’un sokaklarına
taşıyor ve yoğun duyguların yalnızca kederi değil, aynı zamanda sevinci de
içerebileceğini kanıtlıyor. İnsanın derinliği bir noktada takılıp kalmak
zorunda değil nitekim. Gerçeğin prizmatik bir yapıya sahip olduğunun aşikar
edildiği postmodern çağda insanın da birden fazla yüzünün anlatılması, iç
dünyasının, duygularının bu yolla aktarılması yadsınamaz.
Zweig’ın kısacık metinlere sığdırmayı başardığı inanılmaz yoğunluktaki duyguların Joyce gibi dil ustalarıyla sentezi nasıl olurdu diye düşündürür daima. Joyce’un dilin metni inşa sürecinde zaman-mekân algısını kırması - ki bu noktada Tanpınar’ı ve dolayısıyla zamanı mesele eden Bergson, Heidegger gibi düşünürleri de anmak, anlamak gerek- aslında bireyin “değerler yitimi”nin yalnızca ahlaktan ibaret olmadığına açıklık getiriyor. Modern insan yaşamıyla yekpare ele alındığında kendisinin ucuz bir taklidi haline geldiğinden yaşamı da ancak tarihsel anlatıların kopyası olarak sunulabilir ve sadece bu vesileyle değerlendirmek olasıdır. Ulysess’in yolculuğu ve noktalama olmadan soluksuz sürüklenen seyahatinin etkileyici serüvenlerden çok sıkıcı tekrarlar içeren alelade bir rutin olması da bundandır. Joyce’un bir şehrin hafızasını sönük insanlar odağında anlatışı artık güçlü figürler yerine sinik çizgilere kaldığımızı ve kahramanın öldüğünün göstergesidir.
Kafka'nın da Oğuz Atay’ın metinlerine
katkı sağladığı, zengin öğeler halinde değer kattığı kesindir. Bilhassa
karakterlerin kurulu düzen içerisinde benimsemek zorunda kaldıkları roller
karşısında çaresizce kayboluşları buna örnektir. Kafka, bürokrasinin ayakları
altında çimen-fil denklemini anımsatan küçük insanları konu edinirken
alegorinin sınırlarını zorlamış ve düş ile gerçeğin hudutlarına dair yeni bir
söylem inşa etmeyi başarmıştır, ki buna da Kafkaesk denmiştir. Yusuf Atılgan da
Oğuz Atay’ın karakterlerinin “tutunamama” meselesi hususunda önemli bir adım
atmıştır. Aylak Adam da C.’nin bütün yaşadıkları zaten başlı başına modern
insanın Camus’nün deyimiyle düşüşünün tescilidir. Bunu da şöyle tarif eder:
“— İnsanın bir tutamağı olmalı.
— Anlamadım.
—Tutamak sorunu dedim. Dünyada
hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey
olmadı mı insan yuvarlanır. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi
işine. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini gülünçlüğünü
göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi!” (Aylak
Adam, Bilgi Yayınevi, syf. 218-219)
“İnsanın ruhu ne garip ve mudhik bir
sahne idi!” (Kırık Hayatlar, Akçağ Yayınları, syf. 218) diyen Halit Ziya’nın
Kırık Hayatlar adlı eserinden etkilendiğini bizzat kendisi söylemiştir. Yusuf
Atılgan’ın tutamak sorununu Kırık Hayatlar’ın bedbaht insanlarıyla birleştirip
sorunsallaştırarak ortaya Tutunamayan insanı, yani Disconnectus Erectus’u
çıkarır.
Sevgili, çok kıymetli, biricik Oğuzcuğum Atay,
Şu anda, sana güzel bir söz
söyleyebilmek için, on bin kitap okumuş olmayı isterdim ama maalesef ömrüm ve
tembel bünyem buna bütünüyle engel. Gene de az gelişmiş birkaç cümle
söylemeden, birkaç söz sarf etmeden içim rahat etmeyecek: seni tanıdığıma çok
sevindim kendi çapımda, iyi ki vardın, iyi ki doğdun.
7 Ağustos 2022 Pazar
Emre Bozkuş’tan Senfonik Deneme Yazıları: "Ay Kızılıydı Gece"
Ay Kızılıydı Gece, Klaros Yayınları etiketiyle yayımlandı.
Bu ilk kitabımda, yirmi dokuz adet deneme yazısına yer veriyorum. Yalnızlık, acı, aşk, sessizlik, nostalji gibi gündelik kavramları derinlemesine irdelerken hem yeni bir bakış açısı katıyor hem de sinemadan edebiyata sanatın pek çok dalından bahsederek yaşama dair samimi, içten çıkarımlarda bulunuyorum.
Siz hiç varlığı aşan bir
düşünce solosu dinlediniz mi? Yıkılan kalıpların sesini işittiniz mi? Hep hayal
edilen ama varılamayan ülkelerin günlüklerini okudunuz mu? Ve siz kendinize
rağmen ideale âşık oldunuz mu?
Bütün bunları bilmek
istiyorsanız Ay Kızılıydı Gece’yi okumanızı tavsiye ederim.
