26 Şubat 2018 Pazartesi

Vicdan Muhakemesi - Bölüm 1


Cafe Terrace at Night - Vincent Van Gogh(1888)

                                   
"Yalnızlık iptilasına müptela olanlar,
hayal kırıklarından hayatlar inşa ederler."

Doğan her gün, geceye saplanan bir bıçak gibi deşiyordu ufku boydan boya. Sanki zamanın kıyısında, yolunu kaybetmiş birer gezgin beni arıyordu. Geceye yol alırken bir gece sonbaharın kasvetli havasından olsa gerek, bu sözler geçti ansızın aklımın izbe köşelerinden. Her gün yayınevine giderken yaptığım yolculuklarda kalçamı dümdüz eden rahatsız koltukta zor da olsa hayatı gözlemleme imkânına sahip olurdum. Çünkü bu seyahatler hayata dair bir nevi panorama görevi üstlenirdi. Buna mukabil hayatı izlerken de her detayı yakalayabilir insan. İç sesimle münakaşalarıma karşılık yaşama dair izlenimler edinmek, farklı yaşamlara açılan pencereler keşfetmemi sağlardı. Sonbaharın dehşetengiz güzelliğine dalıp gider, gri renge çalan gökyüzü ile kahverengi zeminin ritüelini izlerdim. Yağmur damlalarının ağır aksak ilerleyen otobüsün camlarında ortaya çıkardığı tınıyla, kaldırım taşlarının kahverengine dönüşen örtüsünü seyretmenin hazzı gibi. Çekici ve kışkırtıcı bir mevsimdir Sonbahar. İşlemeli giysisi, zarif bedeninde şuh bir edayla sergiler görkemini. İnsanın bu raksın karşısında tükenen her an’ı, anı hazinesindeki yerini itinayla alırdı.


Karşımda oturan kadının güzelliği, saçlarını düzeltirken daha da aşikar ediyordu kendini. Uzun kumral saçlarına eşlik edercesine, çevresinde oluşan hayran bakışları sezebiliyordum. Oluşan bu mizansenin, karakterler dahilinde oluştuğunu anlamak zor değildi. Kadın, erkekler ve ben. Kadınların bilmezlikten geldiği bir oyun hatta hayata dair ince hesaplarından biriydi bu. Onca insanın arasında, herkesten bir parça ilgi çalar ve bunu farkederek kendini tatmin ederlerdi. Ama bilinenin aksine görünenin ardında saklı kalanlardır asıl, görüneni ilgi çekici kılan. Bilinmeyenin kışkırtıcı bir çekiciliği vardır, insanın merak duygusu öyle pis nefislidir ki, merak kendini besler ve kanserli hücre gibi kuşatır aklı.


Yapılan her yolculuk insanın kendi iç dünyasına da dönüşü olurdu anlaşıldığı üzere. Mesela ilk aşık olduğumda, merak ile korkunun kuşatmasında kalmıştım. Kadınların çoklu bilinmeyen, benim ise başarısız bir öğrenci olduğum gerçeği, her daim kendimi kısıtlamama sebep olmuştu. Don Juan[1] ile Quasimodo[2] arasında gelgitler yaşamam da bundan mıdır?

Oysa sonbaharın her köşesinde ayrı bir his biriktiriyor insan. Bir şarkı tutturuyor ve parçaları alıp, yeniden hatırlıyor. Kimileri"Kendinden kopan insanların, kaybedecek şeyleri yoktur." derler. Halbuki yalnız insanların, kendi içerlerinde saklı mabetleri vardır. Dört başı mahmur demokrasiler ilan ettikleri. Ki bu mütemadi kakofoninin dahi içinden, senfonik ezgiler doğar durur, yalnızlık şehrinin notalarında gezinen aklım.


“içimde solgun bir acele,
yalnızlıkla sınanıyorsun buralarda
sınandıkça büyüyor
büyüdükçe
kopuyorsun hayattan.”


Kendi iç ülkesinin huzurlu çimenlerine uzanıp şarkılar söyleyen her bedevi ruh gökyüzünü seyre dalıyor. Mavinin binlerce tonuna koynunu açıyor. Bulutları kahvesine krema niyetine karıştırıp, evreni seyre dalıyor. Bir vuslat anı gibi, sayılı zamanın en mukaddes dilimi.


