Cafe Terrace at Night - Vincent Van Gogh(1888)
"Yalnızlık iptilasına müptela olanlar,
hayal kırıklarından hayatlar inşa ederler."
hayal kırıklarından hayatlar inşa ederler."
Doğan her gün, geceye saplanan bir
bıçak gibi deşiyordu ufku boydan boya. Sanki zamanın kıyısında, yolunu
kaybetmiş birer gezgin beni arıyordu. Geceye yol alırken bir gece sonbaharın
kasvetli havasından olsa gerek, bu sözler geçti ansızın aklımın izbe
köşelerinden. Her gün yayınevine giderken yaptığım yolculuklarda kalçamı dümdüz
eden rahatsız koltukta zor da olsa hayatı gözlemleme imkânına sahip olurdum. Çünkü
bu seyahatler hayata dair bir nevi panorama görevi üstlenirdi. Buna mukabil
hayatı izlerken de her detayı yakalayabilir insan. İç sesimle münakaşalarıma
karşılık yaşama dair izlenimler edinmek, farklı yaşamlara açılan pencereler
keşfetmemi sağlardı. Sonbaharın dehşetengiz güzelliğine dalıp gider, gri renge
çalan gökyüzü ile kahverengi zeminin ritüelini izlerdim. Yağmur damlalarının
ağır aksak ilerleyen otobüsün camlarında ortaya çıkardığı tınıyla, kaldırım taşlarının
kahverengine dönüşen örtüsünü seyretmenin hazzı gibi. Çekici ve kışkırtıcı bir
mevsimdir Sonbahar. İşlemeli giysisi, zarif bedeninde şuh bir edayla sergiler
görkemini. İnsanın bu raksın karşısında tükenen her an’ı, anı hazinesindeki
yerini itinayla alırdı.
Karşımda oturan kadının güzelliği,
saçlarını düzeltirken daha da aşikar ediyordu kendini. Uzun kumral saçlarına
eşlik edercesine, çevresinde oluşan hayran bakışları sezebiliyordum. Oluşan bu
mizansenin, karakterler dahilinde oluştuğunu anlamak zor değildi. Kadın,
erkekler ve ben. Kadınların bilmezlikten geldiği bir oyun hatta hayata dair
ince hesaplarından biriydi bu. Onca insanın arasında, herkesten bir parça ilgi
çalar ve bunu farkederek kendini tatmin ederlerdi. Ama bilinenin aksine
görünenin ardında saklı kalanlardır asıl, görüneni ilgi çekici kılan. Bilinmeyenin
kışkırtıcı bir çekiciliği vardır, insanın merak duygusu öyle pis nefislidir ki,
merak kendini besler ve kanserli hücre gibi kuşatır aklı.
Yapılan her yolculuk insanın kendi
iç dünyasına da dönüşü olurdu anlaşıldığı üzere. Mesela ilk aşık olduğumda,
merak ile korkunun kuşatmasında kalmıştım. Kadınların çoklu bilinmeyen, benim
ise başarısız bir öğrenci olduğum gerçeği, her daim kendimi kısıtlamama sebep
olmuştu. Don Juan[1] ile
Quasimodo[2]
arasında gelgitler yaşamam da bundan mıdır?
Oysa sonbaharın her köşesinde ayrı
bir his biriktiriyor insan. Bir şarkı tutturuyor ve parçaları alıp, yeniden
hatırlıyor. Kimileri"Kendinden kopan insanların, kaybedecek şeyleri yoktur."
derler. Halbuki yalnız insanların, kendi içerlerinde saklı mabetleri vardır.
Dört başı mahmur demokrasiler ilan ettikleri. Ki bu mütemadi kakofoninin dahi
içinden, senfonik ezgiler doğar durur, yalnızlık şehrinin notalarında gezinen
aklım.
“içimde solgun bir acele,
yalnızlıkla sınanıyorsun buralarda
sınandıkça büyüyor
büyüdükçe
kopuyorsun hayattan.”
Kendi iç ülkesinin huzurlu
çimenlerine uzanıp şarkılar söyleyen her bedevi ruh gökyüzünü seyre dalıyor.
Mavinin binlerce tonuna koynunu açıyor. Bulutları kahvesine krema niyetine
karıştırıp, evreni seyre dalıyor. Bir vuslat anı gibi, sayılı zamanın en
mukaddes dilimi.
