Fyodor
Mihayloviç Dostoyevski (1821-1881)
ÇOCUKLUĞU VE İLKGENÇLİĞİ
Dünya Edebiyatının
ufuk çizgisi, Freud'a göre insanlığın kurtarıcısı olabilecekken, gardiyanı
olmayı seçen; Stefan Zweig'a göre ise insanlığın sınırında gezinen bir
gezgin.
Dostoyevski 30 Ekim 1821’de Moskova’da, babasının doktor
olarak görev yaptığı Yoksullar Hastanesi’ne ait bir apartmanda
doğar. Kültürlü, soylu sınıftan gelen Turgenyev ve Tolstoy gibi çağdaşı
öteki büyük Rus yazarlara göre oldukça farklı bir ortamda yetişir. Babası
emekli bir ordu cerrahı, annesi zengin bir tüccar kızıdır. İkisi kız, beş tane kardeşle büyür.
Ancak çocukluğu huzur içerisinde değil, baskıcı bir
babanın otoritesi altında sevgiden uzak bir şekilde geçer.
Askeri geçmişinin gölgesinde yaşayan ayyaş babası sık sık kavga çıkartıp küçücük şeyler karşısında büyük
tepkiler veren sorunlu bir kişiliğe sahiptir; annesi ise deyim yerindeyse “önünden ekmeği alınsa sesi çıkmayacak” bir kişidir. Alkolik baba o kadar sert ve otoriterdir ki, kızları tek başlarına
dışarıya adımlarını bile atamazlar. Dört erkek çocuk da bir nevi askeri eğitimde
yetiştirilirler. Fyodor ise böyle zamanlarda kardeşlerinin aksine çareyi annesine sığınmakta
bulur.
Baba olarak da ailesine karşı fazlasıyla
cimridir. Maddi durumu iyi olmasına onlara asla harçlık vermez, beş
parasız dolaştırır. Çocuklarının ve eşinin içine düşüğü sefaleti de pek umursamaz.
Öte yandan olumlu yönlerinden de bahsetmek gerekir. İyi bir kitap ve özellikle şiir okurudur. Çocuklarına yemek
masasında her gün zorla nöbetleşe şiir ve roman okuturmuş. Ayrıca onlara Latince
derslerini bizzat kendisi verirken, Fransızca içinse iyi bir hoca tutar. Birbirinin tam anlamıyla zıttı olan bu iki karakter, Dostoyevski’nin üzerinde daha sonraki yıllarda eserlerindeki kahramanları
da etkileyecek anne-baba figürlerini oluştururlar.
Fyodor, ilköğrenimine annesinin yardımıyla evde
başlar ve özel bir okulda sürdürür. Yaz
aylarında ise sırf babalarının zulmünden uzaklaşabilmek için anneleri ile
birlikte Tula’ya gider ve burada babasına hizmet eden köylüler
arasında, babasının sert ve acımasız davranışlarından bir nebze de
olsa uzaklaşma olanağı bulur. İşte böyle bir çocukluk dönemi
geçiren Dostoyevski, 1837 yılında annesini tüberküloz hastalığı
yüzünden kaybeder. Ardından ise ağabeyinin yanına, fazlasıyla disiplinli bir
okul olan St. Petersburg’daki mühendislik okuluna gönderilir. Lakin
mühendislik okulunun bilimsel ve askeri disiplini, okumak ve kitaplar yazmak isteyen
Dostoyevski'nin istekleriyle hiç bağdaşmaz. Sinirli, aşırı duyarlı bir
yaratılışı olan Dostoyevski (O dönem kendisine takılan adla “Ateş Fedya”) ağır
ders ve talimlerden fırsat bulduğu zamanlarda, özellikle şiddet ve cinayet
konularını işleyen melodram türünden kitaplar okuyarak, köşesine çekilip
düşlere dalarak ya da kardeşi Mihail’le söyleşerek çevresinin
baskısından kaçmaya çalışır. Bu arada Rus ve Avrupa edebiyatının önde
gelen adlarının yapıtlarıyla da tanışıp, özellikle de romantiklerden çok
etkilenir. Bu dönemlerini bir sınıf arkadaşı şöyle anlatır:
"Devamlı
kendisini ayrı tutardı, hiç bir zaman arkadaşlarının eğlencelerine katılmazdı
ve genellikle bir köşede elinde kitapla otururdu."
Yurtluğunda
düzensiz bir hayata çekilmiş olan ve oğluna gelir sağlamayı reddeden babasının
tutumu, Dostoyevski’nin bu hastalıklı içe kapanıklığını daha da ağırlaştırır.
Bir keresinde Dostoyevski babasına ilgisizliği yüzünden hakaret dolu mektup
gönderir ama baba Dostoyevski cevap vermeye fırsat bulamadan serfleri(mevsimlik
işçiler) tarafından öldürülür. Babası öldüğü zaman 18 yaşında olan
Dostoyevski, her ne kadar ondan nefret etse bile bu olaydan fazlasıyla
etkilenir. Çünkü içten içe onun ölmesini istemiş olması, genç ama gayet duyarlı
olan Fyodor’da suçluluk duygusu yaratır. Hatta bir anlamda, onun katili
olduğunu düşünür. Ailesi içerisinde de söylendiğine göre, daha sona ona
bütün hayatı boyunca acı çektiren sara nöbetlerinin ilkini bu dönemde
geçirir. Freud ve birçok
psikanalizci, babaya duyulan bu nefrete ve bunu izleyen suçluluk kompleksine
dayanarak Dostoyevski’nin hastalığının sinirsel kökenli olduğu sonucunu
çıkardılar ve dehasıyla hastalığı arasında doğrudan bağ kurarlar. Oysa bu yorum
yazarın nöbetler sırasında gösterdiği zihin açıklığını, o “dokuz canlılığı” göz
ardı etmek demektir. Sara Dostoyevski için gerçekte istek dışı ama ayrıcalıklı
tecrübe, büyülten ayna olur. Babasının ölüm nedenine gelecek
olursak ise bu konuda muhtelif bilgiler olduğu söylenebilir. İlk iddiaya baba
Dostoyevski o kadar zalimdir ki köleleri buna daha fazla dayanamayarak, onu
öldürmenin planlarını yapar. Bir gün nihayet bir köşede yakalayıp bağlarlar. Hayalarını
taş ve tekmelerle paramparça ederler. Olay duyulduğunda ise babanın akrabaları
dahil herkes işi örtbas etmeye çalışır ve nihayetinde kimse ceza yemez. Diğer
bazı kaynaklarda ise alkol bağımlısı olan babanın doğal nedenlerden ölmüş
olduğu iddiası da öne sürülür.
GENÇLİK VE İLK YAZARLIK DENEYİMİ
Mühendislik
okulundan mezun olduktan sonra asteğmen olarak İstihkâm
Müdürlüğü’nde görev yapmaya başlar ancak burada sadece 1 sene durabilir.
Zira askerliği hiçbir zaman sevemez ve Kendi serfleri tarafından öldürülen
babasından çok küçük bir miras kaldığından, maddi durumu iyi değildir buna
rağmen yoksul kalma pahasına kendini kitap yazmaya verir, geçimini sağlamak
içinse çeviriler yapar. İlk olarak
Balzac’ın bir eserini Rusçaya çevirir daha sonra da yazmaya yoğunlaşarak, 1846’da ilk romanı Bednye Lyudi’yi
(İnsancıklar) yazar ve bir arkadaşı aracılığıyla ünlü edebiyat eleştirmeni Vissarion Belinski’ye
gönderir. İnsancıklar yeni bir
yazara özgü teknik aksaklıklar taşımakla birlikte, ilk Rus toplumsal romanı
sayılabilecek bir yapıttır. Romanda öksüz bir kıza duyduğu aşkı içli ve babacan
bir sevecenlikle gizlemeye çalışan yoksul ve yaşlı bir kâtibin saygınlık
kazanmak için yürüttüğü umutsuz mücadele anlatılır. Sevdaya düşmüş yoksul
insanların, çağdaş toplumun acımasız koşullarına kurban olmuş insanların trajik
çıkmazı eşsiz bir kavrayışla dile getirilir. Roman kahramanının çatışmalarını,
onun iç dünyasından yola çıkarak incelediğinden ve yoğun bir psikolojik ilgiyle
trajediye yeni bir boyut kattığından, Dostoyevski’nin konuyu ele alış biçimi,
okuyuculardan coşkulu bir ilgi görür. Onun,
roman kahramanının gizli dünyasını yansıtmadaki sanatsal becerisini öven
Belinski, gelecekte büyük bir yazar olabileceğini belirtir.
Vissarion
Grigoryeviç Belinski(1811-1848)
Şair Nikolay Neksarov ise
Dostoyevski’den “yeni bir Gogol doğdu” gibi gurur verici
sözlerle bahseder ancak bu dönem 15 dakikalık şöhretler gibi gelip geçicidir. Genç
Dostoyevski, ilk yapıtıyla sağladığı ünden sonra kendisine büyük ilgi gösteren
edebiyat çevrelerinde ve sosyete salonlarında kalıcı olmayı
başaramaz.
İnsancıklar (1846)
“Mutsuzluk bulaşıcı bir hastalıktır.”
“Eğer başkasının olan her şeyi insanın kalbine alması ve aynı
güçte hissetmesi mümkün olsaydı, doğrusu, insan bundan en mutsuz insan olurdu.”
''İnsan kendisine olan saygısını, onurunu ve güvenini
yitirdiği an işi bitmiş demektir. Alabildiğine bir baş aşağı düşüş yaşar.''
''Anı tatlı da acı da olsa her zaman ıstırap verir insana.
Belki başkası öyle değildir, ben duyarım bu ıstırabı. Ama tatlıdır bu ıstırap.
Kalp acı çekmeye, ezilmeye, sıkışmaya, kederlenmeye başladığında anılar onu,
gündüzün sıcağında kavrulmuş cılız, zavallı bir çiçeği akşam serinliğinde çiy
tanelerinin canlandırdığı gibi canlandırır.''
“Mesele duvarlar değil, hatıralar, geçmişe ait hatıralar
içimi sıkıyor… Hem de işin tuhafı, bunlar daha çok tatlı hatıralar olduğu halde
üzülüyordum. O zamanlar fena gözüken, insanı kızdıran olaylar bile hatıra
olunca bütün kötülüğünü kaybediyor, hayalde cazibe kazanıyor.”
Kısa boyu, kili rengi küçük gözleri,
sinirden sürekli seğiren dudakları ve sakar davranışlarıyla hastalıklı bir kişi
izlenimi uyandırır. Küstah tavırları,
sinirli ve kaba halleri yüzünden de sevilmeyen bir kişilik olur. Alışık
olmadığı bu toplumsal ortamdan kaçarak yalnız
ve parasız hayatına istemsizce geri dönmek durumunda kalır. 1846 başında
İnsancıklar kitap haline gelirken edebî çevreler tarafından kabul görmenin
verdiği özgüvenle Dostoyevski, Gogol
esintileɾi bulunan bir başka kısa roman olan Dvoynik’i (Öteki - 1846) yazar. Bu romanda, kendini ortadan kaldırmaya çalışan benzeriyle sürekli
çatışma halinde bulunan bir memurun hikâyesini anlatır. Bu küçük
memuru anlatan eserin “bölünmüş kişilik” teması, okuyucularca ve eleştirmenlerce
sıkıcı bulunur ve Dostoyevski’nin, Belinski’nin de desteğini yitirmesine yol
açar. Bununla birlikte aynı tema, sonraki ünlü romanlarında da önemli bir rol
oynar.
Öteki (1846)
“Beklemeyi bilen amacına ulaşır.”
“Temiz vicdanlıların en büyük gücü temiz vicdanlarıdır.”
“Hiçbir şey söylemek istemiyorum. Çünkü kötü anlatmaktansa
hiçbir şey söylememek çok daha zarif olur.”
