8 Temmuz 2025 Salı

2 - Camın Ardındaki Zaman


"Sensiz ellerim üşür, içerimde kar yağar."

Adsız - Cem Karaca (1975)

Vakit hüznü perçinleyen kızgın bir örsü andırıyordu; muvazeneden yoksun aklıma ilmek ilmek keder işliyor ve her an bambaşka birine dönüşüyordum. Özlerken özleme dair bir şeyler düşünemiyor insan. Yalnızca ıslah edilmeyi bekleyen hislerin usulca demlenişiyle yaşamın olağan akışı arasında gelgitler yaşıyorsun. Uzamsız, anlamsız, zamansız ve en kötüsü sürekli süreksizlik; kapılamıyorsun akışa ama kopamıyorsun da saplanıp kaldığı bataktan.

Onu o uzak şehrin otogarında uğurladıktan sonra, istasyonun loşluğunda asılı kalan birkaç saniyeye tutundum. Otobüsü çoktan kalkmıştı, ancak ben hâlâ peronda dikiliyor, gölgesinin son izinde duruyordum. Sanki arkamda bir boşluk, önümde geri alınmaz bir suskunluk kalmıştı. Zaman geçmek bilmiyor, mekân kimliğini yitirmişti; akışın dışında kalmakla akış içinde boğulmak arasında gidip geliyordum. Kendi otobüsüme giderken haliyle yürümüyor, çaresizce ayaklarımı sürüyordum. Yaşadığım bir ayrılıktan çok daha fazlasıydı. Bunu içten içe sezinliyordum. Sarsıcı bir kopuşun yol açtığı yıkım parça parça döküyordu kendini ortaya. Çatırdayan bir şeyler vardı orası kesin. Yalnızca ne olduğunu henüz tam olarak kestiremiyordum. Epeyce vakit yürek tabirini genellikle romantik çağrışımlar için kullanılan bir klişe olarak görürdüm; ta ki sahici sarsıntılarla göğsümde beliren sıkışmayı hissedene dek. O an vuku bulan hadise benliğimin surlarının dağılışıydı ve öylece izlemek zorundaydım.

Yolculuk yaklaşık on bir saat sürecekti. Koltuğum önceden belliydi. Tekli koltukta, orta sıralardaydım. Cam kenarı, önümde küçük bir ekran ama benim aklımda hüzünlü şarkılar. Yanımdaki çiftli koltuğun koridor tarafına genç bir çocuk oturdu, kulağında kulaklık, elleri telefonunda. Başını kaldırmadan kulaklığın sesini kısarak bir anlık bakış attı. Sonra yeniden kendi sessizliğine döndü. Benim sessizliğim ise... Öyle bir şeyden söz etmek pek olası değildi doğrusu. İçimdeki kalabalıkla dışımdaki insan suretleri çarpışıp duruyordu ve ortasında yok olmamak için çabalıyordum. Hayat bu muydu yoksa?

Otobüsün kliması dışarıdaki dehşet sıcağı iyi bastırıyordu; ancak o bilindik koltuk kokusu sinmişti her yere: seyahatle harmanlanmış yorgunluk, plastik başlıkların altına sıkışmış zaman, geceden kalan uykusuzluk. Aralık perdeden gün ışığının henüz öğle sıcağını yaymayı sürdürdüğü dağların yamaçlarını izleyerek gidiyorduk. Koltuk arkama tam yaslanmıyordu. Uykusuzluğun ve o eksik vedanın birleşimiyle ne zaman gözlerimi kapatsam bakışları beliriyor; pişmanlığın sağır edici yankısı zihnimi bulandırıyordu.

Genç muavin mikrofona geçti. Önce emniyet kemeri uyarısını yaptı, ardından mola saatlerini ve varış noktasını söyledi. Sesi ne çok yüksek ne de çok ilgisizdi; belli ki bu anonsları yaşına karşın yüzlerce kez tekrarlamıştı. Sonra yılgınca arka bölmeye doğru ilerledi. Orta kapıdan servis aracını çıkardı ve usulca hazırladı. Ardından tekrar şoför tarafına kadar ilerledi ve sırayla yolculara yiyecek-içecek dağıttı. Ön koltuktaki yaşlı kadına şekersiz meyve suyu uzattı, kadın teşekkür etmeden aldı. Ben hiçbir şey almadım; teşekkür edecek hâlim yoktu. Yol arkadaşlarıyla göz teması kurmadım. Arka sırada orta yaşlı bir çift fısıldaşarak konuşuyordu, sağ çaprazımda yaşlı bir kadın dizlerine örttüğü hırkasıyla camdan dışarı bakıyordu. Herkes kendi dünyasındaydı.

