Gerçek ismi Cundub bin Cunade bin Sekan olan Ebu Zer,
İslam'ı ilk kabul eden sahabelerden biridir. Şii ve Sünni kaynaklara göre 4
veya 5. kişi olarak kabul edilir. İslamiyet'i kabul edenlerin
ilklerindendir. Cahiliye döneminde bile putlara tapmaktan nefret eden bir
kişidir. Beni Gifar kabilesindendi. Mensubu bulunduğu Gıfar
kabilesi, yol kesip yağmacılık yapmakla meşhurdur. Hatta bu kötü
alışkanlıklarını, Haram Aylarda dahi icra etmekten çekinmeyecek kadar ileri
götürmüşlerdi.
Günün birinde Mekke’den kulağına bir haber ulaştı: “Biri çıkmış,
Kureyşlilerin dinine meydan okuyormuş, yeni bir din getiriyormuş. Kureyşliler
kendisine karşı çıkmışlar.”
Garip yaradılışlı biri olan Ebu Zer,
merakını çeken bu haberi araştırmak ve Yeni Peygamber’den haber getirmek için
kardeşi Üneys’i Mekke’ye gönderdi.
Üneys gidip araştırdı. Dönünce
“Muhammedü’l-Emin” denilen zatın peygamberlik iddia ettiğini, iyi ahlakı
telkin edip kötülüklerden uzak kalmayı istediğini söyledi. Mekkelilerin bir
kısmı ona “şair,” bir kısmı “kâhin” diyorlardı. Ancak kendisi de bir şair olan
Üneys, “Fakat ben, şair ve kâhinleri çok iyi bilirim. Onun sözlerini kâhinlerin
sözleri ve şiir çeşitleriyle karşılaştırdım, hiçbirine benzemiyordu!” dedi.
Ebu Zer’in merakı daha çok tahrik
oldu. Kardeşinin söyledikleriyle tatmin olmadı, “Sen gönlüme şifa verir bir
haber getirmedin!” dedi ve yol azığını hazırlatıp tek başına Mekke yoluna
düştü. Günlerce yol aldıktan sonra nihayet Mekke’ye vardı. Kimseye
sezdirmeden, Peygamber olduğunu iddia eden zatı bizzat gözetlemeye başladı.
Gündüzleri Mekke’nin çeşitli yerlerinde gezip dolaşıyor, geceleri de Kâbe’nin
bir köşesine çekilip yatıyordu. 15 gün geçtiği hâlde Hz. Peygamber’i bir türlü
görüp tanıyamadı. Azığı bitmiş, zemzem suyuyla hayatına devam etmeye
başlamıştı.
Bir gün Hz. Ali, Kâbe’nin yanından
geçerken, Ebu Zer gözüne takıldı. Hâlinden garip ve yabancı biri olduğunu
anladı:
“Sen garip biri misin?”
“Evet.”
“Buyur, benimle gel, seni misafir
edeyim.” dedi. Ebu Zer kabul etti.
Ebu Zer kadar Hz. Ali de tedbirli ve
ihtiyatlı idi. O gün birbirlerine açılamadılar. Zira müşrik zulmü öylesine
kuvvetliydi ki, birinin Müslüman olduğunu haber alır almaz hemen üzerine
çullanarak bayıltıncaya kadar dövüyorlardı…
Sabah olmuştu. Ebu Zer hemen kalkıp
Kâbe’ye gitti. “Belki Yeni Peygamber’i görebilirim!” diye düşündü.
Akşama yakın yine Hz. Ali oradan
geçiyordu:
“Henüz bir yer bulup yerleşemedin
mi?”
“Hayır. Aslında burada kalmaya pek
niyetim yok.”
Hz. Ali onu tekrar evine davet etti.
Birlikte gittiler. Eve vardıklarında Hz. Ali aralarındaki sır perdesini
araladı:
“Doğru söyle, seni buraya getiren bir
şey olmalı! Sen bir şeyler arar gibisin.”
“Gizli tutacağına söz verirsen
söylerim.”
“Emin olabilirsin.”
“Bize ‘burada birinin çıkıp
peygamberlik iddia ettiği’ haberi ulaştı. Ondan haber getirmesi için kardeşimi
gönderdim. Ancak kardeşimin getirdiği haber beni tatmin etmediği gibi, bu zata
karşı merakımı daha da artırdı. Bunun için bizzat gelip onunla görüşmek ve
konuşmak istedim.”