“Ama her şeyin kökeninde eğitimin ahlaksızlaşması yatıyor;
bugünkü eğitime bakıyorum da ahlaksızlıktan başka bir şey göremiyorum.”
“O anki durumu, uçurumun kenarında dururken altında sallanan,
yarılan toprak parçası son bir sallanmayla koparak düşen ve onu da uçuruma
sürükleyen, ama tutunup kendini kurtaracak, gözlerini derin bir boşluktan başka
bir yana çevirecek gücü, azmi olmayan birini andırıyordu; uçurum onu kendine
çekiyor ve sonunda ölüme bir an önce kavuşmak istercesine uçuruma kendisi
atlıyor.”
Dostoyevski’nin daha sonra
yayımladığı Hozeyka (Ev Sahibesi
- 1847)’da Ordinov karakteriyle
aşkın keşfediliş anını betimleyen Dostoyevski, hayatın gerçekleri ile hayalleri
arasında gidip gelen bir karakter üzerinden hayata ve aşka dair sorgulamalar
yapar.
Ev Sahibesi (1847)
“Beni sabah olmayan bir uykuya yatır ki, her şey unutulup
gitsin.”
Byeli Noçi (Beyaz Geceler - 1848)’de Femme Fatale Nastenka
karakteriyle insanların yalnızlıkla mücadelesini, sevilme ihtiyacını ve
yalnızlık ve hayal ilişkisini anlatır.
Beyaz Geceler (1848)
“Mutsuzken başkalarının mutsuzluğunu daha güçlü hissederiz; duygular parçalanmaz, yoğunlaşır.”
Slaboye Sertze (Bir Yufka Yürekli -
1848) ile ise iki yakın arkadaştan maddiyatsızlık kapanında sıkışıp kalan genç
aşığın, üzerindeki büyük iş sorumluluğu ve yoğun duygularıyla psikolojisinin
altüst oluşunu ve arkadaşının bakışını anlatır.
Bir Yufka Yürekli (1848)
“Korkuyorum Arkaşa, ucundan
yakaladığım mutluluğun elimden kayıp gitmesinden korkuyorum.”
Edebî çevreler yazarlardan
toplum meseleleriyle dolu gerçekçi hikâyeler beklediği bir dönemde, düşle
gerçek arasında bocalayan eserlere ateş püskürürler. Bu sebeple
Dostoyevski’nin düşüş dönemindeki son çırpınışları olarak görülebilecek
eserleri edebî çevrelerce yine yerden yere vurulur. Dostoyevski’nin son
eserleri karşısında onun en büyük destekçisi olan Belinski bile çılgına döner,
ona olan bütün desteğini çekerek bir zamanlar Dostoyevski’yi yüceltmek üzere
başlattığı sohbetlerinin yeni konusunu Dostoyevski’yle dalga geçmek, onu
aşağılamak olarak belirler.
Bu dönemde umudunu iyice yitiren Dostoyevski Netoçka Nezvanova (Netoçka Nezvanova - 1849) adlı romanı yazmaya başlar. Sonraki yapıtlarında görülecek olan düşünce, imge ve anlatım tekniklerinden örnekler taşıyan ve genç bir kızın inatçı üvey babasına duyduğu aşkı anlatan kitap, Dostoyevski’nin okuyucuların gözünde eski konumunu kazanmasını sağlayabilecek iddialı ve kapsamlı bir romandır. Lakin kader Dostoyevski için bambaşka bir rota çizmektedir.
Netoçka Nezvanova (1949)
SÜRGÜN YILLARI
Dostoyevski’nin ilk öykü ve romanlarında, ele aldığı
kişilerin duygu ve düşüncelerine ilişkin yoğun çözümlemeler arasında yer yer
içedönük psikolojik ve ruhsal irdelemeler de görülür. Bu yapıtlar, soluk bir
biçimde de olsa, onun gelecekteki yaratıcılığını harekete geçiren ana
doğrultuyu dışavurur.
Yüksek edebî çevre tarafından dışlanan Dostoyevski genç liberallere katılır ve bundan sonra amiyane tabirle yeraltına çekilir. Çünkü bazı fikirlerin yayılması için yeraltından daha uygun bir sığınak bulamayacağı kanaatindedir. O zamanki Rusya’da eli kalem tutanlar ise iki fikir etrafında toplanırlar. Batıcılar, geri bir memleket olan Rusya’nın Avrupa ülkelerini örnek tutan esaslı bir devrimle kalkınabileceğini inanıyorlardır: Slavcılar ise Büyük Petro rejiminin Avrupa’dan kabataslak kopya edildiğini, Petro’dan önceki Slav ruhuna dönmek gerektiğini ileri sürüyorlardı. Çar I. Nikolay’ın baskıcı yönetimi altında siyasal ve toplumsal reform hareketinin etkisine girmekte gecikmeyen Dostoyevki, 1847’den sonra Fransız ütopyacı sosyalistlerin görüşlerini tartışmak üzere Mihail Petraşevski’nin evinde düzenlenen haftalık toplantılara katılmaya başlar. Ayrıca yasadışı radikal broşürler basmayı tasarlayan daha dar bir grubun sürdürdüğü gizli toplantılarda da yer almıştır. Çar ve onun emrinde toplanan özel polis kuvveti ise bütün bu konuşmalardan haberdardır. Batı’dan gelen devrimci düşüncelerin yayılmasından çekinen çarlık yönetimi, Nisan 1849’da Petraşevski Grubu üyelerinin tutuklanmasını emreder. İhtilâlciler 5 ay boyunca yargılanır. Yargılama sonucunda ortaya çıkan sonuç zanlıların masumiyetidir. Ancak bu masumiyet kararının doğru bir karar olmadığına inanan dâhiliye nazırı davaya tekrar bakılmasını ister.
Çar I. Nikolay
Yeniden yargılama
sonunda ise suçluların idamına karar verilir. Çar I. Nikolay döneminde ölüme
mahkûm olmanın, ölmenin ta kendisi olduğunu bilen Dostoyevski ve diğer İhtilâlciler
içinse artık hiçbir hayat ihtimali kalmamıştır. ostoyevski,
sekiz ay hapishanede yatar. 22 Aralık 1849 sabahı ise gün doğumuyla birlikte Dostoyevski ve sekiz arkadaşı
uyandırılıp idamlıklara özel gömlek giydirilir. 8 ihtilalci idam
edilecekleri meydana götürülürler. Üçerli
gruplar halinde elleri ve gözleri bağlanarak sıralanırlar. Dostoyevski idam
edilecek 2. üçlü gruptadır. 27 yaşındaki Dostoyevski ve arkadaşları
gözleri kapatılarak kazıklara bağlanırlar. Ölüm tamburu vurulurken, infazı
gerçekleştirecek askerler tüfeklerini doldururlar. Hayatla ölüm arasında kıl
kadar ince bir çizgi kalmıştır artık. Önce ölüm
fermanları okunur. Sonra nişancılar vaziyet alır. Vur borazanı öter. Tabi
Dostoyevski de tüm bunları duymaktadır, ölüme birkaç dakika uzaklıktadır. Çar ise bir yönetmen titizliğiyle
yaşanacak olan dramı en küçük ayrıntısına kadar izliyordur. Çar bu yaptığıyla
ölümün soğukluğu karşısında mahkûmların ne derece küçüleceğini, fikirlerine ne
derece sahip çıkacaklarını görmek istiyordur. Ve şimdi bu büyük oyunu sahneye
koyma zamanıdır. Tam atış emri verilmek
üzereyken, nihayet bu tüyler ürpertici oyuna bir son verilir ve atlı biri çıkagelir, çar'ın yeni emrini yüksek sesle
okumaya başlar. Dostoyevski’nin, cezaların indirildiğine ilişkin
çarlık fermanının açıklanmasından önce kurşuna dizilme hazırlıkları sırasında
yaşadığı korku dolu anlar, belleğinde silinmez izler bırakır. Bu anının gölgesi
sonraki yapıtlarının sayfaları arasında sık sık dolaşır. Ancak bütün bunların
bile yaşanan sahne karşısında duyulan gerçek hislerin tercümanı olduğunu iddia
etmek imkânsızdır. Çar I. Nikolay’ın senaryosunu yazıp sahneye koyduğu Sahte
İnfaz oyununun hemen ardından Dostoyevski, canice niyetler beslediği,
edebiyatçı Belinski’nin Ortodoks kilisesiyle devlet otoritesine karşı hakaret
dolu mektubunu yaydığı için 4 yıl kürek cezasına ve 6 yıl da er rütbesiyle seferî
orduda hizmete mahkûm edilir ayrıca Moskova ve
Saint Petersburg'a giriş yasağı konulur.
Dostoyevski bu süreçte Sibirya'da -40 derecede kar
küreme, mermer cilalama, tuğla taşıma gibi en ağır işlerde çalıştırılır.
Dostoyevski'nin iki kolu sanki adi suçluymuş gibi, sanki katil ya da hırsızmış
gibi damgalanır. Saçının yarısı usturayla tıraş edilir. -40 derecede soğukta
kar kürerken, tuğla taşırken yanı başında kamçılı zalim bir nöbetçi her daim
hazırdır. Üstelik her iki ayağı da zincirlenmiş olduğu halde! İncil dışında
kitap okumak yasaktır! Ama Dostoyevski yalnız değildir. İki dostu vardır bu mahkûmiyet
sürecinde; biri başıboş bir köpek, diğeri de kanadının biri kırık olduğu için
uçamayan kartal!
Hapishanede
“yeraltına gömülü bir insan” gibi yaşadığını yazar. “Yakınımda içten bir konuşma
yapabileceğim tek varlık yoktu. Soğuğa, açlığa ve hastalığa dayandım. Ağır
işlerden sıkıntı çektim ve sadece iyi bir aileden geldiğim için bana diş
bileyen mahkûmların nefreti devamlı üzerimdeydi” der. Dostoyevski cezasını, işlediğine
inandığı ağır suçun kefareti olarak kabullenir. Ağır çalışma koşulları içinde
birlikte yaşadığı sıradan mahkûmların birçoğunu “olağanüstü insanlar” olarak
görmeye ve onların acılarını paylaşmaya yönelir. Zaman zaman ruhsal sarsıntılar
içinde boğuluyordur. Uzun yıllar yakasını bırakmayan sara nöbetlerine, kendi
deyişine göre, ilk kez bu dönemde yakalanır. Hapishaneye sokulmasına izin
verilen tek kitap olan Yeni Ahit’i sık sık okumaya başlar. Hapishane yaşamının
acılarını dindirmesine yarayan bu kitap, aynı zamanda İsa’ya yeni bir inançla
bağlanmasına ve onu, günahkârları yaşama döndürebilecek tek güç olarak
görmesine yol açar. Gençlik
yıllarının radikalizmi, yerini kurulu düzene boyun eğmeye ve basit insanları
kurtarıcı olarak görmeye bırakır. İsa’nın çile çekerek insanlığı kurtarmaya
dayanan öğretisi ve Rus Ortodoks Kilisesi’nin ruhaniliği, gözünde daha derin
bir anlam kazanır. Hapishane ona aynı zamanda, horlanan ve ezilen
insanları daha yakından inceleme olanağı sağlayan zengin bir malzeme kaynağı
olur. Bu dönemin izleri onun
sonradan yazacağı “Ölüler Evinden Anılar” isimli eserinde de kendine geniş bir
yer bulur.