Mola yerine vardığımızda akşamüstü olmuştu. Dinlenme tesisinde belirmeye yüz tutan sarı ışıklar altında titreyen tek tük sigara dumanı ve lüks tesise ihtiyaçlarını gidermek için koşturan insanlar... Tuvalet sırası uzundu. İçeri girmedim. Sadece yürüdüm. Ayaklarımı hareket ettirmek, beynimde dönen o konuşulamamış cümleleri susturuyordu bir nebze.

Otobüse döndüğümde yan koltuğumdaki çocuk hâlâ telefondaydı. Kafasında kapüşon, yüzü gölgede. Kendi yalnızlığımı onun sessizliğinde buldum niyeyse. Sustuğu yerden haykırmaya can attıklarımı gördüm. Beklenmeyen rastlaşmalar. Şansın eseri bu olsa gerek. Otobüs yeniden hareket ettiğinde uyuyamadım. Farlar, tüneller, köprüler… Bazen tek şeritli yolların kenarındaki tabela ışıkları ilişti gözüme: “Yavaş gidin, sizi bekleyenler var.” İçimden, "beni bekleyen pek de kimse yok," diye geçirdim istemsizce. "Ben beklediğim yerde kaldım zaten."

Otogar yoluna girdiğimizde camlar buğuluydu. Muavin uyanmamışlara seslendi, bavul fişlerini eline aldı. Araç tamamen durmadan birkaç kişi ayağa kalktı. Muavin, inenlere eşyalarını uzatırken isim sormadı, sadece numara söyledi. Valizi bulamayınca dolaşarak arka bölmeye geçtik, oradaydı. 

Kendi şehrime vardığımda saat neredeyse sabahın dördüydü. Ne gece kalmıştı ne de sabah henüz gelmişti. Hicran vakti olmalıydı adı; içine hicran düşenlerin uğrak noktası ilan edilmeliydi. Zamanın kendi bedeninden sürgün edilmiş bir saatti çünkü. 

Taksi durağına yürüdüm. Elimi kaldırmamla birlikte yaşlıca bir şoför yanaştı. Arka koltuğa binmedim bu kez, ön koltuğa oturdum. Sırtım ağrıyordu. O da memnundu bu seçimden.

“Yol uzun muydu?” diye sordu.

“Kafamda daha uzundu,” dedim.

O anlamadı tabii, gülümsedi sadece. Radyoda bir spiker sabah programını açıyordu. İstanbul’un sabah trafiğine dair bir şeyler söylüyordu. Oysa bu şehir hâlâ uykudaydı. Sadece ben değil, caddeler de yalnız görünüyordu. Işıklar solgun, caddeler boştu. Şoför bir şeyler anlatmaya devam etti. Dinlemedim. Dinlemek istemedim. Yol suskunlukla giderek kısaldı.

Eve vardığımda anahtar elimde titredi. Bu titreme aşina olduğumdan farklıydı. Daha yakıcı bir hayal kırıklığı varlığını gösteriyordu. Güç bela başardığımda kapının kilidi dönmedi evvela. Sanki o eşiği aşarsam her şeyi kabullenmiş olacaktım; duraksadım. Bu anı tekrar tekrar ama farklı yaşıyordum her seferinde. Bir an sonra gerçeğin hükmüne boyun eğdim. Karşımda yine aynı manzara; ardımda bıraktığımdan hiç farklı değildi. Sağımdaki ahşap portmanto, karşımdaki salon duvarına asılmış tablolar, yerdeki fabrikasyon halı... Oysa görmemle içimde öyle kesif bir acı belirdi ki başımın dönmesiyle kendimi zor tutabildim. Kendimi toparlar gibi olunca ayakkabımı savurarak salondaki koltuğa çöküverdim. 

Işığı açmadım. Karanlıkla birlikte kalmak daha dürüst geldi. Perdeler aralıktı. Şehir uykudaydı. Fakat uyku nazarımda acıya aralanacak kapıydı. Pencereden baktım. Karşı apartmanın camında bir silüet belirdi. Perdeyi aralayan ince bir el. Kim olduğunu seçemedim. Belki de kimse değildi. Yalnızca geçmişin, göz kapaklarıma yansıyan bir hayaliydi. 