Kendinden öncesinin ve hatta kendinden öndekinin taklididir hayat. Maddenin tekerrür edişi ya da maddeye insanın bahşettiği anlam budur. Yüzlerce insan arasında, yüzlerce yaşam hikayesi çıkar ama yüzlerce farklı yorum çıkmaz olur. Veba[3] salgını gibi yayılır, durdurulamaz cehalet. Belki de madde değişiyor ama ben sabit kalıyorum. Bedenim akışı yorumluyor ve beni senaryosu muamma bir oyuna hazırlıyor. Benliğimi ve yaşantımı kostüm olarak giyip sahne alıyorum. Oyunlarla yaşıyorum ve perdeler ardında mütemadiyen ölmeye devam ediyorum.


Yaklaşık bir saatlik yolculuğun sonunda Kemal durağına varınca aheste adımlarla önünde sıralanan kalabalığı aşarak, zorla da olsa kendini dışarı atmayı başardı. Otobüs hemen ardından o bilindik sesiyle kalkıp yoluna devam etti. Akşam olmuştu ve çevreyi gecenin ürpertici sessizliği kaplamıştı. Sokak lambaları sokağın bir yanını aydınlatmış, diğer yanına ilgi uyandırıcı bir giz katmıştı. Az evvel yağan yağmur ise kaldırım kenarına özensizce ekilen ağaçların diplerinde bulunan toprak parçasının kokusunu tüm sokağa yaymıştı. Beton mezarlığının ortasında bu koku sanki insanlığın asırlardır aradığı bir düşten izler taşıyordu. Bu kokunun esaretinde eve doğru yol aldı. Dik bir yokuştu tırmandığı ve Asaf şiirleri gibi, hep kendini bildiği yere varırdı. Ahşap binalar ve eski İstanbul’un o yoğun dokusu. Eskiden burada beyler, paşalar ikamet edermiş. Asırlarca nice padişah, sadrazam buralarda erk kavgası yürütmüş. Lakin şimdi o asaletten, geriye köhneliğinin haricinde pek bir şey kalmamıştı.


Sokakların dokusuna ilmik ilmik işlenen kaderin, insanlara da bulaştığını söylerler. ‘Coğrafya kaderdir’ der mesela İbn-i Haldun, şu karşımda eriyen konakların önünden her geçtiğimde kaderime mi söveyim? Beni ben yapan, benim irademde olmayan bunca şeyken, beni ben olduğum için yargılamak, ne kadar akla yatkın? Ya da Arnavut taşlarıyla döşenmiş ara sokakların, Fransız icadı asfalt caddelere uzanması, milli şuura haiz midir?  Su oluklarının içinden tarih aktığı bu sokaklarda, yıpranmışlığın aslında yaşanmışlık sayılması belki de romantizmden ibarettir, kim bilir? Tarihe hayran olmak ile nekrofili arasında geçişler yaşayan pamuk kalpli insanların işi, ölülerin kemikleri sızlatıp, kulaklarını çınlatmaktan ibaret değil miydi?


Fakat Kemal, yine de kültürüne ve geçmişine bağlı olmayı tercih ederdi. Örneğin; sokağında bakkal dükkânı vardı halen uğradığı, çocukluğu bu dükkânın duvarlarını ezber etmekle geçmiştir. Çıraklık yaptığı yıllardan da aşinalığı vardır, insanına ve dokusuna. İhsan Dayıdır bakkalın sahibi, mahallenin hayatına ve bakkalcılık kariyerine on puan verilmeli diye düşünürdü muzırca. Çünkü bu rutubetli dükkân aynı zamanda mahallenin haber alma teşkilatının da merkez üssüydü. Kuralcıydı ve jeopolitik esaslara göre etkinliğini yürütmekteydi daima. BM(Birleşmiş Milletler) görse, kesinlikle mahalleye gıybet elçisi olarak atardı.
Dükkâna girmeden ceketini ve kravatını düzeltti. Pantolonunda ki çamur izlerini de o an fark etti. İrkildi ve adeta yerinden sıçradı. Kedi gibi kabarmış tüyleri de olsa tamamdı fotoğraf. Dışarıdan ona bakan, aşırı tepki verdiğini düşünürdü sanırım. Oysa ki bu tavır, iptidai bir alışkanlıktan ötesi değildi.   Alelacele sildi pantolonunu ve ayakkabısının çamurunu da paspas ile temizleyerek içeri girdi.