Dostoyevski 1854 Şubat’ında kürek cezası sona erince er rütbesiyle Sibirya’nın uzak köşesinde bulunan Semipalatinsk kasabasında ordu hizmetine verilir. Aradan bir yıl geçer, 22 yaşındaki Baron Vrangel savcı göreviyle kasabaya gelip yerleşir. Baron Vrangel’in kasabaya gelirken beraberinde getirdiği kitap ve mektup Dostoyevski ve Baron Vrangel arasında sarsılmaz bir dostluk kurulmasına sebep olur. Çünkü Baron Vrangel’in beraberinde getirdiği kitap ve mektubun sahibi Dostoyevski’den başkası değildir. Bunları gönderense kardeşi Mihail Dostoyevski’dir. Bu dostluk Dostoyevski’nin sürgün olarak yaşamak zorunda kaldığı kasabada bütün kapıların kendisine sevgi ve samimiyetle açılmasını sağlar. Kasabanın Dostoyevski’ye açılan kapıları arasında bir de evlilik kapısı açılır. 1857’de akıllı ama ahlâksız bir okul öğretmeninin dul karısı olan Maria Dimitrievna Isaev’le evlenir.
Maria Dimitrievna Isaev
Mutluluk
getirmeyen bu evliliğin yol açtığı yeni mali sorumluluklar, onun edebiyata
dönme ve uzun bir sessizlik döneminin ardından eski durumuna kavuşma isteğini
artırır. Bu amaçla önce Dyadyuşkin Son (Amcanın Rüyası - 1859) adlı komik bir öykü yazar. Bir
taşra kasabasının sulu gözlü halkını ve onların gözünden ‘ideal kadın
arayışını’ anlatan öykünün yergici üslubu, Gogol’u andıran bir hava taşır.
Amcanın Rüyası (1959)
“Kendi
ilkelerinizle nelere karar verdiğinizi hatırlayın da ondan sonra başkalarını
kınayın.”
Bu
öyküyü çok geçmeden daha iddialı bir kısa roman olan Selo Stepauçikovo i Yego
Obitateli (Stepançikovo
Köyü - 1859) izler. Dostoyevski’nin büyük umutlarla yayınladığı Amcanın
Rüyası ile Stepançikovo Köyü Hikâyeleri ne eleştirmenlerin ne de okuyucuların
dikkatini çekemez. İtiraf etmek zor olur, ancak Dostoyevski adı doğduğu
topraklarda bile unutulmuştur. Kısa bir süre sonra ise 10 yıl önce
zincirler içinde ayrıldığı ve tutkunu olduğu Petersburg’a özgür bir insan
olarak döner ve yerleşir.
Stepançikovo Köyü (1959)
“Şüphesiz, bilgisizlik soytarılığın bir çeşididir.”
“Erdem olmayınca, bilgeliğin ne değeri var ki!”
“Sevmek, insanoğlunu sevmek istiyorum. Ama engel oluyorlar,
vermiyorlar bana! Verin, bana bir insan verin de seveyim onu... Nerede o insan?
Nereye saklandı? Diogenes'in feneriyle aradığı gibi, ben de hayatım boyunda onu
arıyor, bulamıyor, bulamayınca da kimseyi sevemiyorum. Yazıklar olsun beni
insan düşmanı yapana!”
YENİ BİR BAŞLANGIÇ
Kendisini
eski bir siyasal tutuklu olarak yüceltmeye hazır olan radikallere sırt çeviren
ve onların dini alaya alma gibi düşüncelerini reddeden Dostoyevski, yeni çar
II. Aleksandr’ın toplumsal reformlarını de destekleyen bir tutum içine girer.
1860’ta yapıtlarının ilk toplu basımı yapılır. Daha önce de
savaşçı kişiliğinin ipuçlarını verdiğimiz Dostoyevski’nin başkente gelişi
sonrası sürgünün verdiği yorgunluk ve İnsancıklar sonrası yayınladığı birçok
eserinde yaşadığı hayal kırıklığı yüzünden köşesine çekileceği düşünülemezdi
bile. Öyle de yaptı, asla köşesine çekilmedi, ilk iş olarak Ertesi yıl kardeşi Mihail Dostoyevski’yle birlikte aylık
yayınlanan Vremya (Vakit) adlı dergiyi çıkarmaya başlar.
Vremya
Bu dergi yıllarını sürgünde geçirmiş, okuma ve yazmaya
susamış bir deha için bulunmaz fırsattı. Eleştirmen Apollon Grigoryev
ve Nikolay Strahov ile şair Apollon Maykov gibi eski ve yeni dostlar
yazılarıyla çevresinde toplandıkları derginin siyasal, toplumsal ve sanatsal
görüşlerinin biçimlenmesinde önemli rol oynarlar. Batılılaşma ve Slavcılık
akımlarını uzlaştırmayı amaçlayan dergi, iki grubu da Rusya’nın kurtuluşu için
kitlelerle birleşmeye zorlayan bir çizgi benimser ve kısa sürede tutulur.
Dostoyevski ise fırsatı değerlendirmek için elinden geleni yapmaya çalışır, hem derginin devamlı başa belâ idarî ve malî işleriyle uğraşır, hem hayatının çilesi olan sara nöbetleriyle cebelleşir, hem de devamlı, bıkıp usanmadan yazar durur. 1861‘de Vremya’da Dostoyevski’nin azim ve kararlılık sonrası ortaya çıkardığı ilk eserinin tefrikasına başlanır. Bu eserin adı Ezilenler’dir.
Bu
ilk adım bile göz kamaştırıcıdır, ancak aynı yıl biten ve kitaplaşan Zapiski iz
Myortvogo Doma (Ölüler Evinin Hatıraları/Ölü Bir Evden
Hatıralar/Ölüler Evinden Anılar - 1861-1862) adlı eseriyle Dostoyevski uzun
süre önce istemeye istemeye ayrılmak; zorunda kaldığı ününe kavuşur. Çünkü
roman yayımlandığında Rusya’da adeta deprem etkisi yaratır. Turgenyev ve
Tolstoy yapıtı övgüyle karşılarlar. Bu kitap Sibirya’da yaşanan sürgün
hayatını, başka deyişle Dostoyevski’nin kendi gerçeğini anlatır. Karısını
öldürdüğü için ağır hapis cezasına çarptırılan bir adamın anıları biçiminde
sunulan bu yapıt, gerçekte Dostoyevski’nin hapishane yaşantısının canlı bir
anlatımıdır. Dokunaklı olaylar çerçevesinde, toplumdışına itilmiş kişilerin,
özgürlüklerini yitirdikleri için çektikleri acıyı işler. Rusya’da büyük heyecan
oluşturan kitap, Çar’lar yönünden talihsiz Dostoyevski’nin eserini okuyan Çar
II. Aleksandr’ın bile kitabı gözyaşları içerisinde okuduğu ve bundan etkilenerek
köleliği kaldırdığı iddia edilir.
Eserin
temelini teşkil eden kaybedilen özgürlük teması, özgürlük peşinde koşan Rus
aydınları tarafından büyük övgüyle karşılanır. Ölüler Evinden Anılar derginin tanınmasını sağladığı gibi, bu eser
sonrası Dostoyevski eskiden yaşamış olduğu ancak kısa süren parlak günlerine
geri döner. Aranan, istenen, saygı duyulan bir yazardır yeniden. Dostoyevski’nin
daha sonra işleyeceği birçok felsefî ve ahlâkî problem ise bu romanla başlar.
Ölüler Evinden Anılar ( 1861-1862)
“Para, darphanede çıkmış olan özgürlüktür.”
“Yaşanan izlenimler her
zaman, yalnızca anlatılanlardan edinilen izlenimlerden
daha güçlü, etkileyici oluyordu.”
daha güçlü, etkileyici oluyordu.”
“Her şeye alışabilen
bir yaratıktır insan, bence onu en iyi tanımlayan özellik de budur.”
“Hiç insan öldürmediği
halde, altı kişinin canına kıymış bir katilden daha cani insanlar gördüm,
umudumuzu öldürenleri gördüm.”
“Zulüm bir
alışkanlıktır; insanda bu alışkanlığın kökleşmesi, sonunda hastalığa dönüşmesi
mümkündür. En iyi bir insan bile alışkanlıkla, sanki bir hayvanmış gibi
kabalaşıp o derece aptallaşabilir. Kanla, kudretle mest olur; hoyratlığı, ahlaksızlığı,
içindeki kötülüğü büsbütün geliştirir; aklı, duyguları kesinlikle doğal olmayan
hareketleri yadırgamaz ve sonunda bundan zevk almaya başlar.”
Aynı sıralarda gene
Vremya’da tefrika biçiminde yayımlanan Unijennye i Oskorblyonnye (Ezilenler - 1861), ailesine ve göreneklere karşı çıkarak
sevdiği adama kaçan bir kadının öyküsünü anlatır.
Eleştirmenlerin kızgın tepkilerine hedef olmasına
karşın okuyucu kitlesince beğenilen yapıtta ilginç tipler yer alır. Duygusal
karışıklığın temsilcisi olarak ayrıntılı biçimde çizdiği ilk kadın kahraman
Nataşa, çocuk psikolojisine ilişkin derin kavrayışını yansıtan küçük Nelli,
inatçı kötü adam Valkovski, hep Dostoyevski’nin sonraki büyük romanlarındaki
daha çarpıcı kişiliklerin habercisi gibidir.
Ezilenler (1861)
"Temelli
yitirdiğimizi yeniden bulmaktan umudu kesmeliyiz."
"Tok
açın halinden anlamaz" derler. Ben, "bazen aç olanlar da birbirini
anlamaz" derim.”
“Dünyada iyi insanlar çok fakat sadece sizin onlara ihtiyaç duydunuz an karşınıza çıkmazlar.”
“Kusurlarımı,
ahlaksızlığımı, sefihliğimi başıma kakıyorsunuz; oysa bütün suçum belki
başkalarından daha içten olmam, o kadar.”
“Felsefe
ile uğraşa uğraşa insan hayatındaki bütün kuralları düzensiz bulmuş. Boşluk
içinde topu topu bir sıfır elde edince siyanür asidini kurtuluş çaresi saymış.”
Dostoyevski
Vremya’dan sağladığı gelirle 1862 yazında, düşünü kurduğu yurtdışı gezisini
gerçekleştirme olanağını bulur. Fransa, İngiltere, İsviçre,
İtalya, Almanya ve Danimarka gibi ülkeleri kapsayan bu kısa süreli
gezide gördüklerinin etkisiyle Zimniye
Zametki o Letnih Vpeçatleniyah (Batı Batı Dedikleri: Yaz izlenimleri Üzerine Kış Notları
- 1863) adlı ünlü makalesini yazar. Avrupa uygarlığının kötülüklerine ilişkin
gözlemlerinin, Batı zehrinden kurtulmayı başarma koşuluyla, Rusya’yı parlak bir
geleceğin beklediği yolundaki inancını pekiştirdiğini açıklar.
Batı Batı Dedikleri (1863)
“Doğrusu, her şeyimiz, bilimimiz de,
sanatımız da, toplum düzenimiz de, insanlığımız da, görgümüz de, her şeyimiz
oradan, kutsal mucizeler ülkesinden alınma! Yaşayışımız, daha çocukluktan
başlayarak, Avrupa dünya görüşüne, geleneğine göre düzenlenmiştir. Hangimizin
gücü yeterdi bu gidişe karşı koymaya, bu baskıyı yenmeye? Niçin hala tam
Avrupalı olamadık? Çünkü (sanırım bu konuda herkes, bazıları seve seve, tabii
bazıları da diş bileyerek, herkes kabul edecektir bu görüşümü) evet, hala tam
Avrupalı olamadık, çünkü olabilecek kadar olgunlaşmadık daha. Ama bu bambaşka
bir konudur. Benim demek istediğim, bizlerin böylesine güçlü etkiler altında bile
Avrupalılaşmadığımızdı. Aklım ermiyor buna.”