Oysa parmaklarını görmüştüm. Kırmızı ojeler... Kendimi ona bakarken buldum yeniden. Aramızda çırpınan iklimler vardı; kasırgalar, fırtınalar, depremler ve çölleri denizlere kavuşturan yağmurlar. Neyi kaybetmiştik birbirimizi ararken? Neyi bulmuştuk, kayıplar arasında savrulurken?

Gözüme vitrindeki Dostoyevski kupası çarptı; yaşanması mümkünken yaşanamamış mutluluklar, dedim içimden; en büyük acı bu muydu sahiden?

Tatilin iyi geleceğini, hayatımı/ değiştireceğini düşünmüştüm. Birbirini uzaktan tanıyan iki yüreğin,  sustukları kadar konuşacakları içli bir kavuşma olacaktı. Oysa o deniz kenarındaki kasaba yalnızca kasavetle sarmalanan kesif bir sessizlik taşımıştı içimize. Cümlelerin arasında bulduğumu sandığım o yakınlık, gerçekte bir mesafenin yankısıymış ve işin acısı bu mesafeyi açan da kendi ahmaklığımdı. Hayattan kaçmaya o kadar alışmıştım ki, korkularıma arzularım ve sevgim de karışmıştı işte. Onu da hayatın bir parçası olarak kendimden uzaklaştırmayı başarmıştım.

O üç gün boyunca ne kadar sustuysak, şimdi içim o kadar gürültülü. Onun gözlerindeki çekilme, ses tonundaki uzaklık, yan yana durup ayrı düşmenin en keskin hâliydi. Ben hâlâ aynı yatakta, aynı sandalyede, aynı sofradaydım... Oysa o çoktan gitmişti. Bu kadar kolay gitmeler hiç gelinmediğini mi gösterirdi yoksa?

Saatin kaç olduğunu bilmiyordum. Camın önündeki kedi bile gelmemişti bu gece. Dışarıda sokak lambalarının titrek ışığı, içeriye uğramadan geçip gidiyordu. Yalnızca kendi yansımam vardı pencerede. Ona uzun uzun baktım. Tanıdığım biri değildi. Zaten kendimi hiç tanıyamadım. Asla kabullenmedim. Taklitle aslını birbirine katmakla yetindim. Gözlerimin içine baktım. İçimde sustuğum tüm zamanların yankısını gördüm.

Bir süre son yazmayı bıraktım. Ellerim, az önce tuttuğum kalemin biçimini taşıyordu hâlâ. Sırtımdan aşağıya doğru, henüz adı konmamış bir eksikliğin soğukluğu indi. Kalbim ritmini kaybetmiş gibiydi. Gözüm pencereye kaydı. Sokak lambalarının titrek ışığı ağarmaya başlayan günün tesiriyle parıltısını yitiriyordu. O an yazmanın insanı nasıl değiştirdiğini düşündüm. O da yazıyordu, ben de. İkimiz bu koca dünyada yalnızdık, yaralıydık ve yazmayı yaşamın katlanılabilir haline ulaşmak için vesile kıldık. Hayat farklıydı oysa. Onsuz da yaşayabileceğimi ama hayat ve anlamını arayışımda onun ne kadar güzel bir yoldaş olacağını hissettim. İşin acısı belki de yoldaştan ibaret değildi. Yolun kendisiydi de... Ne yapacaktım şimdi? Yolum olmadan nereye varacaktı bu karmaşa? Bazı kelimeler yalnızca kâğıdın tenine değince duyulurdu. Ya yüreğe dokunanlar?

İnsanlar bir deney alanıydı ve ben kusurlu bir üründüm sadece.

Sabahın gelişiyle ilk kez kararan bir güne uzanarak gözlerimi kapadım.

5 Temmuz 2025 Cumartesi

Rüyanın Sonu: Bölüm 1 - Hiç Sevmediğim Sabahlar

 

"Bazen insan öyle özlenir ki, özlenen bilse yokluğundan utanır."

Aziz Nesin

Hayatımı kötü yaşadım.