Kendinden öncesinin ve hatta
kendinden öndekinin taklididir hayat. Maddenin tekerrür edişi ya da maddeye
insanın bahşettiği anlam budur. Yüzlerce insan arasında, yüzlerce yaşam
hikayesi çıkar ama yüzlerce farklı yorum çıkmaz olur. Veba[3] salgını gibi yayılır, durdurulamaz cehalet. Belki de madde değişiyor ama ben sabit kalıyorum. Bedenim akışı yorumluyor ve
beni senaryosu muamma bir oyuna hazırlıyor. Benliğimi ve yaşantımı kostüm
olarak giyip sahne alıyorum. Oyunlarla yaşıyorum ve perdeler ardında
mütemadiyen ölmeye devam ediyorum.
Yaklaşık bir saatlik yolculuğun
sonunda Kemal durağına varınca aheste adımlarla önünde sıralanan kalabalığı
aşarak, zorla da olsa kendini dışarı atmayı başardı. Otobüs hemen ardından o
bilindik sesiyle kalkıp yoluna devam etti. Akşam olmuştu ve çevreyi gecenin
ürpertici sessizliği kaplamıştı. Sokak lambaları sokağın bir yanını aydınlatmış,
diğer yanına ilgi uyandırıcı bir giz katmıştı. Az evvel yağan yağmur ise
kaldırım kenarına özensizce ekilen ağaçların diplerinde bulunan toprak
parçasının kokusunu tüm sokağa yaymıştı. Beton mezarlığının ortasında bu koku
sanki insanlığın asırlardır aradığı bir düşten izler taşıyordu. Bu kokunun
esaretinde eve doğru yol aldı. Dik bir yokuştu tırmandığı ve Asaf şiirleri
gibi, hep kendini bildiği yere varırdı. Ahşap binalar ve eski İstanbul’un o
yoğun dokusu. Eskiden burada beyler, paşalar ikamet edermiş. Asırlarca nice
padişah, sadrazam buralarda erk kavgası yürütmüş. Lakin şimdi o asaletten, geriye
köhneliğinin haricinde pek bir şey kalmamıştı.
Sokakların dokusuna ilmik ilmik işlenen kaderin, insanlara da bulaştığını söylerler. ‘Coğrafya kaderdir’ der mesela
İbn-i Haldun, şu karşımda eriyen konakların önünden her geçtiğimde kaderime mi
söveyim? Beni ben yapan, benim irademde olmayan bunca şeyken, beni ben olduğum
için yargılamak, ne kadar akla yatkın? Ya da Arnavut taşlarıyla döşenmiş ara
sokakların, Fransız icadı asfalt caddelere uzanması, milli şuura haiz midir? Su oluklarının içinden tarih aktığı bu
sokaklarda, yıpranmışlığın aslında yaşanmışlık sayılması belki de romantizmden
ibarettir, kim bilir? Tarihe hayran olmak ile nekrofili arasında geçişler
yaşayan pamuk kalpli insanların işi, ölülerin kemikleri sızlatıp, kulaklarını
çınlatmaktan ibaret değil miydi?
Fakat Kemal, yine de kültürüne ve
geçmişine bağlı olmayı tercih ederdi. Örneğin; sokağında bakkal dükkânı vardı
halen uğradığı, çocukluğu bu dükkânın duvarlarını ezber etmekle geçmiştir.
Çıraklık yaptığı yıllardan da aşinalığı vardır, insanına ve dokusuna. İhsan
Dayıdır bakkalın sahibi, mahallenin hayatına ve bakkalcılık kariyerine on puan
verilmeli diye düşünürdü muzırca. Çünkü bu rutubetli dükkân aynı zamanda
mahallenin haber alma teşkilatının da merkez üssüydü. Kuralcıydı ve jeopolitik
esaslara göre etkinliğini yürütmekteydi daima. BM(Birleşmiş Milletler) görse,
kesinlikle mahalleye gıybet elçisi olarak atardı.
Dükkâna girmeden ceketini ve
kravatını düzeltti. Pantolonunda ki çamur izlerini de o an fark etti. İrkildi
ve adeta yerinden sıçradı. Kedi gibi kabarmış tüyleri de olsa tamamdı fotoğraf.