Aynı yıl Çarlık
yönetimi Strahov’un bir yazısı nedeniyle Vremya’yı kapatır. Dostoyevski bu
bunalımın ortasında, sara tedavisi görme gerekçesiyle borç para alarak yeniden
yurtdışına çıkar. Oysa gerçek amacı Almanya’nın Wiesbaden kentindeki kumar
masalarında şansını denemek ve yakın ilişki içine girdiği, dergi yazarlarından
Polina Suslova ile buluşmaktır. Lakin her iki konuda da talihi iyi gitmez.
Pauline Suslova ile nişanlanır ancak Pauline verdiği evlilik
sözünden dönerek Dostoyevski’yi terk eder. Aşk ve nefret duygularını
iç içe yaşayan, garip davranışlı bir kadın olan Suslova ile sürdürdüğü gönül
ilişkisi, romanlarında görülen “şeytani
kadın” temasına kaynaklık eder.
Rusya’ya dönüşünde
eline küçük bir miras geçen Dostoyevski, kardeşiyle birlikte Epoha adlı yeni
bir dergi çıkarır. Derginin ilk sayısında Zapiski iz Podpolya (Yeraltı Dünyası/ Yeraltından Notlar
- 1864) adlı romanı yayınlamaya başlar ve bu romanı eleştirmenler tarafından övgü dolu
sözlerle karşılanır.
Albert Camus dahil
olmak üzere pek çok Batılı düşünürü etkilemiş olan eser, Yeraltı ve Notlar
olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Akıl yoluyla bencilliğin
dizginlenebileceğine inanan radikal sosyalistleri yerici özellikler taşıyan
romanın adsız kahramanı, hiçbir mutlak gerçek tanımayan, her iyiliğin göreli
olduğunu savunan, duygularından büyük ölçüde arınmış bir kişidir. Bununla
birlikte kendisini de derinlemesine tartmaktan geri durmaz. Kişiliğindeki bu
ikiliğin temelinde irade ile akıl arasındaki temel çatışma yatar. Roman,
kahramanın iç dünyasını irdelemeye verdiği önem açısından, Dostoyevski’nin
kahramanlarına yaklaşımında bir tutum değişikliğini yansıtır. Bu içedönüşün
odak noktası, gerçek ve kabul edilebilir bir dünyada kendi ortamından kopmuş
insanın ruhsal durumudur. Yeraltından Notlar, içerdiği ahlaksal, dinsel,
siyasal ve toplumsal düşüncelerin benzer motifleri taşıması bakımından, sonraki
büyük romanlar dizisine bir felsefi giriş niteliğindedir.
Yeraltından Notlar(1864)
"Sevginin bulunmadığı yerde
aklı da arama."
“Bir insanın en iyi tarifi iki
ayaklı ve nankör olmasıdır.”
“Hakaret en yakıcı, en azaplı duygu
da olsa, bir arınmadır!”
“Baylar, yemin ederim, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık.”
“Baylar, yemin ederim, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık.”
“Ben hasta bir adamım. Gösterişsiz, içi hınçla dolu bir adamım ben. Sanıyorum, karaciğerimden hastayım. Doğrusunu isterseniz, ne hastalığımdan anladığım var, ne de neremin ağrıdığını tam olarak biliyorum.”
ZİRVEDEKİ YALNIZLIK
1864 ve 1865 Dostoyevski
için bir dizi talihsizlikle geçer. Aynı yıl karısını,
ağabeyini ve arkadaşı Apollon Grigoriyev’i yitirdikten ve borca batmış dergisi kapandıktan sonra,
alacaklıların hapis tehditleri üzerine, bir yayımcıdan aldığı avansla
Avrupa’ya kaçar. Tek umudu, artık tutkunu haline geldiği kumardır. Evlenme
düşüncesiyle yanına çağırdığı Suslova’nın Wiesbaden’de kendisini terk
etmesinden sonra ise bütün parasını rulette yitirerek giysilerini bile
rehin bırakmak zorunda kalır. Otel faturalarını ödemek ve Rusya’ya dönmek için
borç aramaya koyulur. Bu arada bir derginin yayın yönetmenine mektup yazarak
kısaca konusunu anlattığı Prestupleniye i Nakazaniye (Suç ve Ceza
- 1866) romanının karşılığında avans ister. Gelen parayla Ekim 1865’te Rusya’ya
döner.
İlk yayımcısına romanın teslim tarihine ilişkini tahahhüt verir lakin sadece 28 gün kala başlar. Zamanı kısıtlı olduğun için de Anna Grigorievna adlı genç bir
stenograf tutar ve onun yardımıyla İgrok (Kumarbaz - 1866) adlı romanını zamanında bitirir. Kumar
tutkusunu ve Suslova’yla aşk-nefret ilişkisini işleyen güçlü bölümlerin yer
aldığı bu yapıtın ardından, hapishane günlerinden beri tasarladığı Suç ve
Ceza’yı tamamlamaya girişir.
Suç ve Ceza bir bakıma
paranın temel bir sorun olarak ele alındığı toplumsal bir romandır. Buna bağlı
olarak radikal gençlerin maddeci yaklaşımını da işler. Bu gençlerden biri de
romanın yoksul düşmüş kahramanı Raskolnikov’dur. Hukuk fakültesini kazanan ama maddi
durumu çok kötü olduğundan eğitimini tamamlamayan ve bundan ötürü topluma başkaldıran nihilist
düşünceli bir kişi olan Raskolnikov, iyilik ve kötülük arasında sürekli
bocalar. Dostoyevski’nin en uzun romanlarından biri olan kitapta yaşamın canlı
gerçeklerinden koparak her şeye akıl düzeyinde bakar. İnsancıl amaçlar uğruna
kötü araçlara da başvurmanın meşru olduğu düşüncesinden hareketle bir cinayet işler;
yaşaması için hiçbir neden görmediği aptal, sağır ve hasta bir tefeci olan ev sahibesini öldürür. Hapishanede geçirdiği yıllar, ahlak yasalarını
çiğnemesine yol açan düşünsel kibrinden kurtulmasını, giderek sıradan ve
talihsiz insanlara yaklaşmasını sağlar. Mutluluğun akla dayalı bir yaşam
anlayışıyla değil, çile çekerek kazanılabileceğini öğrenir.
Romanda Marmeladov ve karısı, fahişe Sonya ve Svidrigaylov gibi ikincil kişilikler de ustaca çizilmiştir. Polisiye öykülerin okuyucuda yarattığı gerilim duygusuna, insan davranışlarını zorlayan felsefi, dinsel ve toplumsal öğeler aracılığıyla yeni bir boyut katan Suç ve Ceza, kısa sürede başarı kazanır. Romanın taşıdığı yenilikler, anlatı yoğunluğu ve suçlular ile ahlakça bozulmuş kişilerin en gizli kalmış yönlerini aydınlatan manevi pırıltı, eleştirmenleri ve okuyucuları hemen büyüler.
Suç ve Ceza (1866)
“İktidar, ancak eğilip onu almak cesaretini gösterenlere
verilir.”
“Önce
biraz ağladılar ama alıştılar şimdi. Aşağılık insanoğlu her şeye alışır!”
“Yeni bir adım atma, yeni bir kelime
söyleme, insanların en fazla korktuğudur.”
“İnsan ne kadar
kurnazsa, basit şeylerden tuzağa düşürüleceğinden o kadar az kuşku duyar.”
“Istırap ve acı
çekme, geniş bir akla ve derin duygulara sahip olan insanlar için bir
mecburiyetti.”
“Sevimli bir şeydir yalan, çünkü gerçeğe
götürür bizi. Hayır, kötü olan, yalan söylerken söyledikleri yalana
kendilerinin de inanmaları.”
“Her
şeyi konuştular mı, yoksa konuşmaya gerek kalmadan mı anlaştılar? Çünkü kimi
zaman böyle olur; Sözler hiçbir işe yaramaz. İnsanlar, birbirlerinin fikrini
gözlerinden anlarlar.”
“Irmaklar gibi kan akıtan nice insanlar var ki kahraman diye
taç gitmişlerdir. Memleketin kurtarıcısı diye omuzlarda taşınmıştır. Tarih
onlardan cani diye değil, kahraman diye bahseder.”
“Her zaman yabancı ülkede yabancı” olacağı
yakınmasına ve “yazma yeteneğini bütünüyle yitireceği” korkusuna rağmen
yurtdışında yaşadığı dört yıl hayatının en üretken yılları olur. Dostoyevski’nin endişe dolu bu yılları
sadece hızlı yazılmış eserlerini de ortaya çıkarmaz, ikinci bir meyvesini Anna
Grigorievna’yla verir. Eserlerini vaktinde bitirebilmek için bir dostunun
tavsiyesiyle kâtibe olarak işe aldığı 20 yaşlarında bir kız olan Anna’yla önce
dostluğa, sonra aralarında büyük yaş farkı olmasına rağmen evliliğe yelken
açarlar. Anna artık, Dostoyevski’nin hayatında
yalnız eş olarak değil, onun derbeder hayatını düzenleyen, alacaklılarıyla
çekişen, eserlerinin basımıyla uğraşan vefalı bir şahsiyet de olacaktır.
Anna Dostoyevskaya
Sonunda aradığı aşkı bulan Dostoyevski, 1867’de
evlenir, alacaklılardan ve yardım isteyen akrabalardan kurtulmak içinse karısıyla
birlikte yeniden yurtdışına çıkar lakin birkaç aylığına çıkılan Avrupa
seyahatinden ancak 4 yıl sonunda dönmeleri mümkün olur.
Dostoyevski Avrupa’da yaşadığı bu
buhranda, kumar batağına yeniden gömülür. Mutlu evlilikleri, 22 Şubat
1868’te dünyaya gelen küçük kızları Sonya ile taçlanır. Ancak ikilinin
mutluluğu ne yazık ki çok uzun sürmez. Çünkü Sonya soğuk algınlığına yakalanır ve
sadece 3 aylıkken ölür. Hem Dostoyevski hem de Anna bu olaydan fazlasıyla
etkilenir. Dostoyevski, o günleri bir arkadaşına yazdığı mektupta “Hayatımda
hiç bu kadar mutsuz olmamıştım.” diyerek dile getirir.
Bu
olaydan sonra Dostoyevski ve Anna, ikinci kez çocuk sahibi olur. Lyubov adındaki
kızları 1869’da dünyaya gelir ve hiçbir zaman Sonya’nın yerini doldurmasa bile
acılarını bir nebze de olsa hafifletir. 1871’de ise ilk oğulları Fyodor dünyaya
gelir. 1875’te doğan Alexey ise tıpkı Sonya gibi fazla yaşamaz ve 3 yaşındayken ölür.
Dostoyevski bu ağır yaşam koşullan altında da
sendelemeyerek Cenova ve Vevey’de ikinci
başyapıtı olan İdiot’u (Budala/Kadın Budalası - 1868-69) yazar. Rus basınında yer alan bir
cinayet davasından yola çıkan romanda, iyilik ve inançla dolu olan Mışkin’in
çevresiyle ilişkileri anlatılır. Şehvet, açgözlülük ve günahı temsil eden karakterler, Mışkin’in ahlak duygularını bir tür sınamadan geçirirler. Mışkin saf
inancı ve ışıltılı kişiliğiyle çevresindekileri büyülemekle birlikte,
görev duygusu, sevecenlik ve kardeşçe sevgi konusundaki çağrılarından hiçbir
sonuç alamaz. Yaşadığı olaylar, İsa’nın Ferisilerle ilişkisini simgeler. Sonunda
iyiliğiyle etkilediği insanlar mutsuzluğa mahkûm olurken, kendisi de delirir.
Budala/Kadın Budalası 1868-69)
“Çocuklar
insanın ruhunu hafifletir.”
“Aptalca... mutlu olmaktansa, nedenini bilerek mutsuz olmak daha iyidir.”
“Bir insanın, başka bir insanın kaderi üzerindeki etkisini bilebilir misiniz?”