Bu cümle bir başlangıç değil; bir düşüşün derinlerin savrulduğum karanlığın, içime sindire sindire işlediği o derin çöküşün yankısı. Ne bir itiraf, ne de bir özür. Daha ziyade gecenin ortasında usulca yakalayan ve sabaha dek boğazıma düğümlenen ağır, kesif bir sancı. Sessizce kanayan, sustukça çoğalan, her gün biraz daha içeride biriken tarifsiz boşluğun "ben buradayım" deme şekli. Bazen yüksek sesle tekrarlıyorum. Sanki kelimeyi dışarı atarsam, içimdeki suç azalacak sanıyorum. Azalmıyor, bilakis derinleşiyor. Bazı cümleler yara kabuğu değil anlayacağınız, bizzat yaranın kendisi.

Uyandığım yer yatak değildi bu sabah. Daha doğrusu, bedenim bir yatakta kıvrılmıştı ama uyanan sadece gözlerimdi. Bilincim geceden kalma bir pusun içinde asılıydı. Uyku, bedenle ruh arasındaki bağ gevşediğinde gelir, derler. Bende o bağ çoktan çözülmüş. Geceler boyunca hiçbir yere gitmeyen bir zihnin sabaha ulaşması mümkün mü? Uyumuyordum; sadece göz kapaklarımın ardında çırpınan düşüncelerle boğuşuyordum. Sabah asla kapımı çalmıyor; üzerime kâbus misali çöküyor.

Hayallerle çıktığım eve onları hunharca parçalayarak dönmüştüm. Zamanın göreceliliğini ilk elden deneyimleme fırsatı bulmuşçasına parçalanan kalbim ve zihnim arasında mekik dokuyordum. İnsanı bu denli ayrıştıran tercihlerin kefareti hayli ağır oluyormuş sahiden. Sadece taş gibi ağır bir bedenim ve duvar misali suskun ifadem kalmıştı geriye. Sonrası boşluk, sessizlik, o artık açılmayan camlar, yerinden kıpırdamayan nesneler... Anahtarı çevirirken hissettiğim duyguyu tanımlamam mümkün olacak mı diye düşünüyorum. Kapı açıldığında karşımda anıt misali beliren yalnızlığı... Karanlık olduğu kadar kasvetli ve tanıdıktı. Olmak istediğim kişiye giderken öldürmek istediğimle kalmıştım. 

Eşyalar yerli yerindeydi. Kitaplar raflarında, kupalar mutfakta, yastıklar eskisi gibi biçimsiz. Fakat renkler yeniden silikleşmiş, şekiller donuklaşmıştı. Bu ev artık bana ait değildi. Ya da ben o artık eski kendime ait ne varsa kabullenemiyordum. Yani ben hiçbir yere ait değildim. Yitirmiştim bağlarımı. Oysa bilirdim, dönmek bir varoluş biçimidir. Ancak kendimle baş başa bir tabutta soluyordum; her seferinde döndükçe kayboluyor, kayboluşların nihayetinde ise eksiliyor ve gitgide tükeniyordum. Tükenmek! Tükenmediğimiz bir an mı var sanki?

Ayakkabılarımı çıkarmadım. Sessizce salonda dolaştım. Halının kıvrılmış kenarına takılınca tuhaf bir düşme isteği uyandı içimde. Neden düşmeliydim sahi? Metaforu sahici kılmanın daha iyi bir yolunu bulamamış mıydım yoksa? Raflarda toz tutmuş bir kitabın yalnızlığı görünmezliği aşar; bizzat bakılıp da görülmemektir. Her duvarda ahmaklığımın yankılanışını işitiyordum. Burnuma değen her kokuda saç tellerini öpmek istediğim geceye yayılan kokuyu duyuyordum. İçimde kırık dökük ne varsa, o duvarlara çarpıp geri dönüyordu. Görülmek değil, anlaşılmak istiyor ama anlaşılamayacak kadar dağıldığımı anlıyordum.

Ellerini anımsadım kokusu zihnimde yer edince. Hastaydı, ojelerini bile sürmekte zorlanmış olduğu belliydi. İnce parmakları zarafetle serilmişken yastığa, bileğini okşayarak ayasına dokundum ve elini tutmak istedim. Teninin yumuşaklığı kendi kaba tenimden iğrenmeme ama bir yandan da daha sıkı sarma isteğiyle dolmama yol açtı. Utanarak da olsa başımı kaldırdım. Hafiften arkaya doğru atmıştı başını ama yüzü bana dönüktü. Dudakları… Ömrümce çizgilerini seyretmek istedim o an. Her şey o iki dudağın birleştiği ve ayrıldığı anlarda belirleniyordu sanki. O dudaklar sihirliydi, o dudaklar celladım ve kurtarıcımdı. Yüreğime dolan ya da yüreğimden kopanların kaderini belirleyendi. Bir kelime bekliyordum. Bir kelime yalnız. Tüm zincirlerimi kırıp atacaktı. Hâlbuki o kelime çoktan söylenmiş hatta daha fazlası da yaşanmıştı. Sadece duymamıştım, duymayacak kadar kendime gömülmüş ve şimdi de orada kalmaya mahkûm edilmiştim. Bu bir lanet değildi haliyle. Kendimi sürüklediğim sürgündü.