Dışarıdan ona bakan, aşırı tepki verdiğini düşünürdü sanırım. Oysa ki bu tavır,
iptidai bir alışkanlıktan ötesi değildi.
Alelacele sildi pantolonunu ve ayakkabısının çamurunu da paspas ile
temizleyerek içeri girdi.
Yoğurt ve ekmek almak amacıyla dolaplara seri adımlarla yöneldi ama aklı her zaman ki gibi bambaşka fikirlere mekkâreydi. Küçük Esnaf, büyük dertler. Klasik Mahalle Bakkalının Markete geçiş sürecini
yaşayan bir yerdi burası. Ya Market olursun ya da hiç! Sloganıyla başlayan
değişim sürecinin izlerini görmek mümkündü dört bir yanda. Market olmanın
getirdiği refah ve huzur ile doğru orantılı olarak ürün sayısında da bir artış
olmuştu. Ürün portföyü önceden daha dar ve direkt olarak hizmete yönelikken, bu
değişim sürecine müteakiben lüks tüketim unsurları ön plana çıkmaya başladı.
Hani ara renkler ve tonları (sadece kadınların bildiği) vardır ya, işte tam
olarak öyle bir geçiş süreci. Fakat içerisinde bulunulan mekânlar bu konuda
sorunlar baş gösterirdi. Gönül uçsuz bucaksız koridorlar ve sayısız seçeneği
isterken, yetersiz depolama alanı buna müsaade etmezdi. Organik gelişme
sınırlarına dayanınca ise bu durum ortaya büyüme sorunları yaşayan işletmeler çıkarırdı.
-Nasılsın Ahmet oğlum? İhsan Dayı
insanlara, ya haber alacağı ya da yerine göre haber ileteceği noktalar olarak
bakardı. O noktalar arasında bir tel gibi uzanır ve sürekli SOS verirdi. Mahallenin
ilk sakinlerinden olmasıyla herkesçe bilinir. Tombul suratı ve sürekli ter
içinde suratıyla, sevimli bir insan izlenimi uyandırırdı. Terlerini sildiği
mendil, Mustafa Keservari bir özdeleşmeyle ona karakterize bir nitelik de
kazandırmıştı ayrıca. Gelgelelim, o koca bıyığının ardında tuttukları ya da
tutamadıkları, nice sorunlara da yol açardı. Daha geçenlerde Manav Rüstem’in kızının
tüm şeceresini öyle bir ortaya döktü ki, tüm mahalle haftalarca manşetten
konuştu.
Kendi dünyasıyla, herkesin müşterek dünyası arasında köprüyü, bilgi aktarımını üstlenerek kurmuştu. Sosyal kimliği,
başka hayatlardan besleniyordu. Konak canlı gibi, konduğu yerden mahalleyi
gözlüyordu. İletişim etiği üzerine ne denli bilgisi olduğunu düşünürdüm bazen.
Safiyane görünüşün ardında ne çıkar merak ederdim. Bu konuda okumadığı belliydi
ama alaylı mıydı acaba? Pardon, ne dedin? Hayır, alaycı olan benim.
***
Eve ne zaman geldiğimi ve üstümü ne
zaman değiştirdiğimi, hatırlamıyorum bile. Lakin eve varmak, çölde vaha bulmak
gibiydi. Bedenimde 30 yıl boyunca müşterek yaşaya geldiğim disconnectus-erectus
bu anlarda gün yüzüne çıktı. Takım elbise ve kravat ile kaymak tabakaya mensup
burjuva bir herifken, takribi beş dakika içinde göbeğini kaşıyan adama geçişimi
sosyologların incelemesi durumunda ortaya nasıl bir sonuç çıkacağını merak
ediyorum. Nice göbekli ve kel uzman ağabeyimden bu konuda bilirkişi raporu
düzenlemelerini önemle rica ediyorum.
Yemek yerken içten içe kendisiyle
alay ederdi, bunu severdi. Lüks masalarda ve salonlarda bulunduğunu hayal eder,
kedisine ‘mösyö cingöz’ olarak hitap ederdi. Cingöz ise önceleri ilgiyle izler
ama sıkılınca gider bir köşede uyuklardı. Evi büyüktü aslında ama Kemal sadece
küçük bir kısmını kullanırdı. Evde bulunmayı sadece yazmak ve okumak için tercih ederdi. Bu koca hiçliğin içini, kendi hayalleriyle doldururdu, doldurmalıydı.