Yoğurt ve ekmek almak amacıyla dolaplara seri adımlarla yöneldi ama aklı her zaman ki gibi bambaşka fikirlere mekkâreydi. Küçük Esnaf, büyük dertler. Klasik Mahalle Bakkalının Markete geçiş sürecini yaşayan bir yerdi burası. Ya Market olursun ya da hiç! Sloganıyla başlayan değişim sürecinin izlerini görmek mümkündü dört bir yanda. Market olmanın getirdiği refah ve huzur ile doğru orantılı olarak ürün sayısında da bir artış olmuştu. Ürün portföyü önceden daha dar ve direkt olarak hizmete yönelikken, bu değişim sürecine müteakiben lüks tüketim unsurları ön plana çıkmaya başladı. Hani ara renkler ve tonları (sadece kadınların bildiği) vardır ya, işte tam olarak öyle bir geçiş süreci. Fakat içerisinde bulunulan mekânlar bu konuda sorunlar baş gösterirdi. Gönül uçsuz bucaksız koridorlar ve sayısız seçeneği isterken, yetersiz depolama alanı buna müsaade etmezdi. Organik gelişme sınırlarına dayanınca ise bu durum ortaya büyüme sorunları yaşayan işletmeler çıkarırdı.


-Nasılsın Ahmet oğlum? İhsan Dayı insanlara, ya haber alacağı ya da yerine göre haber ileteceği noktalar olarak bakardı. O noktalar arasında bir tel gibi uzanır ve sürekli SOS verirdi. Mahallenin ilk sakinlerinden olmasıyla herkesçe bilinir. Tombul suratı ve sürekli ter içinde suratıyla, sevimli bir insan izlenimi uyandırırdı. Terlerini sildiği mendil, Mustafa Keservari bir özdeleşmeyle ona karakterize bir nitelik de kazandırmıştı ayrıca. Gelgelelim, o koca bıyığının ardında tuttukları ya da tutamadıkları, nice sorunlara da yol açardı. Daha geçenlerde Manav Rüstem’in kızının tüm şeceresini öyle bir ortaya döktü ki, tüm mahalle haftalarca manşetten konuştu.


Kendi dünyasıyla, herkesin müşterek dünyası arasında köprüyü, bilgi aktarımını üstlenerek kurmuştu. Sosyal kimliği, başka hayatlardan besleniyordu. Konak canlı gibi, konduğu yerden mahalleyi gözlüyordu. İletişim etiği üzerine ne denli bilgisi olduğunu düşünürdüm bazen. Safiyane görünüşün ardında ne çıkar merak ederdim. Bu konuda okumadığı belliydi ama alaylı mıydı acaba? Pardon, ne dedin? Hayır, alaycı olan benim.



  ***



Eve ne zaman geldiğimi ve üstümü ne zaman değiştirdiğimi, hatırlamıyorum bile. Lakin eve varmak, çölde vaha bulmak gibiydi. Bedenimde 30 yıl boyunca müşterek yaşaya geldiğim disconnectus-erectus bu anlarda gün yüzüne çıktı. Takım elbise ve kravat ile kaymak tabakaya mensup burjuva bir herifken, takribi beş dakika içinde göbeğini kaşıyan adama geçişimi sosyologların incelemesi durumunda ortaya nasıl bir sonuç çıkacağını merak ediyorum. Nice göbekli ve kel uzman ağabeyimden bu konuda bilirkişi raporu düzenlemelerini önemle rica ediyorum.