Bunun üzerine Hz. Ali “Şüphesiz, sen
tam aradığının içine düştün! Ben de onun yanına gideceğim. Sen arkamdan gel.
Beni takip ederek onun huzuruna girersin. Yalnız ben yolda sana zarar verecek
bir durum görürsem, ayakkabımı düzeltir gibi bir duvara yönelirim. Sen de
durmaksızın ilerlersin.”
Ebu Zer bunları duyunca pek sevindi.
İçine tatlı bir heyecan dalgası yayıldı. Günlerce araştırdığı gerçek, karşısına
çıkmıştı. Merakı bir kat daha arttı. Hz. Ali’nin peşine takılıp gitti. Resûlullah’ın
evine yaklaştılar. Hz. Ali önden, Ebu Zer de arkadan takip etti ve içeri
girdiler.
Ebu Zer’de heyecan son haddine varmıştı. Peygamber’i görür görmez ona
hayretle baktı ve “Bana hemen dinini anlatıver!” demekten kendisini alamadı. Hz.
Muhammed tebliğ ettiği yüce dini kısaca kendisine anlattı.
"İslam, Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in onun elçisi
olduğuna şahadet etmen ve namaz kılmandır."
Ebu Zer Müslüman olunca Hz.
Muhammed kendisine Abdullah adını vermiştir.
İçi içine sığmıyordu. Sanki dünyaya
meydan okuyacak bir Ebu Zer olmuştu. Duyduğu hakikati kâinata haykırmak, her
önüne gelene anlatmak istiyordu. Hz. Muhammed ona tedbirli olması tavsiyesinde
bulundu, “Ey Ebu Zer! Bu işi şimdilik gizli tut. Memleketine dön. Bizim ortaya çıktığımızı
haber aldığında döner, gelirsin.” Buyurdu.
Fakat Ebu Zer, “Seni hak ile gönderen
Allah’a yemin ederim ki, ben bu hakikati müşriklerin ortasında haykırırım!”
dedi.
Kâbe’de Kureyş müşriklerinin
toplu bulunduğu yere vardı, “Ey Kureyş cemaati!” dedi, “Beni dinleyin. Biliniz
ki, ben Ebu Zer, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve Resulü
olduğuna kesin olarak şahadet ediyorum.”
Bu meydan okuyuşu duyan azgın
müşrikler, ellerine geçirdikleri taş ve sopalarla Ebu Zer’in üzerine
saldırdılar. Ebu Zer mücadele ettiyse de nafileydi, bayılıp yere yığıldı. Bu
hâl birkaç kere tekrar edildi. Bir keresinde Peygamberimizin amcası Abbas,
Kureyş’e, “Ne yapıyorsunuz? Dövdüğünüz bu zat, sizin ticaret yolunuz üzerindeki
Gıfar kabilesindendir.” deyince onu bıraktılar.
Ebu Zer bundan sonra Medine civarındaki Gıfar yurduna döndü. Annesi, kardeşi
ve kabilesinin yarısı onun sayesinde Müslüman oldu. Bir zaman sonra
Gıfarlıların yarısı Müslüman olmuştu. Kalan yarısı da Hicret’ten sonra Müslüman
oldu.
Ebu Zer evlenince Medine’nin dışında çölde kendine küçük bir ev yaptı ve
hanımıyla birlikte orda yaşamaya başladı. Bir gün eski arkadaşlarından birisi
ziyaretine geldi. Arkadaşı gördüğü manzaraya çok şaşırdı ve sordu:
– Eşyaların nerede?
– Bizim başka bir evimiz var ki, değerli eşyalarımızı oraya gönderiyoruz,
dedi.
– Sen uzun bir süredir buradasın, birkaç parça eşyanın olması gerekmez mi?
– Bu evin sahibi bir an bile burada kalmaya izin vermiyor, dedi. Sonra
misafirine bakarak şöyle devam etti:
– Allah’a yemin ederim ki benim bildiklerimi siz biliyor olsaydınız
kadınlarınızla beraber olamazdınız, yataklarınızda yatamazdınız. Yine yemin
ederim ki O beni meyvesi tükenince kesilip yok olan bir ağaç gibi yaratmıştır.
– Evet, ama bu seni dünyadan faydalanmaktan engellemiyor mu?
– Allah’ın Resulü bana: “O insana yazıklar olsun ki, hem ahirete imanı
vardır, hem de bu hilekâr dünyadan faydalanmaya çalışır.” demiştir.