Ahşap işlemeli masası, sandalyesi ve tepesinde gezinen kedisi ile durağını
arardı.
Nerede duracağını ve nerede
başlayacağını nasıl anlar insan? Oysa ben sorularla yaşıyorum. Aynaya
baktığımda gördüğüm o surete bürünmek için harcadığım vakit ne için? Aynalar
suretimin, yazdıklarım ise, düşündüklerimin çarpık birer yansıması değil
mi? Karanlık, zifiri tokatlar atıyor
suratıma ve dehşetengiz tekmeler sıralıyor ardı ardına. Bu neyin coşkusu, neden
bekliyorum öylece? Bu sessizlik sağır ediyor, bu karanlık ise kör. Yalnızlık
paylaşılmıyor ama insan yeterince uzun bir zaman yalnız kalınca, yalnızlığıyla
bir şeyler paylaşmaya başlıyor. Benim de tek fedakârlığım kendime bahşettiğim
yalnızlığım oluyor.
Oysa bir gün bir ömür gibidir
derdin. Sabahleyin güneşin doğmasıyla başlardın yaşamaya ve geceleyin çoktan
tükenmiş olurdun. Peki, geceleri yaşayan biz, bizler birer ölüyüz ve
bedenlerimiz ışığı soğuran birer kabuk parçasından ibaret. Öylece çiğnenmiş ve
atılıverilmiş kenara. Artık önemi kalmayan, kullanılması mümkün olmayan atık
birer zafer nişanesi gibi. Bu varlığı alın benden, yokluğa alışmalıyım tez
elden. Açtı okudu saatlerce, düşündükçe madenci gibi kazdı cümleleri.
Sabah iş yerinde, aynı ruhsuzluğa
seyirci kalmıştı. Yolda ve sigarasını içerken kapıda, aynı mide bulantısı ile
tiksinmişti. Zararı yok, zararı kendineydi. Ofisinde izlediği anların,
sakladığı anılar ve söyleyemediği sözlerin arasındaydı. Oysa seslense, yüz kişi
duyardı. Öğlen yemeğine kadar rutin işleri yaptığı ve sırası gelince kalabalığa
katıldığı o mutlak tekerrür. Yürüdüler sırayla, yürüdüler uygun adımlarla. Bembeyaz
duvarlar, zemin ve ifadesiz yüzler. İçimizde ölüm var, içimizde ölme temayülü
var. Yüzümüzde okunan izleri, kimseler bilmiyor.
Aldı yemeğini ve oturdu masaya, sessizlikte yavaşça başladı. Ahmet geldi dokundu omzuna, ürperdi. Oysa kaç
defa, bu hareketleri sevmediğini söylemişti. Samimiyetinden olsa gerek, Ahmet’i
kıracağından ürker, üsteleyemezdi.
-Kemalim, afiyet olsun. Nasılsın? Sorulara aşinayım oysa ama sorulara cevap bulmaktan imtina ederim. Başını
sallayabildi sadece ve yüzünden gölge misali bir tebessüm geçiverdi. Ahmet,
dedikodular ve bol nidalı sözler etti, Kemal ise dinlermiş gibi göründü. ‘Dinlemiyorum
seni Ahmet, gider misin bir zahmet.’ Diyemedi ve yemeğini yemeye devam etti. Kadınlar,
erkekler ve bitmez tükenmez konuşmalar. Şehvetle ihtirası almışlar, plaza
dili ile harman edip ortaya bu mekanları çıkarmışlar. Flörtöz konuşmaların
sıradanlaşmasının sebebi, kimliklerin cinsel arzuları tatmin noktasında etiket
unsur haline gelmesi miydi?
Erkekler konumları ve güçleri,
kadınlar ise kalçaları ve işveleriyle, elde ediyorlardı arzularını tatmin imkanını.
Gören gözden kaçmayan hakikat, zihnin işlediği her şeyi neden
sıradanlaştırıyordu? Oysa onların içinde olup, birkaç kadının ıslanmasına sebep
olmak, bana da cazip gelebilirdi ama ağzının suyunu toplaması gerekenleri
gördükçe, terden ıslanan şakaklarımda kızgın damarlar kalp gibi atıyordu.
