14 Nisan 2016 Perşembe

Kayıp Bir Gün



  

Olayın olduğu gün bir maratonu atlattığım güne denk gelmişti ve yeniden aynı şeyleri yaşamanın vermiş olduğu sıkılgan hissiyatla akşamı getirmiştim. Akşam yürüyüşüne çıkmayı tercih etmiştim nedense akşamları yürümeyi seviyordum. Bunu daha sonra detaylı işlerim ama şunu söylemeliyim ki yürümek, koşmaktan daha yararlı hedefe varma konusunda.




Evden çıkıp, dar sokakları aşarak, meydana çıktım ve ellerim ceplerimde yürümeye başladım. Dışarıda sonbaharın tatlı soğuğu hükmünü iyiden iyiye ortaya koymuştu; dinlendirici bir soğuk etrafı sarmış ve her yanım yapraklarla sarılmıştı. Önümden ise insanlar geçiyordu pervasızca ve herkes kendi dünyasında başrolü oynuyordu. Ben ise figüranlık yaparak hafifçe seyrelmiş kahve saçlarımı örten beremle ve kabanımla ve lakayt tavırlarla, salına salına yürüyordum. Bir süre yürüyüşün ardından, her zaman uğradığım ve zamanla müptelası haline geldiğim, kitapçıya yine uğramaya karar verdim.


Dükkân, iki katlı ahşap, antika sayılabilecek bir binadaydı ve cadde ile kesişen sakince bir sokağa bakmaktaydı ki bundan dolayı da tenha da kalıyor, güzel bir kaçış yeri oluyordu. İki katlı olduğuna bakmayın bu arada fazla büyükçe sayılmazdı çünkü binanın sahibi ilk katında kitapları satıyor, ikinci katında ise kendisi yaşıyordu. Hem yerinde hem de küçük olmasından ötürü çok kalabalık oluyordu. Öyle ki üzerinde kitaplar ‘5 lira’ yazılı kapıyı ağır ağır açıp, içeri her girişimde kendimi mahşeri bir kalabalığın resmi karşılama töreninin ortasında buluyordum.


Burada sayısız insan, kitapları inceliyor ve sayfalarına göz gezdiriyordu. Av dönemindeki avcılar gibi hışımla başka başka kitapları gözden geçiriyorlardı. Hareketlerinde de bununla ilintili olduğunu rahatlıkla gözlenebilen müdekkik bir tavır oluyordu. Gözlüklü, esmer, sarışın, kadın veya erkek olmaları yani farklılıkları bu tavırlarının gölgesinde kalıyordu ve sanki burada geçirdikleri her dakikada birbirlerine benziyorlardı. Onları izlerken en çok sevindiğim şey ise, durgun ve sakin görüntülerin ardında aslında gördükleri her kitapta içerlerinde sabırla teskin ettikleri haylaz çocukla aleni hale gelen münakaşaları oluyordu.


Kalabalığı böyle böyle aşarak, kitapları avlanma ritüeline ben de eşlik etmeye başladım. Raflarda özenle dizilmiş kitapları tek tek aldım ve kapaklarını okşayıp, sayfalarını çevirerek o mis kokularını içine çektim. Böyle bir sevgiyi anlatamam biliyorum ama anlatılamaz olanı büyük bir doyumsuzlukla yeniden, en baştan yaşadım.


Doyumsuzluk, kitaplara taparcasına bağlanmam aslında kitaplardan kafamı kaldırdığımda karşıma çıkan ya da çıkmasını beklediğim o yapmacıklığa olan inadımdandır; et yığınları misali niteliksiz bir yükü omuzlayan koca dünyayla empati kurmaya yanaşmaya cesaret edemememdendir. Kitaplar bana hayalini kurduğum ne varsa gerçekleştirme imkânı veriyor çünkü bana göre kutsal kitaplar yoktu, bütün kitaplar kutsaldı ve kitaplar insana, insanca yaşamayı anlatan kutsal öğütlerle bezeliydi. Zaman ve hayat, insana küçük şeylerle mutlu olmayı öğretiyordu. Heyhat böyle küçük şeylerle mutlu olmaktan başka elimizde neyimiz var ki zaten.