Kırsal kesimden gelen ve İslamiyet'i kabul edenlerin ilki olduğundan 'ilk
bedevi Müslüman' olarak anıldı. İslamiyet'ten evvel yol kesen, adam
öldüren, malları yağmalayan sert mizaçlı Ebu Zer, Müslüman olduktan sonra
tamamen değişti. Fakir ve düşkünlerin koruyucusu oldu. Hizmetçisiyle aynı
elbiseyi giyecek ve aynı yemeği yiyecek kadar merhamet ve tevazu sahibi idi.
Bunların dışında kahramanlığı, cesareti, doğruluğu ve açık kalpliliği gibi
özelliklerinden ötürü Hz. Muhammed'in övgüsüne mazhar oldu. "Gök kubbenin
altında ve yeryüzünün üstünde Ebu Zer'den daha doğru sözlü kimse yoktur"
ifadeleri kendisi için sarf edildi.
Bir müddet sonra o da Medine’ye
hicret etti. Resûlullah’ın en yakın Ashabı arasında yer aldı. Onun yakın
hizmetinde bulundu. Geç saatlere kadar huzurunda kalır ve sohbetlerinde
bulunurdu. Resûlullah’ın hastalığında daima başucunda duran ve son nefesinde
yanında bulunan sahabelerden biri de Ebu Zer idi.
Sıcak bir yaz günüydü... Tebük Seferi
için Ebu Zer de hazırlanıyordu.
Ne var ki, devesi çok yaşlı idi.
Ordudan geri kalıyordu. Ebû Zer ne yaptıysa, hayvanını yürütüp orduya
yetişemedi. Orduyla arası iyice açıldı. Bu arada bazıları çeşitli bahanelerle
seferden geri kalmışlardı.
Tebük’e yakın bir konak yerine
varılmıştı. Ebu Zer de görünürlerde yoktu. Sahabeler, geride kalanlar için
ileri geri konuşmaya başlamıştı. Ebu Zer’in de olmadığı hatırlatıldığında Resûlullah,
“Bırakın onu. Eğer onda bir hayır varsa Allah onu size ulaştırır." buyurdu.
Resûlullah onun İslam’a nasıl bağlı, ne büyük bir fedakâr olduğunu
biliyordu.
Bir öğle vakti idi... Gözcü,
"Ufukta bir adam tek başına bu tarafa doğru geliyor!” dedi. Resûlullah,
"Ebu Zer mi acaba? Onun olmasını isterdim!" buyurdu.
Sahabe toplanmış, tek başına
yaklaşmakta olan şahsı seyre dalmıştı. Bazıları, "Vallahi odur, Ebu
Zer’dir!" dediler.
Gerçekten gelen, Ebu Zer’di.
Devesinin yürüyecek takati kalmayınca, onu bırakmış, yükünü sırtına
yüklemişti. Tek başına aç susuz yollara koyulmuştu. Nihayet bin bir güçlükle
İslam ordusuna yetişmişti. Resûlullah, Ebu Zer’i görünce sevindi ve
"Allah, Ebu Zer’e rahmet etsin. O yalnız yaşar, yalnız ölecek ve
yalnız haşrolunacaktır."
Ebu Zerr, Peygamberin vefatından sonraki halifelik ihtilafında Hz. Ali 'nin sadık bir destekçisiydi
Ama Müslüman kanı dökülmemesi için Hz.Ebubekir ve Hz. Ömer'e biat etmiştir.
Ebu Zer, altın ve gümüşün Allah yolunda sarf edilmeyip biriktirilmesine karşı çıktı. İhtiyaç fazlası malların dağıtılması konusunda hassasiyet gösterdi. Onun bu hassasiyeti fazla mal biriktirmekten çok, halkın büyük maddi sıkıntı içinde olması ile irtibatlıdır. İlk üç halife döneminde bu konularda dikkat çekici faaliyetlerine rastlanmadığı halde daha sonraki dönemde bu konular üzerinde ısrarla durması, halkın ekonomik durumunun kötüleşmesinden kaynaklanıyordu.
Hz. Osman halife olduktan (24/644-645) iki yıl sonra (26/647) yılında ilk siyasî uygulamasını Kûfe’de gerçekleştirerek şehrin valisi Sa‘d b.