Yemek yerken içten içe kendisiyle alay ederdi, bunu severdi. Lüks masalarda ve salonlarda bulunduğunu hayal eder, kedisine ‘mösyö cingöz’ olarak hitap ederdi. Cingöz ise önceleri ilgiyle izler ama sıkılınca gider bir köşede uyuklardı. Evi büyüktü aslında ama Kemal sadece küçük bir kısmını kullanırdı. Evde bulunmayı sadece yazmak ve okumak için tercih ederdi. Bu koca hiçliğin içini, kendi hayalleriyle doldururdu, doldurmalıydı. Ahşap işlemeli masası, sandalyesi ve tepesinde gezinen kedisi ile durağını arardı.


Nerede duracağını ve nerede başlayacağını nasıl anlar insan? Oysa ben sorularla yaşıyorum. Aynaya baktığımda gördüğüm o surete bürünmek için harcadığım vakit ne için? Aynalar suretimin, yazdıklarım ise, düşündüklerimin çarpık birer yansıması değil mi?  Karanlık, zifiri tokatlar atıyor suratıma ve dehşetengiz tekmeler sıralıyor ardı ardına. Bu neyin coşkusu, neden bekliyorum öylece? Bu sessizlik sağır ediyor, bu karanlık ise kör. Yalnızlık paylaşılmıyor ama insan yeterince uzun bir zaman yalnız kalınca, yalnızlığıyla bir şeyler paylaşmaya başlıyor. Benim de tek fedakârlığım kendime bahşettiğim yalnızlığım oluyor.


Oysa bir gün bir ömür gibidir derdin. Sabahleyin güneşin doğmasıyla başlardın yaşamaya ve geceleyin çoktan tükenmiş olurdun. Peki, geceleri yaşayan biz, bizler birer ölüyüz ve bedenlerimiz ışığı soğuran birer kabuk parçasından ibaret. Öylece çiğnenmiş ve atılıverilmiş kenara. Artık önemi kalmayan, kullanılması mümkün olmayan atık birer zafer nişanesi gibi. Bu varlığı alın benden, yokluğa alışmalıyım tez elden. Açtı okudu saatlerce, düşündükçe madenci gibi kazdı cümleleri.


Sabah iş yerinde, aynı ruhsuzluğa seyirci kalmıştı. Yolda ve sigarasını içerken kapıda, aynı mide bulantısı ile tiksinmişti. Zararı yok, zararı kendineydi. Ofisinde izlediği anların, sakladığı anılar ve söyleyemediği sözlerin arasındaydı. Oysa seslense, yüz kişi duyardı. Öğlen yemeğine kadar rutin işleri yaptığı ve sırası gelince kalabalığa katıldığı o mutlak tekerrür. Yürüdüler sırayla, yürüdüler uygun adımlarla. Bembeyaz duvarlar, zemin ve ifadesiz yüzler. İçimizde ölüm var, içimizde ölme temayülü var. Yüzümüzde okunan izleri, kimseler bilmiyor.


Aldı yemeğini ve oturdu masaya, sessizlikte yavaşça başladı. Ahmet geldi dokundu omzuna, ürperdi. Oysa kaç defa, bu hareketleri sevmediğini söylemişti. Samimiyetinden olsa gerek, Ahmet’i kıracağından ürker, üsteleyemezdi.


-Kemalim, afiyet olsun. Nasılsın? Sorulara aşinayım oysa ama sorulara cevap bulmaktan imtina ederim. Başını sallayabildi sadece ve yüzünden gölge misali bir tebessüm geçiverdi. Ahmet, dedikodular ve bol nidalı sözler etti, Kemal ise dinlermiş gibi göründü. ‘Dinlemiyorum seni Ahmet, gider misin bir zahmet.’ Diyemedi ve yemeğini yemeye devam etti. Kadınlar, erkekler ve bitmez tükenmez konuşmalar. Şehvetle ihtirası almışlar, plaza dili ile harman edip ortaya bu mekanları çıkarmışlar. Flörtöz konuşmaların sıradanlaşmasının sebebi, kimliklerin cinsel arzuları tatmin noktasında etiket unsur haline gelmesi miydi?