“Aptalca... mutlu olmaktansa, nedenini bilerek mutsuz olmak daha iyidir.”
“Bir insanın, başka bir insanın kaderi üzerindeki etkisini bilebilir misiniz?”
Ebedi Koca – 1870
“Kime saygı göstereceğinizi bilememenin şiddetli bir çağ hastalığı olduğunu siz de kabul edersiniz, değil mi?”
“Kime saygı göstereceğinizi bilememenin şiddetli bir çağ hastalığı olduğunu siz de kabul edersiniz, değil mi?”
Bu arada “Büyük Bir Günahkârın Yaşamı” başlığı altında birbiriyle
bağlantılı beş romanı içerecek geniş kapsamlı bir yapıt üzerinde çalışmaya
başlar. Tanrı’ya ve insanlığa karşı iğrenç suçlar işleyen, ama geçirdiği çetin
manevi hesaplaşmalar sonunda, hak ettiği acıları çekerek kurtuluşa eren bir
kahramanın çevresinde kurmayı tasarladığı bu yapıtı hiçbir zaman yazamaz.
Gene de sonraki üç romanında, hazırladığı taslakta yer alan düşüncelerden,
sahne ve kişiliklerden önemli ölçüde yararlanır. Bu romanların ilki 1869’da
başlayıp 1872’de tamamladığı Besi’dir (Ecinniler/Cinler).
Ecinniler’in konusunun kaynağı, ihanete yönelmesinden kuşkulanan devrimci arkadaşlarının öldürdüğü Moskovalı bir öğrenci konusunda basında çıkan sansasyonel haberlerdir. Hareketli ve çarpıcı olaylarla dolu olan romanda, devrimcileri ahmak ve alçak kişiler olarak tanıtan bir yergi havası egemendir.
Bu kişilerin seçtiği kurban olan Şatov, Dostoyevski’nin devrime karşı ideolojik muhalefetini yansıtır. Romanın odak kişisi, karmaşık bir kişiliği olan Stavrogin’dir. Çekici kişiliğiyle romandaki liberal ve devrimci kişiliklerin yanı sıra devrimden dönen Şatov’la Krilov’u da etkileyen Stavrogin’in kadınları kendine bağlayan bir yönü de vardır. Tanrı’ya inancını yitirdiğinden, doğuştan içinde var olan iyilik duygusu körelmiştir. Dostoyevski’nin didaktik yaklaşımına karşın, duygusal ve ideolojik öğeleri bağdaştıran sanatsal gücü, yapıtın öfke dolu bir propaganda romanı düzeyine düşmesini önler.
Ecinniler’in konusunun kaynağı, ihanete yönelmesinden kuşkulanan devrimci arkadaşlarının öldürdüğü Moskovalı bir öğrenci konusunda basında çıkan sansasyonel haberlerdir. Hareketli ve çarpıcı olaylarla dolu olan romanda, devrimcileri ahmak ve alçak kişiler olarak tanıtan bir yergi havası egemendir.
Bu kişilerin seçtiği kurban olan Şatov, Dostoyevski’nin devrime karşı ideolojik muhalefetini yansıtır. Romanın odak kişisi, karmaşık bir kişiliği olan Stavrogin’dir. Çekici kişiliğiyle romandaki liberal ve devrimci kişiliklerin yanı sıra devrimden dönen Şatov’la Krilov’u da etkileyen Stavrogin’in kadınları kendine bağlayan bir yönü de vardır. Tanrı’ya inancını yitirdiğinden, doğuştan içinde var olan iyilik duygusu körelmiştir. Dostoyevski’nin didaktik yaklaşımına karşın, duygusal ve ideolojik öğeleri bağdaştıran sanatsal gücü, yapıtın öfke dolu bir propaganda romanı düzeyine düşmesini önler.
Ecinniler (1869-1872)
"Dünyayı yenmek
istiyorsan, önce kendini yen!"
"Bir insan ömrünün
sonuna kadar kafasında yaşattığı dünyada yasayamaz"
"Yaşamakla yaşamamak
arasında hiçbir fark
kalmadığında özgürlüğüne kavuşur insan."
kalmadığında özgürlüğüne kavuşur insan."
"İnsan mutsuzdur,
çünkü mutlu olduğunu bilmemektedir. İşte mutsuzluğun sebebi bu. Eğer bunu bir
bilecek olsa hemen o anda mutlu olacaktır"
Yüksek yetenekli
kişiler her zaman iktidara geçmiş, sonra da birer zorba olmuşlardır. Zorba
olmadan edemezler. Her zaman yararlarından çok zararları olmuştur.
Dostoyevski Ecinniler’i yazmaya
başladıktan bir süre sonra hastalanır ve yaşadığı hafıza kayıpları yüzünde yazdıklarının tümünü ve kurguyu unutur. Mali sıkıntıya düşer. Yapıtın
yarıda kalmasından korkan yayımcısının gönderdiği parayla ise Petersburg’a dönme
olanağı bulur. Romanının sağladığı başarıyla ise yeniden aydın çevrelerin toplantılarında
aranan bir kişi olur.
1873’te tanınmış dostlarının yardımıyla tutucu bir haftalık dergi olan Grajdanin’in başına geçer. Ne var ki, yaptığı işi bağlayıcı bulduğundan ve aşırı gerici olan derginin sahibiyle anlaşamadığından, bir yıl sonra istifa eder. Bu arada karısı büyük bir beceriklilikle onun yapıtlarının yayımlanması işini üstlenerek ellerine yüklüce bir para geçmesini sağlar.
Dostoyevski Podrostok (Delikanlı - 1875) adlı romanında evlilik dışı bir çocuğun, babasının sevgisini kazanmak amacıyla gittiği Petersburg’daki serüvenlerini anlatır. Avrupa aydınının çöküşü ile Rusya’nın benzersiz ve yetkin kozmopolit yapısı arasındaki ikiliği temel alan bu romanda, kahramanlarının düşünce, duygu ve eylemlerinde ifadesini bulan psikolojik etkenleri kendisinin ve kahramanlannın iç çatışmalarıyla sergiler. Ana konunun birkaç yan konuyla düğümlendiği bu roman, genellikle onun öteki yapıtlarının gerisinde sayılmıştır.
1873’te tanınmış dostlarının yardımıyla tutucu bir haftalık dergi olan Grajdanin’in başına geçer. Ne var ki, yaptığı işi bağlayıcı bulduğundan ve aşırı gerici olan derginin sahibiyle anlaşamadığından, bir yıl sonra istifa eder. Bu arada karısı büyük bir beceriklilikle onun yapıtlarının yayımlanması işini üstlenerek ellerine yüklüce bir para geçmesini sağlar.
Dostoyevski Podrostok (Delikanlı - 1875) adlı romanında evlilik dışı bir çocuğun, babasının sevgisini kazanmak amacıyla gittiği Petersburg’daki serüvenlerini anlatır. Avrupa aydınının çöküşü ile Rusya’nın benzersiz ve yetkin kozmopolit yapısı arasındaki ikiliği temel alan bu romanda, kahramanlarının düşünce, duygu ve eylemlerinde ifadesini bulan psikolojik etkenleri kendisinin ve kahramanlannın iç çatışmalarıyla sergiler. Ana konunun birkaç yan konuyla düğümlendiği bu roman, genellikle onun öteki yapıtlarının gerisinde sayılmıştır.
Delikanlı (1875)
"Herhangi
bir işe başlamak kadar zor bir şey yoktur."
“En
büyük düşünce bütün küçük düşünceleri yutuyordu.”
“İnsan kendinden utanmasını ve
övünmesini bilmeli, çünkü kişi kendinin yargıcıdır.”
“Var
gücümle hayal kuruyordum. Hayale öyle dalıyordum ki, konuşmaya bile zaman
kalmıyordu. Bundan, benim insan sevmez olduğum anlamını çıkardılar.”
“Başkalarını yargılayabilmek için önce yargıç
olmak, yargıç olabilmek için de acı çekmek gerekir.”
Dostoyevski, Grajdanin’e yazdığı Dnevnikpisatelya (Bir Yazarın Günlüğü/ 1873-1881) başlıklı köşe yazılarını, 1876’da ayrı bir aylık yayın olarak çıkarmaya başlar. Bunu bir yılı aşkın bir süre devam ettirir; 1880 ve 1881’de de bazı ek sayılar yayımlar. Güncel olaylar üzerine görüşlerini, edebiyat anılarını ve eleştirilerini, bazen de öykülerini içeren bu yayını, aynı zamanda geniş kapsamlı toplumsal, siyasal ve dinsel sorunlara ilişkin çarpıcı düşüncelerini yayan bir araç olarak kullanır. Çok sayıda okuyucu toplayan Bir Yazarın Günlüğü, Dostoyevski’nin yaşamını, felsefesini ve başta son iki romanı olmak üzere yapıtlarını incelemek isteyenler açısından da önem taşır.
Bir Yazarın Günlüğü(1873-1881)
"Acıyla
sınanmış gerçekler, insanlık nerede?"
"Yaşıyoruz
işte. Günahlarımızla Allah'ın göğünü karartıp duruyoruz."
Bir
şeyden çok emindim, kendimi üzdüğüm kadar, kimseyi üzmedim hayatta"
Dostoyevski Bratya Karamazovi’yi (Karamazov Kardeşler/1879-1880) yazmaya başladığında, artık ülke çapında tanınan ünlü bir yazardır. Tanınmış yayımcı ve yazar N. A. Nekrasov’un cenaze töreninde konuşma onuru bile ona verilir. Petersburg Bilim ve Sanat Akademisi’nin edebiyat bölümüne seçilerek saygın bir konum kazanır.
Lakin onun için asıl dönüm noktası ise, 1880’de
şair A. Puşkin’in ölüm yıldönümünde anısı için dikilen heykelin açılış törenidir. Törende
Turgenyev dahil bütün büyük yazarlar bir aradadır. Herkes sırayla konuşma
yapar. Sıra Dostoyevski'ye geldiğinde ise, Rusya’nın insanlık
tarihindeki rolüne ilişkin öylesine etkileyici
ve bütünleştirici bir konuşma yapar ki, görüşleriyle, ağırbaşlı ve
seçkin dinleyici kitlesinin duygularını bile ayağa kaldırır (Batı Çıkmazı: Puşkin Üzerine Konuşma) Konuşma bittiğinde ise çevresindeki yazarlar etrafını sarıp
elini öpmeye çalışırlar. Hayatı boyunca borç para istediği ve bu nedenle küs
olduğu batı yanlısı Turgenyev bile gözyaşları içerisinde onu kucaklar. Halktan
"peygamber, peygamber" sesleri yükselir.
Artık ününün doruğundadır. Tüm Rusya onun arkasındadır ve sıranın kendilerine gelmesine rağmen hiçbir yazar, Dostoyevski'nin bu muhteşem söylevinin ardından bir şeyler söyleme cesareti gösteremez.
Lakin bütün bunlara karşın, Petersburg yakınlarında küçük bir tatil kasabası olan Staraya Russa’da karısı ve çocuklarıyla birlikte sakin bir yaşam sürmeyi yeğ tutar. Yürüyüş ve roman çalışmasıyla geçen buradaki düzenli yaşamı içinde, yazıcılığını üstlenen karısının yardımıyla son romanını yazar.