Çok uzatmayayım, dakikalar içerisinde saatleri hatta yılları dolduracak kadar çok yaşama dokunmamı sağlamıştı bu gezi. Gözlerimdeki tatlı yanma hissiyle birkaç kitabı alıp, yavaşça kasaya yöneldim. Kasaya yöneldiğimde karşımda kitapları pamuktan elleriyle narin bir şekilde inceleyen ve torbalara dolduran burada daha önce hiç görmediğim bir kadınla karşılaştım ve yüreğim sanki ölümden dönmüşçesine yeniden umutla çırpınmaya başladı. Tuhaf bir duygu yaşıyordum, gözlerine bakmayı sevmediğim halde insanların onun gözlerine dalarak senelerce öyle kalakalmayı diler hale geliyordum. Gözlerinde Karadeniz’imin hırçın dalgalarını görmüştüm çünkü, gözlerinde memleketimin yalçın dağlarının yamaçlarında çobanlarımın koyunlarını otlattığı, yaylalarımda insanlarımın dolaştığı o dağların dumanında buğulanıyordu sanki bakışları; bir insan nasıl bu kadar güzelliği bir bakışına gizleyebilir diye düşündüm anlık feveranla. Sen nemrudun kızı, yüzünün çizgileri şekillendirsin alın yazımı; bir kerecik kuşat ordularınla şu garip gönlümü ve fatihi ol bedenimin. Dilim bundan sonra dönmez senin adından gayrı.


Anlam müphem bir mefhum halini alıyordu zihnimin ücra noktalarında. Natural-Epik betimlerle adeta nükleer saldırıya uğramış gibi yıkımlarla boğuşur haldeydi artık. Ve bu sırada bana seslenilen o sesi duymakta bile muvaffak olamıyordum.


"Beyefendi iyi misiniz?" Aniden irkilerek,


"Evet, iyiyim." İnsan nasıl olur diye düşündüm. Böyle söylemiştim lakin iyi miydim bilemiyordum sadece içimde derin mutlulukla yerimden durmakta zorlanıyor, kendimi zapt edemiyordum. Küçük bir çocuk gibi ebleh ama mesuttum ve safiyane bir hissiyatla yüzünün çizgilerini ezberliyordum. Teni insanın günahkârlığını teşhir edercesine beyazdı fakat gözlerine baktığımda, karanlık bir kuyunun dibinde kaybolduğumu hissediyordum. ." Dudakları sanki kutsal bir arayışın abidevi ezgilerini fısıldıyordu kulağıma, gözlerine baktığımda ise kendimden tamamen kopuyor bambaşka bir hüviyete bürünüyordum.


"Kitapları alacaksınız sanırım


"Evet, ne kadar acaba hepsi?"


"25 lira hepsi" ben cümleleri zorla telaffuz ediyordum o ise yüzünde yadırgar bir ifadeyle bana bakıyor ve hâlihazırda doruk noktasında olan heyecanımı iyiden iyiye perçinliyordu. İstemeden an’a takılıyordum ve o an zamanımı belirleyen mihenk taşı oluyordu. Etrafımda insanlar bekliyordu ve sanki bir ölünün yaşama dönüşünü müjdelercesine toplantı düzenine giriyorlardı. Terliyordum, geriliyordum, gerildikçe mekândan münezzeh bir hale bürünüp, kabuğuma çekiliyordum. Parayı usulca uzatırken ağırlaşan zamana müteakip eli elime değince sanki günah işlemişçesine gözlerine baktım ve bütün bedenimi saran infial haliyle poşetimi alıp, yüzüne bakmamaya çalışarak hemencecik dükkândan çıktım.


Sokaklar hareketliydi ve bu hareketler beynimde ki kıvranışları da tetikliyordu. Bu kıvranışlar arasında onun suretine dalıyor, kendimden geçiyordum. O dünyamın merkezindeydi artık ama eminim şu an beni hatırlamıyordu bile. Senden haberi bile olmayan bir insan için bunca kahrolmak, yaşamak böyle acı verici olsa gerek. Gerçi beni neden hatırlansındı ne özelliğim vardı, ne farkım ya da ne ayrıcalığım vardı.