Erkekler konumları ve güçleri, kadınlar ise kalçaları ve işveleriyle, elde ediyorlardı arzularını tatmin imkanını. Gören gözden kaçmayan hakikat, zihnin işlediği her şeyi neden sıradanlaştırıyordu? Oysa onların içinde olup, birkaç kadının ıslanmasına sebep olmak, bana da cazip gelebilirdi ama ağzının suyunu toplaması gerekenleri gördükçe, terden ıslanan şakaklarımda kızgın damarlar kalp gibi atıyordu.


 Yemeği bittiğinde, ofise giderken bu koşuşturmadan kurtulduğu için huzurlu hissetmekteydi.



[1] Kökeni halk efsanelerine dayanan ve çapkınlığı simgeleyen edebiyat kahramanıdır. 
[2] Victor Hugo romanı Notre Dame'ın Kamburunun ana karakteri.
[3]Veba, Albert Camus'nün 1947 yılında yayınlanan romanıdır. Camus, romanda, Cezayir'deki Oran şehrinde yaşanan veba salgınını çeşitli satırarası okumaları ile anlamlandırılacak şekilde anlatmıştır.(Vikipedi)

36 yorum:

  1. Yalnızlık Atlası'nı ilk bölümünden çok beğendim, tasvirler, anlatım dile gayet güzel, sıkmıyor, bakkalın dedikoduculuğu, market - bakkal kıyaslaması, eski- yeni kıyaslaması güzeldi, Kemal bakalım ne yapacak? İçinden gelen şeyler sırf karşındakini kırmamak için söylememesi hepimizin sıkça yaptığı bir şey...eline sağlık:)devamını merakla bekliyorum.:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim Müjde Abla, beğenmene çok sevindim, sevgiler :)

      Sil
  2. "Kendinden öncesinin ve hatta kendinden öndekinin taklididir hayat." cümlesi özetliyor benim için her şeyi, her anlatılanı; kısaca yaşamı.
    kaleminize sağlık zevkle okudum. :)

    YanıtlaSil
  3. Kalemine sağlık Emre. Zevkle okudum. "insanın merak duygusu öyle pis nefislidir ki, merak kendini besler ve kanserli hücre gibi kuşatır aklı." ne güzel bir söz.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim Yasemin Hanım, sevgiler :)

      Sil
  4. Keyifle okudum, kaleminize sağlık :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim Esra Hanım, sevgiler :)

      Sil
  5. Emre gerçekten tebrik ederim, çok güzeldi, devamını bekleriz, sevgiler:)

    YanıtlaSil
  6. hımms arada ince göndermeler vardı açıklamışsın bazılarınıııı. napcak bu kemal bakalım. bak sen soyut düşünsel yazmayı seviyon. konu sanki ahmet hamdi gibi stilse oğuz atayvari gibi. zaten yazıyon da sen bak romana yatkınsın işte yaz bir roman bir ara. kitap zamanın gelmiş senin :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kitap olacak evet ama senden özellikle Tanpınar ve Oğuz Atay benzetmesi almak sevindirdi, teşekkür ederim dostum :)

      Sil
  7. Kaleminize sağlık. Uzunluğunu hissettirmedi bile:).

    YanıtlaSil
  8. Nasıl güzel bir kitap olacak kim bilir , devamını sabırszlıkla bekliyorum :D

    YanıtlaSil
  9. İlk kez ziyaret ediyorum sayfanızı..Biraz uzun olsa da okurken akıp giden bir dili var kaleminizin.Bölüm 1'se gelsin devamı..

    YanıtlaSil
  10. Kaleminize sağlıkkk...

    YanıtlaSil
  11. Kalemine sağlık.Sevgiler 😊

    YanıtlaSil
  12. Zaten girişteki tablo en sevdiğim tablolardandır.Direkt gülümseyerek başladım okumaya.Gayet de akıcı gitti.Teşekkürler :)

    YanıtlaSil
  13. Cok güzel bir yazi olmus. Van Gogh resimlerini de cok severim isabetli bir secim. Gecmis olsun bu arada 😊

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim, beğenmenize sevindim :)

      Sil
  14. Klasik romanlara dönük.. İleride sanırım daha sadeleşir.

    YanıtlaSil
  15. Güzel bir yazıydı,teşekkürler.

    YanıtlaSil