Kahve makinesi hâlâ fişteydi. İçindeki su ağırlaşmış, kokusu metalik bir yalnızlığa dönüşmüştü. Düğmesine bastım. Haznesinden yükselen ses, içeride boğulmuş günlerin pes perdesiydi adeta. Kupamı yıkamadım. Dudaklarımı nemli bir pişmanlığa bastım. Ellerimin titrediğini fark ettim. Onun bedenini sararken de böyleydi. Ya ağırlığımı veriyor ve onu rahatsız ediyor ya da kendimi âna bırakamayacak kadar kaçıyordum; utançtan, yetersizlikten, geçmişten sızan o iğneleyici histen geliyordu bunlar. Aynaya bakamadım. Yüzümü geçmişin enkazı gibi görmekten korktum.

Otuz üç yaşındayım. Ne bir unvanım var, ne bir aidiyetim. Başarının bana uğramadığı, yenilginin bile lütfedilmediği bir hayat sürdüm. Utangaçlığın dilini konuştum yıllarca. Kalabalık sofralarda tek lokma yutamadan oturdum. Lisedeyken bir kız elime dokunmuştu; neden diye düşünürüm halen. Neden bana dokunur ki bir insan? O soru büyüdü sonra. Neden ben, neden tüm bu yaşamın içerisindeyim ve neden bu parça yerine bir türlü oturmuyor? Yaşam dediğinde hayatla ayırmak gerektiğini bilirim mesela; biri tüm varlık döngüsünü ifade ederken, öteki benim şu kahve makinesinin başına gelişlerimi anlatır. Ne önemi var öyleyse? Tüm dönüşler kendinedir, diye bitirebilirim. Sorun nereye döneceğimi bilememem. Sahi ben kimim?

Terminalde karşılaştığımız âna dönüyorum yine: Bengi Dönüş. Çok hayal ettim gece boyu. Uzun uzun hem de. Oysa asla beklediğim gibi değildi. Elinde küçük bir çanta, gözlerinde ise çoktan söylenmiş bir cümlenin yankısı vardı. Adımlarını izledim, bana yaklaşmasını seyrettim ama o an, hâlâ uzaktaydık. Sarıldık. Vücutlarımız temas etti; ancak kalplerimiz ayrı yönlere savruldu. Yorgundu. Bedeni kadar bakışları da tükenmişti; sanki yalnızca bir gece değil, bir ömrü geride bırakıyordu. Gülümsemesinde davetsiz misafirliğin aceleci huzursuzluğu; gözlerime bakmaktan imtina ediyordu. Bir şeylerin doğru olmadığı ortadaydı. Ya da doğru olmadığını yeni mi fark ediyorduk? İkimiz de gerçekle mi tanışıyorduk yoksa? Yıkıcı olan da buydu sanırım.

Yol boyunca camdan dışarı baktım, o uyudu. Sessizliğimizin içinde bir şey vardı. Sadece susmak değildi bu; bir veda biçimiydi. Elini tutmak istedim. Sarılmak ve başını göğsüme yaslamak. Gözlerini huzurla kapaması için. Fakat yapamadım. İçimden bir ses durmamı söyledi. Sanki hâlâ orada, terminalde, ayakta duruyordu aramızdaki o boşluk. Onu ilk defa gerçekten görebilmek için yanındaydım, hem de hiç olmadığım kadar ama çok geç kaldığımı hissetmiştim belki de. Bazı bağların koptuğunu idrak edememiştim. Gerçi onun için farklıydı. Görecektim.

Odaya girdik. Karanlık değil, loştu. Gün ışığı tavana vuruyor, gölgeleri uzatıyordu. Perdeler kapalıydı. Üzerimizde yol yorgunluğunu da aşan bir yorgunluk vardı. Huzursuzluk, belirsizlik, gerginlik... Uzun zamandır inşa ettiğimiz ne varsa sessizce içimize kurduğumuz o düşten uyanmanın yorgunluğuyla sarsılıyordu. 