Acılarımı sırtlayıp, eve yol alırken düşüncelerimi bambaşka yerlere, konulara ne kadar aktarmak istesem de artık bunun mümkün olmayacağı ve uslanmaz bir illete tutulduğumu anlıyordum, kabullenemiyordum ama anlıyordum. Nasıl bir kördüğümdür içimde düğümlenen, ruhumu çözüldükçe bağlıyor kendine. Aşk, kutsal bir esaretmiş insanı özgürleştiğini sandıkça esir eden.


Fakat ben, ben âşık olamam, ne hakkım var benim sevmeye; ben iğrenç bir böcekten, soyu kurumaya yüz tutmuş ilkel bir mahlûkattan başka neyim ki zaten. Ya bedenim, acziyet ve yok olma istencinden başka neyi taşıyabilir. Bastırılmış cinsel tutkulardan ve kendini gerçekleştirme ihtiyacından ötesini vaat edemem. Korkularımla, kâbuslarımla ve ruhumun derinlerinde bana sürekli acı veren lanetli bedbinliğimle bile başa çıkamıyorken, nasıl umudun kıyılarına sonu bilinmez bir yolculuğa çıkarım? Sadece ölmek istiyorum, öylece silinip gitmek; sanki hiçbir dimağda var olmamışçasına göçüp gitmek istiyorum. Lakin olmuyor işte insan kaçamıyor kolayca, kaçamıyor acılardan, yaşamaktan.


Eve vardığımda içimde sadece buruk ve yılmış bir bahardan arda kalan ne varsa o kalmıştı işte. Torbamı köşeye bıraktım ve usulca koltuğuma oturdum. Cebimden sigaramı çıkardım, dumanında düşüncelere daldım. Geçsem karşısına cesurca konuşsam; "Benim içimde doldurulması mümkün olmayan, derin bir boşluk var, anlıyor musun? Ben senin o her gün görüp, hakkında hüküm verdiğin, esrik kafayla sağa sola buram buram şehvet saçan aptallardan değilim. Ben, senden samimiyet istiyorum, sadece birazcık samimiyet. Bu koca dünyada ne kadar hakkım varsa o kadarını işte" desem ne olur, fazla iddialı ve kaba mı olurum acaba? Kalktım ve hışımla aynanın karşısına geçip, kendime bakmaya başladım. Yavaş yavaş seyrelen ve beyazlayan saçlarıma baktım. Kırışmaya başlayan yüzüme, torbalanan gözlerimi inceledim. Yıllar yılları deviriyor, bedenimin gençliği ölüyor ama duygularım sanki 20’lik delikanlı gibi doludizgin koşuyordu yolunda. Bu yüzde yaşamın sıfır noktasında dolanan acemi bir seyyahın 35 yılının başarısızlığı ve yenilmişliği saklı.


Odaya döndüm ama kafam halen yerine gelmemişti, çıldıracak gibiydim. Son çare yatağıma uzandım ve öylece uykuya daldım.

10 yorum:

  1. Ne kadar güzel bir hikaye Emre'ciğim, ana karakterin kendisi hakkında söylediklerine üzüldüm (aşık olmaya hakkı olmadığını düşünmesi)devamı gelecek sanırım, kasiyer kızla umarım güzel bir mutlu son yaşar:) Kalemine sağlık.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Karakter bedbin biraz bana yakın olsun istedim. Devamı gelecek evet ama mutlu son zor gibi :)
      teşekkür ederim güzel yorumunuz için :)

      Sil
    2. Ne yapalım her öykünün sonu mutlu bitmiyor:( bu arada tweet hesabını aradım bulamadım sayfanda:(

      Sil
    3. Twitter'da emreebozkus diye aratırsanız çıkıyor :)

      Sil
    4. Tamam ben de hemen takibe alayım :)

      Sil
  2. ne güzel öykü bu. bitiyo mu burda :)

    YanıtlaSil
  3. Devam ediyor ama sonu biraz üzücü.
    Teşekkür ederim :)

    YanıtlaSil
  4. Üzücü bitecek olmasına üzüldüm ama altı üstü kurgu diyelim ;) mi?

    YanıtlaSil