[1]
Kökeni halk efsanelerine dayanan
ve çapkınlığı simgeleyen edebiyat kahramanıdır.
[2]
Victor Hugo romanı Notre Dame'ın
Kamburunun ana karakteri.
[3]Veba, Albert Camus'nün 1947 yılında yayınlanan romanıdır. Camus, romanda, Cezayir'deki Oran şehrinde yaşanan veba salgınını çeşitli satırarası okumaları ile anlamlandırılacak şekilde anlatmıştır.(Vikipedi)
Yalnızlık Atlası'nı ilk bölümünden çok beğendim, tasvirler, anlatım dile gayet güzel, sıkmıyor, bakkalın dedikoduculuğu, market - bakkal kıyaslaması, eski- yeni kıyaslaması güzeldi, Kemal bakalım ne yapacak? İçinden gelen şeyler sırf karşındakini kırmamak için söylememesi hepimizin sıkça yaptığı bir şey...eline sağlık:)devamını merakla bekliyorum.:)
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim Müjde Abla, beğenmene çok sevindim, sevgiler :)
Sil"Kendinden öncesinin ve hatta kendinden öndekinin taklididir hayat." cümlesi özetliyor benim için her şeyi, her anlatılanı; kısaca yaşamı.
YanıtlaSilkaleminize sağlık zevkle okudum. :)
Çok teşekkür ederim efendim, sevgiler :)
SilKalemine sağlık Emre. Zevkle okudum. "insanın merak duygusu öyle pis nefislidir ki, merak kendini besler ve kanserli hücre gibi kuşatır aklı." ne güzel bir söz.
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim Yasemin Hanım, sevgiler :)
SilKeyifle okudum, kaleminize sağlık :)
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim Esra Hanım, sevgiler :)
SilEmre gerçekten tebrik ederim, çok güzeldi, devamını bekleriz, sevgiler:)
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim Erencim, sevgiler :)
SilÇok keyifli...
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim, sevgiler :)
Silhımms arada ince göndermeler vardı açıklamışsın bazılarınıııı. napcak bu kemal bakalım. bak sen soyut düşünsel yazmayı seviyon. konu sanki ahmet hamdi gibi stilse oğuz atayvari gibi. zaten yazıyon da sen bak romana yatkınsın işte yaz bir roman bir ara. kitap zamanın gelmiş senin :)
YanıtlaSilKitap olacak evet ama senden özellikle Tanpınar ve Oğuz Atay benzetmesi almak sevindirdi, teşekkür ederim dostum :)
SilKaleminize sağlık. Uzunluğunu hissettirmedi bile:).
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim, sevgiler :)
SilNasıl güzel bir kitap olacak kim bilir , devamını sabırszlıkla bekliyorum :D
YanıtlaSilUmarım olur, sevgiler :)
Silİlk kez ziyaret ediyorum sayfanızı..Biraz uzun olsa da okurken akıp giden bir dili var kaleminizin.Bölüm 1'se gelsin devamı..
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim, gelecek devamı :)
SilKaleminize sağlıkkk...
YanıtlaSilTeşekkür ederim, sevgiler :)
SilKalemine sağlık.Sevgiler 😊
YanıtlaSilTeşekkür ederim, sevgiler benden :)
SilZaten girişteki tablo en sevdiğim tablolardandır.Direkt gülümseyerek başladım okumaya.Gayet de akıcı gitti.Teşekkürler :)
YanıtlaSilAsıl ben teşekkür ederim, sevgiler :)
SilKalemine sağlık :)
YanıtlaSilTeşekkür ederim, sevgiler :)
Silvery interesting post!
YanıtlaSilThank you, my dear friend :)
SilCok güzel bir yazi olmus. Van Gogh resimlerini de cok severim isabetli bir secim. Gecmis olsun bu arada 😊
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim, beğenmenize sevindim :)
SilKlasik romanlara dönük.. İleride sanırım daha sadeleşir.
YanıtlaSilBakalım nasıl olacağına :)
SilGüzel bir yazıydı,teşekkürler.
YanıtlaSilasıl ben teşekkür ederim, sevgiler :)
Sil