Ebî Vakkâs’ı azledip yerine anne-bir kardeşi Velid b. Ukbe’yi tayin etmiştir. Halife Kûfe’de başlattığı kadro değişikliğini sürdürmüş; Mısır valisi Amr
b. El-Âs’ın yerine süt kardeşi Abdullah b. Sa‘d b. Ebî Serh’i (27/647)
tayin etmiş , bundan yaklaşık iki yıl sonra da (29/649-650) Ebû Musa
el-Eş‘arî’yi görevden alarak dayısının oğlu Abdullah b. Âmir’i Basra valiliğine atamıştır. Ayrıca daha önce tayin ettiği Velid b. Ukbe’yi Kûfelilerin
şikâyeti üzerine görevinden uzaklaştırmasının ardından, şehrin idaresini yine
yakın akrabası Saîd b. el-Âs’a teslim etmiştir. (30/650). Eyalet valilerini
sırasıyla değiştirip yerlerine Ümeyyelileri atayan Hz. Osman’ın tasarrufta
bulunmadığı tek önemli eyalet Şam’dır. Bunun sebebi Hz. Ömer döneminden itibaren
burayı idare eden Muaviye b. Ebî Süfyan’ın Ümeyyeli olmasıdır. Halife Şam valisini değiştirmek bir yana, daha önce Umeyr b. Sa‘d’ın
yönetiminde bulunan Hama, Humus, Kınnesrin ve Havran gibi şehirleri ve Abdurrahman b. Alkame’nin emrindeki bölgeleri de onun yönettiği topraklara
dahil etmiştir. İktidarın bütün kilit görevlerine yakın akrabasını yerleştiren Hz. Osman, ayrıca önemli devlet yetkilerini elinde
bulunduran Devlet Katipliği görevine de amcasının oğlu Mervan b. Hakem’i getirmiştir. Bu tayinlerle birlikte devletin bütün idarî kademeleri Ümeyyeoğulları’nın
kontrolüne geçmiştir. İktidarın zamanla bir kabilenin hâkimiyetine girmesi ile
resmen olmasa da, fiilen saltanat uygulaması başlamıştır.
Hz. Ömer döneminden devralınan yönetim tablosu tamamen değişmiştir. Osman, elde edilen ganimetten
alınan Huma vergisinden kendisi gibi Emevi kabilesinden olan
kuzeni Mervan B. Hâkim’e 500.000 Dirhem, Haris bin el-Hakem'e 300.000
Dirhem ve Medineli Zeyd bin Sabit'e 100.000 Dirhem verdi. Ebu Zerr bu davranışın İslam'ın prensiplerine aykırı olduğunu görüşünü savunuyordu.Bu sapmalar karşısında mücadele etmekten başka bir yol bulamıyordu. Zamanın yöneticilerinden korkmadan halkı eşitliğe davet ediyor, şiddetle kendi fikrince Osman'ın kötü davranışlarını eleştiriyordu.
Ebu Zer, hiç bir zaman doğru bildiğini söylemekten çekinmedi. Bir gün Osman'ın Hayber kalesinin tümünü ve Afrika'dan gelen verginin beşte birini amcası Mervan bin Hakem'e (Peygamber'in, kendisini ve babasını sürgüne gönderdiği kişiye) bağışladığını, yakınlarına yüklü miktarlarda para dağıttığının haberini aldı.
Ebu Zer bunun üzerine mescitte şu ayeti okudu:
"Altın ve gümüş toplayıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara sonraki hayat için çok çetin azabı müjdele" (Tevbe suresi, 9/34)
Mervan, Ebu Zer'in kendisine ve Osman'a şiddetle saldırdığını duydu. Konuyu Osman'a iletti. Osman da Ebu Zer'i çağırdı:
- Ey Ebuzer! Seninle ilgili duyduğum şeyden vazgeç!
- Benim hakkımda ne duydun?
- Senin, halkı benim aleyhime tahrik ettiğini duydum!
- Nasıl?
- Duydum ki sen mescitte ‘Altın ve gümüşü biriktirenler' ile ilgili bir ayet okumuşsun.
- Ey Allah Resulü'nün halifesi Osman, sen beni Allah'ın kitabını okumaktan ve onun emirlerini terk edenlere karşı mücadele etmekten men mi ediyorsun?
Osman ve Ebuzer arasında devamlı şiddetli tartışmalar oluyordu.
Bir gün Hz. Osman, onu Medine'ye çağırdı. Burada da görüşlerini dile getirmeye devam etti. Hattâ meydana gelen rahatsızlıklar sebebiyle halife kendisini fetva vermekten menetmişti. Konuştuğu bir sırada biri kendisine bunu hatırlatınca şöyle demişti:
“Yemin ederim ki, kılıcı enseme dayasınız, başımı uçurmadan önce Resûlullah’tan duyduğum bir gerçeği söyleyebileceğimi bilsem, yine söylerim!”