Dostoyevski’nin yazarlık yaşamı boyunca değindiği önemli temaların bir arada işlendiği bir roman olan Karamazov Kardeşler, çıkarcı ve şehvet düşkünü bir babanın, her biri ayrı annelerden olma dört oğlunun sevgi, nefret, günah ve tutkuları çerçevesinde sürüp giden bir inanç arayışını, Tanrı’ya ulaşma çabasını temel alır. Hıristiyanlık idealiyle özdeşleştirilen en küçük kardeş Alyoşa, yaşamın anlamından çok yaşamın kendisini sevmektedir. Dimitri de yaşamı sever, ama yaşamın anlamını kavramaktan uzak kalır. Yaşamdan çok yaşam anlamı üzerinde duran İvan, romanda en önemli yeri tutar. İvan’da görülen kararsız duyguların temelinde, insanoğlunun Tanrı ile evrensel mücadelesi yatmaktadır. Bir başkaldırıdan yola çıkarak sonunda Tanrı’nın yarattığı dünyaya karşı metafizik bir isyana varan Ivan, Dostoyevski’yi inanç arayışına yönelten “lanetlenmiş sorular” ile uğraşır. Bu temel sorunun yanıtı ise evrensel uyumdaki gize, akılla değil, yürek, duygu ve inançla erişilebileceğini belirten keşiş Zosima‘nın vaazıyla verilir.
Karamazov Kardeşler (1880)
"Yalnız,yaşamak değil
baylar, ölüm bile onurlu olmalı!"
"Hüküm vermek insanların
değil, Tanrının işidir."
"Bence cehennem,
sevememekten doğan bir acıdır."
''Bir çocuğun ölümünü
görmektense, dünyaya geliş biletimi iade etmek isterim.''
"Hayattan pek çok şey
öğrenen insanlar, neşeli ve masum kalamazlar."
"Toprağa düşen
bir buğday tanesi yok olmazsa, yalnızca bir buğday tanesi olarak kalır; ama yok
olursa, o zaman bereketli bir ürün doğurur. "
Huzurludur ve hayatı düzenindedir
artık. Ayrıca ünlü ve saygı duyulan bir isim olmuştur ancak hayatı boyunca
arzuladığı bu devasa başarının tadını sadece bir yıl alabilir. Bu dönem Zosima’nın
ilkelerini, Alyoşa’nın başkahraman olacağı bir dizi romanla somutlaştırmak ister
Dostoyevski. Lakin artık yolun sonuna gelmiştir. Karaciğerinde başlayan kanama
onu, aklındakileri hayata geçiremeden bu dünyadan alır. 28 Ocak 1881’de
hayatını kaybeden, Dostoyevski, ardında kocaman bir isim ve binlerce sayfalık
bir külliyat bırakır. Tabutunun arkasından ise 30
bin insan yürür. Bu, o zamana kadar Rusya'nın tanık olmadığı kadar büyük bir
kalabalıktır. Ama ufak bir sorun vardır. Çoğunluğu devrim yanlısı olan
üniversite öğrencileri ayaklarına zincir takıp tabutun arkasından yürümek
isterler. Amaçları, Dostoyevski'nin Sibirya'daki cezaevi günlerine atıfta
bulunmaktır. Çar ise tatsızlık istemediğinden seve seve (!) bu uğurlamaya razı
olur. Zaten çar da sadece birkaç hafta sonra bombalı bir suikast ile hayatını
kaybeder.
ESERLERİ
ROMANLAR
(1846)
Bednye lyudi; Türkçe yayım adı: İnsancıklar
(1846)
Dvojnik: Türkçe yayım adları: “İkiz,” “Öteki”
(1849) Netochka
Nezvanova; Türkçe yayım adı: Netochka Nezvanova
(1861)
Unizhennye i oskorblennye; Türkçe yayım adı: Ezilmiş ve Aşağılanmışlar
(1862)
Zapiski iz mertvogo doma; Türkçe yayım adı: Ölüler Evinden Anılar
(1864)
Zapiski iz podpolya; Türkçe yayım adı: Yeraltından Notlar
(1866)
Prestuplenie i nakazanie; Türkçe yayım adı: Suç ve Ceza
(1867)
Igrok; Türkçe yayım adı: Kumarbaz
(1869)
Idiot; Türkçe yayım adı: Budala
(1872) Besy;
Türkçe yayım adı: Ecinniler
(1875)
Podrostok; Türkçe yayım adı: Delikanlı
(1881)
Brat’ya Karamazovy; Türkçe yayım adı: Karamazov Kardeşler
KISA ÖYKÜLER
(1847) Roman v Devyati Pis’mah;
Türkçe yayım adı: Dokuz Mektupları Romanı
(1847) “Gospodin Prokharchin”;
Türkçe yayım adı: “Mr. Prokharçin”
(1847) “Hozyajka”; Türkçe yayım adı:
“Ev Sahibesi”
(1848) “Polzunkov”; Türkçe yayım
adı: “Polzunkov”
(1848) “Slaboe Serdze”; Türkçe yayım
adı: “Bir Yufka Yürekli”
(1848) “Chuzhaya Zhena i Muzh Pod Krovat’yu”;
Türkçe yayım adı: Kıskanç Koca
(1848) “Chestnyj Vor”; Türkçe yayım
adı: ” Namuslu Bir Hırsız
(1848) “Elka i Svad’ba”; Türkçe
yayım adı: ” Bir Noel Ağacı Ve Düğün
(1848) Belye Nochi; Türkçe yayım
adı: Beyaz Geceler
(1857) “Malen’kij Geroj” ; Türkçe
yayım adı: “Küçük Kahraman”
(1859) “Dyadyushkin Son”; Türkçe
yayım adı: “Amcanın Rüyası”
(1859) Selo Stepanchikovo i Yego Obitateli;
Türkçe yayım adı: Stepançikovo Köyü
(1862) “Skvernyj Anekdot” ; Türkçe
yayım adı: “Tatsız Bir Olay”
(1865) “Krokodil” ; Türkçe yayım
adı: “Timsah”
(1870) “Vechnyj Muzh” ; Türkçe yayım
adı: “Ebedi Koca”
(1873) “Bobok” ; Türkçe yayım adı:
“Bobok”
(1876) “Krotkaja” ; Türkçe yayım
adı: “Uysal Bir Ruh”
(1876) “Muzhik Marej” ; Türkçe yayım
adı: Köylü Marey
(1876) “Mal’chik u Hrista na Elke” ;
Türkçe yayım adı: Mesih’in Noel ağacı Boy de
(1877) “Son Mmeshnogo Cheloveka” ;
Türkçe yayım adı: “Bir Adamın Düşü”
DİĞER ESERLERİ
Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları
(1863)
Bir Yazarın Günlüğü (1873–1881)
GAZETE YAZILARINDAN BİRİ
“Bazı
insanları birkaç sözcükle tüm özellikleriyle tanımlamak neredeyse imkânsızdır.
Bunlar genellikle sıradan veya çoğunluk diye adlandırılan ve gerçekten de her
toplumda geneli oluşturan insanlardır. Edebiyatçılar romanlarında ve
öykülerinde toplumu bu tiplerini sanatkârca işleyerek onları çok değişik bir
kimlikle tanıtırlar. Oysa yazarların çizdiği bu tipler gerçek yaşamda pek kolay
rastlanılmadığı sanılan ancak temelde gerçekten de somut olan tiplerdir.
Mesela, Podkolesin’ne benzediklerini biliyorlardı. Fakat bu tipe böyle bir ad
verildiğini bilmiyorlardı. Gerçekten düğünden önce pencereden atlayarak kaçan
nişanlılara pek ender rastlanır. Çünkü her şey bir yana bunu herkes başaramaz.
Fakat yine de akıllı sağduyulu olan pek çok nişanlı evlenmeden önce kendini
Podkolesin gibi hissetmiştir. Bütün kocalar “Bunu sen istedin, Georges Dandin!”
diye bağıramaz hiç kuşkusuz. Fakat dünyadaki milyonlarca koca halaylarında ya
da belki hemen düğünlerinden sonra böyle yürekten kopan bir çığlık atmamıştır.
Kısaca bu sorun üzerinde uzun boylu durmadan söyleyeyim ki yaşam da bütün bu
tiplerin katıksız, saf olmayan türlerine her zaman her yerde rastlayabiliriz.
Bütün bu Podkolesinler ve Georges dandinler aslında gözümüzün önünde dolaşıp
duruyorlar. Ancak sulandırılmış, uysallaştırılmış olarak… Moliere’in yarattığı
Georges Dandin tipinin aynısına yaşamda da rastlanabileceğini söyleyerek edebiyat
dergilerindeki, eleştirilere benzemeye başlayan bu bölüme son verelim.
Bu
arada; karşımıza bir sorun çıkıyor. Tümüyle sıradan tipleri az çok ilginç
kişiler olarak göstermek isteyen romancılar ne yapmalıdırlar? Bunları öyküden
tümüyle çıkarmak olanaksızdır. Çünkü bu sıradan insanlar her an karşımıza
çıkmakta, olayların vazgeçilemez bir parçasını oluşturmaktadır. Onları
ayıklarsak eserin canlılığına zarar vermiş oluruz. Diğer yandan romanları
yalnızca tuhaf ve olağanüstü kişilerle doldurmakta pek geçeğe uygun
olmayacaktır. Bizim düşüncemize göre yazar ilgi uyandıran ayrıca yararlı
yönleri basitlik içinde de arayıp bulmalıdır. Örneğin sıradan kişilerin pek
çoğu sürekli olan hiç değişmeyen bir basitlik içinde yaşar. Bunlar günlük
sıradanlıktan çıkmak için harcarlarsa da çaresiz olarak yine aynı batağa
saplanırlar. O zaman biraz değer kazanırlar. Özgürlüğe hiç eğilimleri olmadığı
halde kalıplarının dışına taşmak isteyen pek yalın kişilerdir bunlar.
…
Gerçektende
zengin iyi bir aileden gelen çirkin ve aptal olmayan eğitim görmüş hatta iyi
yürekli bir kişi için tüm bunlara rağmen üzerinde durulacak bir niteliğe
özelliğe ve hatta hiçbir tuhaflığı kendine özgü düşünceye sahip olmamak tümüyle
herkes gibi olmak çok can sıkıcı şeydir. Serveti vardır ama Rothschild kadar
değildir. Saygı değer bir adı vardır ama ünlü değildir. İyi bir mevkii vardır
ama etkisi yoktur. İyi bir eğitim örmüştür ama bunu kullanamaz. Akıllıdır ama
kendilerine özgü düşüncelerden yoksundur. İyi kalplidir ama yüce gönüllü
değildir. Böyle insanlar sanıldığından çok daha fazladır dünyada. Bunlar da
bütün insanlar gibi iki sınıfa ayrılırlar. Zekâları vasat olanlar ve daha
akılılar. Birinciler daha mutludur. Orta halli sıradan bir adam için kendisini
olağanüstü kimseye benzemeyen bir adam olarak hayal etmek çok kolaydır. Genç
kızlarımızdan bazıları saçlarını kesip mavi gözlük takarak kişisel özelliklere
sahip olacağını sanır. Orta halli biri kalbinde biraz olsun insancıl ve iyi
duygular olduğunu sezerse hemen kendinden başkasını bunu duymayacağını toplum
gelişiminin üstünde olduğunu düşünür. Başka bir duygu ya da başı sonu belli
olmayan bir kitapta okuduklarının kendi kafasından çıkma ona özgü düşünceler
olduğuna inanır. Doğrusu bu safça küstahlığa şaşmamak elde değildir. Ne denli
gerçek gibi görünmese de buna sık sık rastlanır. Ahmakça saflığı ve bir ahmağın
kendine aşırı güvenini, Gogol; “Teğmen Pirogov” tipinde eşsiz bir biçimde
çizmiştir. Pirogov’un bir dahi, hatta dâhilerden bile üstün olduğuna kuşkusu
yoktur. Bu yüzden kendine hiç soru sormaz böyle bir şey onun için sorun olmaz.