Yorgunluğunu uykuya bağışlamak istercesine uzandı, yanaştım. Sırtı bana dönüktü. Bir anlık cesaretle kolumu uzattım. Omzuna dokundum. Hafifçe sarıldım. O yabancı bedenin içinde başka bir uzaklık vardı. Teninde beni durduran, çağrılmamış gibi hissettiren bulanık bir boşluktu. Sessizliği dinledik uzun uzun. Dışarıda hiçbir ses yoktu. İçerideyse sadece kalp atışlarımız birbirine değmeden çarpıyordu.

Yakınlaştık. O yakınlık ne tutkuydu, ne de arzunun dansı. Daha çok bir vedanın, henüz söylenmemiş son cümlesiydi. Ten temasıyla dışa yansıyan, iç içe geçmiş iki yalnızlığın birbirine sokulmasıydı belki de. Bu kez bakmaya ben cesaret edemedim. O da gözlerini kaçırdı. Sanki aynı odada değilmişiz gibi, ayrı rüyalarda yürüyorduk.

O an fark ettim: Onun sessizliğinde, benim sustuğum her şey yankılanıyordu. Parmaklarımın geri çekilişinde, kalbinin bana kapanışını hissettim. Beraber kurduğumuz hayallerin altını çizerek çizdiğimiz o sessiz sığınağın—içinde kuytu bir kahve köşesi olan, sabah ışığını en iyi alan o pencere önüne kuracağımız, lavanta kokulu, kalın perdeli, zamanın bile yavaş aktığı o evin—birdenbire silindiğini hissettim. Duvardan duvara kitaplarla döşenmiş bir oda düşünmüştük: Sessizliğin yankılandığı bir kütüphane. İçinde çalışmamız için büyük, ağır, ceviz ağacından bir masa hayal etmiştik; üzerinde kalemler, kitaplar, dosyalar, birkaç dağınık not, pencerenin kenarına ilişmiş iki fincan... Mabedimiz olacaktı, sığınacaktık. Akşamları oturma odasında koltuklara kıvrılıp birlikte film izleyecek, sonra tek bir battaniyenin altına sığınıp kitapların arasında kaybolacaktık. Birlikte sustuğumuz anların bile dili olacaktı. Hatta oyun konsoluna bile gülümseyerek tamam demişti—çocukluklarımıza uzanan küçük bir köprüydü. Yıkıldı öylece; elimden kaydı gitti usulca, sessizce.

Gözlerindeki hayal kırıklığının sesini ancak şimdi işitebiliyorum. Ağlamak bile bazen bunu ifade etmeyebiliyor. Belki de bundan ötürü hiçbir şey söylemedik. Ellerim birbirine dolaştı, kendimi kaybettim ve dağıldım. Beni bir arada tutan bağ oymuş gibi. Otobüse bindiğinde camdan bana bakmadı. Ben de el sallayamadım. Vedaları sevmezdim bilirdi; son kez kokusunu içime çekemedim.

Yolu ev bilene yolculuk gurbet sayılmaz. Oysa benim için ev artık gerilerde kalmıştı. Otobüs kalktığında ondan uzaklaştığım her anda kendime de uzaklaşıyordum. Bunu içten içe hissediyordum. Aramızda yüzlerce kilometre varken kalplerimiz bağlıydı; şimdiyse bir daha asla onmayacak yaraların sardığı iki ayrı ruhtan ibarettik. Onu son gördüğümde bir insan hem nasıl bu kadar tanıdık hem de bu kadar yabancı olur demiştim. Mesafeleri ölçmek yürek işidir ve o benden usul usul koparken atmadığım adımların vebalini ödüyordum şimdi.

Şapkamı unuttum orada, bir yerlerde düşürmüş olmalıyım; bir an sonra şapkanın kurban edilişi sahnesi canlandı zihnimde. İnsan hayatta hep bir eşik ve eşiği aşıracak bir refik bekler; hâlbuki süslü cümlelerin ardında biriken ve durmadan iğrenç bir kokuyla aklındaki acınası korkuları besleyen hayal kırıklarından ibaretiz.

Ardımda neleri bıraktığımı anlamak bir ömür sürecek miydi yoksa?