-
Prof. Dr. Yaşar Şenler
Emre Bozkuş, 'Ay
Kızılıydı Gece' kitabında beyninin ve kalbinin derinliklerine inip oradan
çıkardıklarını ustalıkla sayfalara döküyor. Bu kadar genç bir yaşta inanılmaz
bir olgunlukla düşüncelerini okura sunuyor. İncelikli dili, güçlü imgeleri ve
şiirsel anlatımıyla sizi de etkileyeceğine eminim.
-
Ruhşen Doğan Nar
Hamlıktan olgunluğa,
olgunluktan bilgeliğe meyletmiş ruhuyla yeryüzündeki bütün aşkların coşkusunu,
bütün ayrılıkların kederini aktarmak istercesine şevkle kalem oynatan bin
yaşındaki bir gencin hayatı yorumlama biçimleri var bu kitapta. Kâh durgun bir
denizin enginliğine kâh azgın bir nehrin kükreyişine benzeyen sözcüklerinde
kendi yaranızın devasını bulmanız fazlasıyla mümkün. Öyleyse huşuyla çevrilsin
sayfalar, gürüldeyerek aksın yazı.
-
Aşkın Güngör
Emre
Bozkuş; 1995'te İstanbul Bakırköy'de doğdu. Lisans eğitimini
Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde tamamladı.
Yazım yolculuğuna 2014'te blog yazarlığıyla başladı. Öyküleri ve makaleleri
Bilimkurgu Kulübü, Açık Beyin, Düşünbil, Kayıp Rıhtım, Lacivert Öykü ve Şiir
Dergisi gibi internet mecralarında ve dergilerde yayımlandı. Çeşitli öykü
seçkilerinde yer aldı. Halen yazmaya ve editörlük yapmaya devam etmektedir.
14 Şubat 2022 Pazartesi
Nafile Zamana Ağıt
Yaşanan
acılardan daha fecisi, acılara duyarsızlaşacak denli tesir altında
kalmaktır. Her gün, her saat devamlı yas havasına girmektense gerçeği
reddetmeyi ve kendini esirgemeyi makul bulur zihin. Kendisini
tanımladığını düşündüğü ne varsa inkar eder. Böylece değerler bütünlüğü
denilen ne varsa çürümeye, yok olmaya yüz tutar.
Gözyaşları,
ağıtlar ve beddualara karışan dualar... Kanla ıslanan toprak üzerinden
cebi de gönlü de rahat insanların attığı heybetli nutuklar yankılanır
avluda. "Ateş düştüğü yeri yakar," sözü ancak bizim gibi acı dolu
coğrafyalarda söylenir. "Acıklı başta akıl olmaz," der aynı zamanda
atalar. Ateş yakar, su yıkar ve acının etkisiyle körelen gözler görmez
olur olup biteni.
Oysa ölüm, yalnızca oyunun detayıdır
bazılarınca. Ölümün pençesine kapılanın nazarında bir hiçlik belirir ve
her şey anlamını yitirir: Anlam bile. Zira anlam dediğin yaşama dairdir
ve arayışı hayatta kalmanın anahtarıdır. Ölenle ölünmez, ölümle de
yaşanmaz bundan ötürü. Kaçışımız kendimizdendir, kendimize saklanırız,
kendimiz yabancıyken kendimize, durmadan sakınırız. Sonra bir ezan sesi
duyulur ve çırpınan kelimeleri adarız. Çaremiz budur.
Yağmuru
tenimde duyumsadığımda, düşüncelerimin arasında cenazenin kalktığını
fark ettim, sustum. Bayrağa sarılı tabut askerlerin omzunda geçti
önümden, sözcükleri yuttum. Abimin sesi çınladı kulaklarımda.
Yalnızlığın yükü çöktü omuzlarıma. Geçti karşıma ve konuştu: Sözlerinde
annemin duaları, babamın nasihatleri. Özlemim depreşti, sırladı içimdeki
güneşi, gölgeler sardı ve durmadan kanattı.
Babama baktım bir
an sonra. İçimde yangın belirdi. Gözlerindeki çaresizliğin izleri
dilinde solan kelimelerdendi. Neye yeltense içinde pişmanlığın sağır
edici yankısı duyuldu. Omzunda yedi yabancı eller, kulağında aşina
olmadığı sesler, her surette yapmacık bir tavır buldu; acıyarak,
sahiplendikleri acının verdiği mağrur ifadeye yaltaklanarak baktılar
yüzüne. Dilsiz acıların şahidi olmak buydu.
İnsan sevdiğini önce
toprağa, sonra yüreğine gömer, derler; yaşlandıkça artar ölüleri,
yaşlandıkça matemi iyiden iyiye alışkanlık halini alır. Acı
sıradanlaşır, gözyaşları henüz akmadan kurur. Hayallerin yerini anılar
alır. Yaşar durur her birini. Sonra ölümün buğusu dokunur, külleri
savrulur, hatıraları tozlanır dimağında...