Büyük yazar, okuyucularının zedelenen ahlak duygularını onarmak için sonunda
ona dayak atmak zorunda kalmıştır. Fakat kahramanın dayaktan sonra,
silkelenerek, canlanmak için hemen böbrek yemeye başladığını görünce, birden
cesaretini yitirmiş ve okuyucularını öyle bırakmıştır. Ben her zaman, Gogol’un,
büyük Pirogov’u küçük biri olarak göstermesine üzülmüşümdür. Çünkü Pirogov,
kendisi ile o kadar barışıktır ki, yıllar sonra kendisini omuzlarında
apoletleri kabaran bir komutan olarak düşünür. Bu hayale iyice kapılır. Ne
diyebilirim ki, rütbesi generalliğe ulaştıktan sonra neden gerçek bir birlik
komutanı olmasın! Böylelerinden pek çoğu, ileride savaş alanlarında korkunç
başarısızlığa uğramazlar mı? Edebiyatçılarımız, bilginlerimiz, sanatçılarımız
arasın da ne Pirogovlar vardır. Vardı diyorum, aslında şimdi de var ya…”
Çeviri: Lavinya Oz
BABAYA MEKTUP
"Benim aziz ve iyi Babam,
Oğlunun senden harçlık istemesi için sana başvurmasını bir fazlalık olarak kabul edebiliyor musun? Tanrı tanığım olsun ki, bu ne kişisel ihtiyaçlarım, ne de imkânsızlıkların sonucu. Herhangi bir şekilde seni nasıl soyabilirim? Onları sıkacağını bildiğim halde, kendi et ve kanıma bana bir iyilik etmelerini rica etmenin ne kadar buruk bir tadı var. Kendi kafam ve ellerim var. Özgür ve bağımsızım. Aslında senden bir kopek bile, istememem gerekir. Kendimi acı fakirliğime gömmem gerek. Ölüm yatağımdan bana destek olmanı istemekten utanmam gerek aslında. Olaylara bakacak olursan seni ancak gelecekle teselli edebilirim. Gelecek ki artık uzaklarda değil ve zaman seni gerçekleriyle ikna edecek.
Şu anda kelimenin tam mânâsı ile beni anlaman için sana yalvarıyorum sevgili babacığım. Hizmet etmekteyim, istesem de istemesem de en yakın çevremin zorunluluklarına uymam gerekiyor. Neden bir istisna olayım? Böylesine istisnai davranışlar genellikle en büyük hoşnutsuzluklardan doğmaktadır. Bunu şimdiden anlamış olman lâzım sevgili babacığım. Bunun için de insanlara gerektiği kadar karışmış durumdasın. Ve bundan dolayı lütfen söyleyeceğim şeylere önem ver: Askerî Akademinin her öğrencisinin, kamp hayatı en azından kırk Ruble'ye ihtiyaç gösteriyor. (Bunu babam olduğunuz için yazıyorum. ) Bu kırk Ruble'ye çay, şeker ve saire gibi ihtiyaçlar dahil değil. Rahatım için değil, ama en zaruri ihtiyaçlarım için bunlara sahip olmam gerekiyor. Yağmurda ve rutubette bezden bir çadırda yatmak gerektiği zaman, hele insan, böyle bir havada eğitimden üşümüş ve yorgun dönerse, bir bardak çaya ihtiyacı olacak kadar hasta olabilir ki, bu son yıllarda sık sık tecrübe ile başımdan geçmiştir. Senin sıkıntılarını da göz önünde tuttuğumdan ötürü, çay ve diğer şeylerden vazgeçip, senden sadece en zaruri ihtiyacım olan 16 Ruble'yi istiyorum. İki çift adi postal için. Tekrar ediyorum, kitaplar yazı malzemeleri, kâğıtlarım, çorap ve ayakkabılarım gibi eşyalarımı bir yerde muhafaza etmem gerekiyor. Bunun için bir sandığa ihtiyacını var. Zira kampta çadırdan başka hiç bir barınak yok. Yataklarımız kılıfsız üzerine çarşaf örtülmüş samandır. Şimdi sana soruyorum, sandığım olmazsa, nerede saklayabilirim eşyalarımı? Şunu bilmen gerekir ki, benim bir sandığımın olup olmaması Hazineyi ırgalamıyor. İmtihanlar yakında biteceği için artık kitaba ihtiyacım olmayacak. Bundan böyle giyimimle ilgilenecekleri için ayakkabı vesaire istemek zorunda kalmayacağım. Oysa boş vakitlerimi kitapsız nasıl geçirebilirim? Bize verilen postallar öylesine kötü ki, üç çifti, şehirde bile giyilecek olsa, altı aydan fazla dayanmıyor. (Burada gerekli ihtiyaçların bir listesi var.)
Son para havalenden 15 Ruble ayırdım. İşte görüyorsun sevgili Babacığım, en azından 25 Rubleye daha ihtiyacım var. Haziran başında kamp bitiyor. Eğer oğlunun bu acı ihtiyaçlarına destek olmak istiyorsan, Haziran'ın başında ona bu parayı gönder. Bu dileğimde ısrar etmeye cesaret edemiyorum: Fazla bir şey istediğim yok ama şükranım sınırsız olacaktır."
Fyodor
10 Mayıs, 1838
10 Mayıs, 1838
EDEBİ KİŞİLİĞİ
Dostoyevski,
yaşadığı dönemde, Tolstoy ve Turgenyev gibi çağdaşı sayılan öteki büyük
romancılardan farklı olarak, Batılı okurlarca henüz keşfedilmemiş –aslında
çevrilmeye değecek kadar önemsenmemiş– bir yazardır. O yıllarda Rus romanı
üzerine yazan bir Fransız eleştirmen, "Suç ve Ceza"yı
övmekle birlikte, Dostoyevski'yi daha sonra bu çapta bir yapıt veremeyen büyük
ve özgün bir yetenek olarak tanıtıyordu okurlarına. Buna göre Ecinniler/Cinler,
karışık, kötü kurulmuş, çoğu zaman gülünç ve anlaşılmaz kuramlarla dolu bir
kitap, Bir Yazarın Günlüğü, gerek çözümlemeye, gerekse
tartışmaya gelmeyen karanlık ilahiler, Karamazov Kardeşler ise,
pek az Rus'un sonuna dek okuyabilme yürekliliğini gösterdiği bitmek bilmez bir
öyküydü.
Dostoyevski'ye yönelen eleştiriler, yapıtlarının alışıldık biçimden yoksun olduğu, aynı romanda birkaç başkişinin birden yer aldığı, olayların çapraşıklığı ve bir türlü sonuçlanamayışı üzerineydi. Oysa sayılan kusurlarının tümü birer meziyet olarak kabul görüyor artık. Nietzsche, Kafka, A. Malraux, Wittgenstein, Bahtin, Faulkner, Hemingway, Sartre, Camus, Marquez gibi pek çok yazar ve düşünürün derinden etkilenmiş olduğu, bizzat kendileri tarafından dile getirilir. Modern edebiyatın tamamının Dostoyevski'nin ayak izlerini takip ettiği yolunda, oldukça eski ve erken bir saptama yapan Rus eleştirmenin öngörüsü fazlasıyla doğrulanmış görünüyor: “Dostoyevski çağdaş bir yazar olarak kalır. Zamanımız hiçbir biçimde, onun yapıtlarında ele aldığı meseleleri eskitemedi. Bizim için Dostoyevski üzerine konuşmak, hâlâ çağdaş yaşamımızın en acı veren ve en köklü problemleri üzerine konuşmayı ifade etmektedir.”
Ellili yaşlarında içine bazen bir karamsarlık ve ağırlık çöken Dostoyevski, bu durumu ikinci eşi Anna Grigoriyevna Snitkina’ya "Sanki bir suç işlemişim gibi bir çeşit sebepsiz hüzün ve keder içindeyim" diye açıklar. Ecinniler’de Stavrogin'i bir çocuğa tecavüz ettirmiş olması yüzünden de kendini hep suçlar.
Dostoyevski, kendi çocukluğunda, annesine acı çektirmesinden, sürekli sarhoş olmasından ve hizmetkârlara kötü davranmasından dolayı babasından nefret ediyordur. Eserlerinde kullandığı, kaderine boyun eğen ve uysal kadın örneğini kendi evinde; annesinde görür. Kadının alttan alması, erkeği daha da kızdırmaktan başka bir işe yaramayacağını görür. Çok duyarlı biri olan Dostoyevski, bu yüzden babasına kin besler. Babasının ölümünü haber aldığında, "Babamın ölümünde benim hiçbir suçum yok, ama bu öldürmenin kefaretini ödemeye hazırım, çünkü içimden onu öldürmek geçiyordu" diyerek Karamazov Kardeşler adlı romanında yer alan Dimitri Karamazov'un tepkisinin benzerini gösterir. Dostoyevski, babasının ölümünü istediğini düşünerek depresyona girer.
Çocukluğunda yaşadıkları ve anne-baba figürü onun kişiliğini de belirlemiştir. Bu konuya biraz daha geniş perspektiften bakmalıyız. Kumar ve kadınlara karşı aşırı düşkünlüğü onu sürekli olarak maddi sıkıntılara sokar. Freud, Dostoyevski'nin kumara düşkünlüğünü onun doğuştan gelen patolojik kendini cezalandırma arzusunun ifadesi olarak değerlendirir. Kumar alışkanlığına o kadar çok bağlanır ki; belli bir süreden sonra para kazanmaktan ziyade kumar oynamak için kumar oynar hale gelir. Mesela hayalindeki Avrupa ziyaretlerinde bile ne Michalengelo yapıtlarıyla bezeli ünlü Sistine Şapeline ne de herhangi bir sanat yapıtına kumar kadar ilgi göstermez. Sürekli olarak borçlu hale gelir ve hatta karısının eşyalarını satıp, onları bile kumara harcar. Yazının ilgili kısımlarında da değindimiz gibi birçok defa bundan dolayı Rusya’dan kaçmak zorunda kalır. Avrupalı okurlar tarafından Tolstoy ve Turgenyev kadar tanınmıyor olmasına rağmen, borçlarından ötürü bankacıların hepsi onu tanır. Kadınlara düşkünlüğü ve şehvetine olan esareti de bilinir. Sibirya'da zorunlu askerlik yaptığı yıllarda evli kadınları ayartmakla uğraşır ve bir tanesinde(ilgili kısımda değindiğim gibi) başarılı da olur. Daha da vahimi, rahatsızlığı nedeniyle kaplıcalarda kaldığı bir dönemde ise çocuk yaşta bir kızla ilişkiye girer. Üstelik bunu da ortamlarda yargılayıcı bakışları umursamadan övünerek anlatır.
Aynı
zamanda şovenist ve koyu Ortadokstur. Ruslar dışındaki herkesten nefret eder.
Bunu da çekinmeden dile getirir. Hatta Avrupa'yı ancak Rusların
kurtarabileceği, İsa'nın Rus olduğu gibi uç iddiaları vardır. Ayrıca Türklere
nefreti de meşhurdur ve Karamazov Kardeşler de bunu açıkça yazar. Lakin politik
sebeplerden ötürü ya sansürlenir ya da tamamen silinir bu kısım.
“Bu arada,
geçenlerde Moskova’da karşılaştığım bir Bulgar, genel bir Slav ayaklanmasından
korkan Türkler’in ve Çerkezler’in tüm Bulgaristan boyunca yaptıkları zalimlikleri
anlattı. Köyleri yakıyor, öldürüyor, kadın ve çocuklara tecavüz ediyor,
esirlerini kulaklarından siper kazıklarına çiviliyor, sabaha kadar öylece
bırakıp sonra da asıyorlar—akıl almaz her türlü zalimlik. İnsanlar bazen insan
vahşetini ‘hayvani’ diye tarif eder, ama bu hayvanlara karşı büyük bir
haksızlık ve hakaret; bir hayvan asla bir insan kadar vahşi olamaz, o kadar
maharetle, o kadar sanatkârane bir şekilde vahşi olamaz. Kaplan sadece ısırıp
parçalar, bütün yapabileceği budur. İnsanları kulaklarından çivilemek,
yapabilseydi bile, asla aklına düşmezdi. Bu Türkler ise çocuklara zulmetmekten
zevk alıyorlar—ana rahmindeki bebekleri hançerle kesip almaktan, kundaktaki
bebekleri havaya atıp annelerinin gözü önünde süngü ucuyla yakalamaya kadar her
şeyi yapıyorlar. Bunu annelerinin gözü önünde yapmak asıl zevk aldıkları şey.