Osman bir gün dayanamayarak onu Şam'a gönderdi.
Ebuzer Şam'a ulaştığında Muaviye'nin binlerce işçiyi çalıştırarak yeşil bir saray yaptırdığını gördü. Ebuzer oradan geçerken manzarayı görünce Muaviye'ye dönüp:
- Muaviye! Eğer sen bu sarayı halkın parasıyla yapıyorsan, ihanettir ve eğer kendi paranla yapıyorsan israftır, haramdır!
Muaviye cevap vermedi, Ebuzer yoluna devam etti. Mescide gidip oturdu. Yanına gelen Müslümanlar Muaviye'yi ona şikâyet ettiler ve ne zamandır maaşlarını alamadıklarını söylediler. Halkın karşısına dikilip şöyle dedi:
- Öyle olaylar yaşandı ki, ben hala bir şey anlamış değilim. Bu amellerin ne Allah'ın kitabında, ne de Peygamber'in davranışlarında hiçbir yeri yoktur. Hak ortadan kalkmış, batıl canlanmıştır. Yalancılık doğruluğa yeğ tutulmuştur ve düzensizlik ortaya çıkmıştır. Ey servet sahipleri! Fakirlere eşit olun!
Beytülmal'dan yapılan usülsüz harcamalarını yine de tenkit etmekten
vazgeçmeyince, doksan yaşlarındayken Medine çölü yakınındaki El-Rabaza kentine,
eyersiz bir deve üzerinde, sadece tek kızı refakatinde sürgüne gönderildi.
Ebu Zer burada insanlardan uzak
bir şekilde hayatını sürdürmüş ve Muhammed'in sünnetine sarılmıştır.
Ebu Zer sade yaşamına devam ederek hicri 32 yılında
ölene kadar kendini Allah yoluna adamıştır.
Artık ölüme
yaklaşmıştı.Yeni bir elbiseye ihtiyacı olduğu söylendiğinde, “Bana elbise
değil, kefen lazım!” diyordu. Yakında Resûlullah’a kavuşacağını söylüyordu.
Yanında hanımı ile bir tek hizmetçisi vardı. Onlara, “Ölünce beni yıkayıp
kefenleyin, sonra da yolun ortasına koyun!” diye vasiyet etti.
Hanımı ağlamaya başladı.
Onu tek başına kimseden habersiz mi toprağa gömeceklerdi?! Bunun üzerine Ebû
Zer, “Ağlama. Bir gün Resûlullah ile birlikte idik... ‘Sizden biri ıssız
yerde vefat edecek. Onun cenazesinde müminlerden küçük bir topluluk hazır bulunacak.’
buyurmuştu. Orada bulunanların hepsi topluluklar içinde vefat ettiler. Geriye
ben kaldım. Yolu gözet, benim söylediklerimi aynen yap.” dedi.
Hanımı ile hizmetçisi vasiyetini yerine getirip cenazesini yol üzerine koydular. Hizmetçi de yanında beklemeye koyuldu. O sırada Irak’tan, içlerinde Abdullah bin Mes’ud’un da bulunduğu bir kafile çıkageldi. Kâbe’ye umre yapmak üzere gitmekteydiler. Yol üzerindeki cenaze onları korkuttu! Hattâ develer ürküp az kalsın onu çiğneyeceklerdi… Bu sırada hizmetçi ayağa kalkarak, “Bu, Resûlullah’ın sahabisi Ebû Zer’dir. Kendisinin gömülmesi için vasiyet etti. Yardım ediniz!” dedi.
Bunları duyan Abdullah bin Mes’ud, kendisini tutamayarak hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ve eski günleri hatırlayarak şöyle dedi:
“Resûlullah, " O tek başına yaşayacak tek başına ölecek ve tek başına haşrolunacaktır. "buyurmakla ne kadar doğru söylemiş!”
Ve Ebu Zer ruhunu teslim etti.
Arkadaşlarıyla birlikte inip Ebû Zer’in namazını kıldılar ve orada defnettiler.
Ebu Zer bize, paranın bütün değerleri ezip geçtiği
modern dünyaya yalnızlığı ve yalınlığı ile çölden sesleniyor. Orada, ama daha
çok kalbimizde ve zihnimizde, fani dünyaya yüz vermemenin, gerçek zahitliğin
bayraktarlığını yapıyor.