Ansızın süzüldü
zihnimden binbir anı. Birikti, ardı ardına dizildi ve abimin tabutuna
sarılan yaşmağa dönüştü. Bir şiir gibi sıralandı önümde, öylece duruldu.
Annemin gözlerinde yaşlar toplandı. Saçıldı üstüne damla damla. "Anne!"
dedim: "Anlamak en büyük lanetmiş, anladıkça öğrendim. Gel okşa
saçlarımı, unuttur bütün bildiklerimi..."
Okşadı saçlarımı
şefkatle, parmak uçlarından tenime buz gibi değdi yokluğun yangısı,
irkildim; duyarsızlığım yok oldu o an, duyumsadım içindeki kor ateşi,
idrak ettim acının umutları yitirip karanlıkta savuruşunu. Kor alev
yalazladı ruhumu. Kör bir öfke sardı sonra, peşi sıra sürükledi cinnetin
doruklarına. Yabancılaştım herkese ve tanımadığım her yüzde tanık
olduğum acının sahteliğine nefret besledim. Nefretim büyüdü gitgide, çığ
misali devasa boyutlara ulaştı ve nihayetinde beni de içine aldı, yok
etti.
Sesler... Sesler boşlukta yitti. Her yer karanlıktı. Bu
zifiri karanlıktı zaten gözlerimi aralayan. Göz kapaklarımdan içeri
sızmaya çalışan ve kulağıma ölümü fısıldayan. Bağırmak, haykırmak,
çıldırmak istedim; sesim kısıldı, sözüm rüzgârlara karışıp gitti. Gidene
dur diyemedim yine, kalanı teselli edemediğim gibi. Çaresizlik sardı
bedenimi. Bir titremedir sardı baştan başa, tüm kaslarım, eklemlerim
kontrolsüzce isyana kalktı. Ölmeli miydim ben de? Solan bir çiçeğin
kokusunu ömrünce duyarak tutunmalı mıydım yoksa?
Abimin sesiyle
düşünüyorum artık her şeyi. Aklımın ıssızlarında onunla konuşup
duruyorum. Bana bildiğim şeyleri bildiğim şekilde anlatıyor. Biraz
yorgun, biraz da yılgın. Ataleti ölümünden mi sebep? Tenin ücralarından
daha tehlikelisi aklınkiler, derdi burada olsa. Biliyor muydu acaba diye
düşündüm. Yoksa ben mi uyduruyordum bütün bunları? Zihin devasa bir
oyun alanı ve oyunun kuralları öylesine belirsiz ki... Susturmak için
illaki öldürmeli mi sesleri? Yahut teslim mi olmalı kayıtsızca?
Annem
çekiyor ellerini üzerimden. Bir boşluk kaplıyor içimi, kapılıyorum
yokluğuna. Yağmur hızlanıyor iyice, irkilerek doğruluyorum. Aceleyle
koşturuyor, toprak iyice yumuşamadan davranıyorum küreğe. Bir yandan
ben, bir yandan babam ve diğerleri. Ne kadar uğraşsak da fayda etmiyor.
Bembeyaz kefen çamura bulanıyor. Masumiyetin kirlenişinin temsili gibi
geliyor bu bana. Kendimi bir oyunda gibi hissediyorum yine,
anlamlandırmaya çabalıyorum. Bunca günahkar bakışın altında nasıl temiz
kalınacağını merak ediyor, küreği sallamaya devam ediyorum.
Son
kez, tüm gücüyle toprak attığımda ayrılan insanların seslerini duyarak
eğilip bir avuç alıyorum. Dönüp bakıyorum çevreme. Bayrağı özenle
katlamışlar, annem sarılmış evladına kıymaktan imtina edercesine. Babam
ise birkaç adım ötede duruyor, baş sağlığı dileyenleri dinliyor, gözü
mezarda, ifadesi donuk, cansız. Sislenen bakışlarında binbir hüzün...
Hiç görmeyecek gibi duruyor, hiç bakmayacak gibi bekliyor...
Ancak
bir anlığına, sanki değişiyor her şey, şaşkınlıkla kalakalıyorum,
gözlerindeki ışığın parladığını fark ediyorum. Kalabalık dağılmış,
sessizlik yayılıyorken geliyor yanıma, eğiliyor ve bir avuç toprak da o
alarak ceplerine doldurmaya başlıyor. Yüzündeki donuk ifade sabit,
değişmiyor. Ses etmeden çamura dönmüş toprağı dolduruyoruz birlikte.
Ellerimiz
çamura bulanıyor, gözlerimizden yaşlar akıyor ve yağmura karışırken
zorlukla duyduğum bir şeyler fısıldıyor: "Bir gözüm kör oldu oğul!"
diyor; "bir kulağım sağır; dilim lâl oldu, yüreğime doldu kahır."
Kapanıyorum
babamın dizlerine ve bırakıyorum kendimi, hüngür hüngür ağlamaya
başlıyorum. Göğsümden çıkan seslere aldırmadan, hıçkıra hıçkıra, ölümün
kanatlarına sarılırcasına, belki beni de götürür diye umarcasına...
Gustaf Cederstrom, Funeral (1883)