Ama Bulgar’ın bana anlattıkları arasında şu sahne özellikle ilgimi çekti.
Kollarında bebeğiyle, Türkler arasında çembere alınmış, titreyen bir anneyi
gözünün önüne getir. Türkler eğlenceli bir oyun icat ediyorlar; bebeği okşuyor,
gülsün diye kendileri gülüyorlar. Sonunda istedikleri oluyor ve bebek gülüyor.
Tam o anda Türkler’den biri silahını bebeğe doğrultup, yüzünden on santim
mesafede tutuyor. Bebek sevinçle kıkırdayıp parlayan silahı minik elleriyle
yakalamaya çalışıyor ve sanatkâr aniden silahı dosdoğru bebeğin yüzüne sıkıp
minik başını paramparça ediyor. Sanatkârane, değil mi? Bu arada, Türkler’in
tatlı şeyleri çok sevdiklerinisöylerler...” (http://www.haber7.com/kultur/haber/207040-dostoyevski-boyle-sansurlendi)* Ayrıca "İstanbul elbet bir gün Rus şehri olacaktır"
ve "Ayasofya'ya haç takılmalıdır" gibi sözleri de mevcuttur.
Lakin
bu uç fikirlerine ve inançlarına rağmen yalaka ve riyakâr kişiliğe sahiptir. Sadece
birkaç ruble için bile bir mektubunda beş defa İsa'nın adını verir. Para için
tüm haysiyetini ayaklar altına almaktan çekinmez. Nitekim kendisinden nefret eden Turgenyev’e, sırf zengin olduğu için, methiyelerle
dolu mektuplar yazar ve mektup sonlarında hep borç para ister. Döneminin ünlü
eleştirmenlerinden Strahov'a göre ise, Dostoyevski aşırı kıskanç, zekâsı
olmasa acınacak ve alaya alınacak bir adamdı. Adiliklere pek düşkündü ve bunu
iftiharla söylemekten çekinmezdi. Hatta ona göre, Yeraltından Notlar’da Dostoyevski,
aslında kendini anlatıyordu.
Bütün
bunlarda baba figürünün bence etkisi çoktur. Baskılanması ve değer görmemesi;
özgüvensiz ve tutarsız bir kişiliğini ortaya çıkarmıştır. Baba figürü olarak
Kafka ile, sonrasında ortaya çıkan karakter yapısı olarak da Necip Fazıl ile
benzeşir.
Romanlarında sıklıkla fantazya, gerilim, cinayet, korku gibi temaları kullanır. Gogol, Hoffmann, Schiller, Goethe, Shakespeare, Balzac ve Dickens en sevdiği yazarlardı. Dostoyevski’de bu yazarların izlerini açıkça görebiliriz. Bir de ayrıca değinmek gerekir ki, Dostoyevski’de hayattan tiksinme, bulantı vardır. Eserlerinin dünyası karanlıktır ve kısır döngü içindeki insanlar vardır. Onun için var olmak özden önce gelen hakikattir. Bundan ötürü bütün maddî ve manevî fakirliğine ve sara nöbetlerine rağmen yaşadığı korkunç yıllar Dostoyevski’nin dini ve mahkûmlardaki gönül zenginliğini, yani “sert kabuğun içindeki altın” keşfetmesini sağlar.
Andre
Gide, Ezilenler adlı romanın, aşağılanışın insanı
cehennemlik ettiği, alçak gönüllüğünse kutsallaştırdığı fikriyle dolu olduğunu
söyler. George Steiner ise Charles Dickensvari bir havanın olduğunu
söylediği Ezilenlerde bulunan temanın Ebedî Koca’da,
Ecinniler’de ve Karamazov Kardeşler’de da yer aldığını söyler.
Nicholas Berdyaev, Dostoyevski'nin bütün yaratıcı gücünü insana ve insanın
kaderi temasına adadığını, bunun da onu ölümsüz kılmaya yettiğini belirtir.
Suç ve Ceza’yı 1858 yılında yazmaya başlar. Bu eserinde ahlak kavramını ve siyaseti harmanlar. Dostoyevski, bu romanda sadece Rus halkını değil, tüm insanlığı tehdit eden bir kısır döngüden kurtulmanın gerçekleşebileceğini vurgular. Yazar, John Stuart Mill'in ekonomik refah için bireysel bencilleşmeyi öneren kuramını Semyon Zaharoviç Marmeladov'un ağzından eleştirir.
Dostoyevski, düşünce ve sanat deneyimini ise sürekli olarak arttırır. Tanrı'dan, ateizmden, kötülükten, özgürlükten söz eden roman karakterleri, gerçekte aynı bilincin farklı anları gibidir. Bu karakterler aracılığıyla Dostoyevski, cinleri ruhundan uzaklaştırır. Bakış açısı değişmekle beraber eserleri, gerçeğin hep aynı coşkulu ve acı veren arayışı içerisindedir.
Dostoyevski, günümüzde en çok okunan 19. yüzyıl yazarları arasında yer alır. Batılı ülkelerin edebiyat ve düşün yaşamında önemli bir rol figürüdür ve özellikle varoluşçuluğun ve post modern edebiyatın temel kaynaklarından biri sayılır. Yapıtlarının birçok tanınmış Sovyet romancısını etkilediği de söylenebilir. Bunun nedeni, belki de yapıtlarında iki dünya savaşı arasındaki kuşağı rahatsız eden ahlaksal, dinsel ve siyasal sorunları etkileyici bir biçimde dile getirmiş olmasıdır. Ülkesinin aksine dünyadaki itibarı, psikoloji biliminin gelişmesiyle paralellik göstermiştir. Zira bu alanda derinlere inildikçe, aslında Dostoyevski'nin yapıtlarının zaten oralarda bir yerde gezintiye çıktığı fark edilmiştir. Kendisini dengesizliğe kadar sürükleyen gerilimlerden kurtulmayı bilen ve dış dünyadan kopan benliğinin parçalanışını kendisi çözümleyen yazarın eserlerindeki en zengin psikolojik temalardan biri de işte bu çift kişiliklilik (ikileşme) temasıdır. Özellikle Freud ve Nietzsche'nin Dostoyevski övgüleri, dünya savaşları nedeniyle tanrı ve insanoğlunun erdeminin sorgulanması, varoluşçuların ve ekspresyonistlerin ortaya çıkışları bu itibarın artmasında hep pozitif etkilerde bulunmuştur. O romancıların belki en kusursuzu değil, ama şüphesiz en etkileyicisidir. Roman tekniğinde çeşitli sorunları vardır; ama insanoğlunu en iyi anlatan da ondan başkası değildir.
"Dostlar korkmayın hayattan! Her şeyden önce
hayatı sevmeyi öğrenmemiz gerekir. Hayat, bizi çevreleyen dünyada değil, kendi
içimizdedir. Etrafı insanlarla çevrili bir insan olmak, durum ne olursa olsun
hep insan kalmak, zayıf düşmemek, yere yıkılmamak…
Hayat budur işte! Hayatın gerçek manası budur!"
Hayat budur işte! Hayatın gerçek manası budur!"
Ne kadar güzel anlatmışsın. Başta gözüm korktu biraz ne kadar uzun diye :)) amaa bir çırpıda okudum. Ders alınması gereken bir hayatı var. Eline sağlık :)
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim, beğenmene sevindim. Sevgiler :)
SilEmeğine, kalemine sağlık Emre'ciğim. Ben de yıllar önce biyografisini okumuştum ve bu senin yazdığın idamdan son anda kurtulma olayını okurken şoke olmuştum, hele o hapisaneyi tasvir ettiği satırları hiç unutmam:( çocukken ayyaş baba yüzünden ve gerek sonraki o hapis yılları çok acı çekmiş, çok acı çekenler ve aynı zamanda çok okuyanlar sanırım çok mükemmel yazar oluyorlar.
YanıtlaSilAcılar ve yalnızlık insanın kendisini bulmasını sağlıyor ve kitaplar da insana nasıl yalnız yaşanacağını öğretiyor.
SilTeşekkür ederim Müjde Ablacığım, sevgilerimle :)
süper yazı olmuş yaa. ne hayat yaşamış değil mi ama. zor yaşam ama yazmış. herhalde bir deha bu adam. kumar borçlarını ödemek için yazmış. biraz da deli. yeraltından notlar nasıl bir roman ya müthiş. ama en önemlisi yine de suç ve ceza ile karamozov. dostoyevski karmaşık ve yorucu bir yazar. ben tolstoyu yeğliyorum amaaa :)
YanıtlaSilTolstoy ha :) Deli, dahi ve kumarbaz işte Dostoyevski :) Teşekkürler yorum için sevgili blogger Queen :)
SilEmreciğim emeğine sağlık, Dostoyevski çok önemli bir yazar. Hayatı da çok ilgi çekici. Sen eserlerini hayatıyla birlikte öyle güzel kronolojik bir şekilde sıralamışsın ki ayrı bir şaheser çıkmış ortaya :)
YanıtlaSilÇok, çok teşekkür ederim. Zarif, ince düşünceli ve ayrıca gurur verici bir yorum oldu benim için :) Sevgilerimle :)
SilBiraz uzun bir yazı gibi gözükse de önemli bilgiler içeriyor.Emeğine sağlık :)
YanıtlaSilTeşekkür ederim, sevgiler :)
SilEmre müthişsin! Tam bir başvuru yazısı olmuş, Dostoyevski gibi büyük bir yazar hakkında böylesine detaylı bir yazı hazırladığın için seni tebrik ederim, ara ara dönüp okunacak bir yazı olmuş, eline sağlık, sevgiler:)
YanıtlaSilAslında amacım tam olarak buydu. Bilgi kirliliğine ve yanlışlığına karşı tek noktada
Silve düzenli olursa, daha kolay ulaşılır bilgiye.
Teşekkür ederim inceliğin için, sevgiler :)
Dostoyevski okumayı seviyorum ve hayatını harika anlatmışsın, kalemine sağlık :)) Yazardan sadece Suç ve Ceza, Beyaz Geceler, Ezilenler ve Budala'nın ilk cildini okudum -çevirisini beğenmeyince başka yayınevinden almak üzere bırakmıştım-. Bu kitaplarını lisedeyken okumuştum, okumadıklarımla yola devam etmeliyim :))
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim, emin ol her kitabı ayrı bir dünyadır. Sevgilerimle :)
Sil“Beklemeyi bilen amacına ulaşır.” çok sevdiğim bir söz.Teşekkürler güzel yazı için.
YanıtlaSilAsıl ben teşekkür ederim, sevgiler :)
SilTam anlamıyla mükemmel bir bilgilendirme. Okurken uzunluğunu unutup gittim bir anda. Tebrik ederim böylesine bir yazı yazıp bizleri bilgilendirdiğin için. Emeğine kalemine sağlık.
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim Özlemciğim, sevgiler :)
SilDostoyevski eserlerini ana dilinde okuyanlara gıpta ile bakıyorum. Çevirileri bile bu kadar güzelken, ana dilinde vermiş oldu hissiyatı düşünemiyorum. Rus edebiyatını severim. Dostoyevski ve Tolstoy'un eserler okunmalı ve özümsenmelidir.
YanıtlaSilDershanede Edebiyat dersimize giren hocamız Rusça'dan okumuştu. Söylediğine göre, çeviri orjinalinin yanında çok zayıf kalıyormuş. Ben de merak ederim o günden beri. Sevgiler :)
Sil