27 Kasım 2020 Cuma

Keşif

Hikayem yıllar önce bir yaz tatilinde başladı. Okul harçlığını çıkarmak için bir otelde çalışmaya başlamıştım. Beş yıldızlı, şatafatlı bu otelde arada havuz başında içki servisi yapıyor, diğer zamanlarda da genellikle sağı solu süpürüp ayak işlerine bakıyordum. Ergenliğin en alevli zamanları, bedenim geliştikçe kontrolünü yitirdiğim arzuların etkisiyle ne olduğunu bir türlü anlayamadığım hislerle cebelleşiyordum. Kolay değil, iştahın ve arzunun yavaş yavaş yer ettiği bedenimde çocukluğun saflığı henüz yerini terk etmemişti.

Öte yandan muhafazakar bir mahallede yetişmiş olarak bir anda turistik bir şehre geldiğim için de iyice afallamıştım. Çevremde alımlı kadınlar, pürüzsüz ve çekici bedenleriyle arz-ı endam ediyor; bense onları uzaktan seyrederek ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Neden bir insanın varlığı başka bir insanı bu kadar akılsız hale getiriyordu? Nasıl hiç dokunmadan, tüm düşüncelerinde yer edebiliyor, düşünsel entropiye kapı aralıyordu. Kendini tanımamanın verdiği rahatsızlık da cabası.

Fakat asıl mesele duygusal yoğunluk ve insanlarla olan ilişkiler bütünüydü. Riya ile örülmüş ve yalanla şekillendirilmiş bu ağın içinde kendimi aciz bir sinek gibi hisseder, yalnız kaldığım zamanlarda bolca ağlar ve değişimin fırtınalı havası içinde oldukça çaresiz hissederdim. Herkes herkesle samimiydi, herkesin yüzünde aynı ifade vardı ve farklılıklar gitgide yok oluyordu. 

Aslında oyundan ibaretti yaşam, yıllar sonra bir kitapta okuduğumda anladım. Yine de alışkanlıklar öyle kolay terk etmiyor zihni. Amaç denilen bir kavramın farkına varmıştım, hayatın amacı olmalıydı; bu durumda ben ne için vardım?

Sözlerin boşlukta süzüldüğü günler hızla geçerdi. Akşama kadar çalışırken gördüklerimin etkisini yorumlayarak düşünür dururdum. Önümden geçişen tüm insanlar nasıl da yabancıydı. Nasıl da kendi tatminlerine dalmışlardı. Amaç denilen belirsiz kavrama bu sırada daha fazla kapılıyor, düşüncelerim daha da derinliğe kavuşuyordu. Disiplinsiz ve dağınık da olsa düşüncelerim bir eşelemeydi, kendime varacağım yolda attığım ilk adımlardı. Nasılsa yalnızdım, yalnızlık kendinle baş başa kalmam için bir fırsat değil miydi? Nitekim, aşk denilen kavramla da tanışmam da böyle oldu…

Bir turist kafilesi ile geldi otele. Adı Anna’ydı. Rus bir dilber. Sarı saçlarını savura savura geçip gitti önümden ve masmavi gözleriyle gün gibi doğdu dünyama. O an sanki kafama göçtü her şey, saplandım kaldım yerime. Aman Allahım! Bir insan nasıl bu kadar güzel olabilirdi! Aşk geldi kondu yüreğime, aşk dediğin bir ateşmiş meğer; o an idrakina vardım. Yakar savurur, kül edermiş; köle olur, kendinden geçermişsin, ah ben nereden bilirdim! Öylece tutuldum, kavruldum, savruldum…

Yerleşti odasına, arada havuza gelip giderken görmeye başladım. Kapalı havuzun kenarına Yunan tanrıçaları gibi uzanır, bedenini güneşin önüne sererdi. Birkaç kadeh içki istediğinde de heyecanla yanına gider, ne isterse anında yapardım. Heyecan tüm bedenimi sarardı bu sırada. Nasıl heyecanlanmazdım ki! Karşımda Truva savaşını yeniden başlatacak kadar güzel bir kadın vardı. Elim ayağıma dolaşır, paniklerdim; böyle anlarda bazen elimden tutar, o aksanlı Türkçesiyle sakin olmamı söylerdi. Sesi melekler katında söylenen bir arya gibiydi, dinlemeye doyamazdım.

Bu durum bir süre sonra otelde çalışan abilerin de dikkatini çekmiş olmalı ki, benimle kafa bulmaya başladılar. Müstehcen şakalar, uygunsuz yakıştırmalarla rahatsız ederlerdi, böylece kendilerine eğlence çıkarırlardı. 

“Aslanım be, buldun taş gibi karıyı, süzüyorsun boyuna!” 

“Erkek adamsın, git de gir şu karının koynuna!” 

Bu yersiz sözlerinden utanarak aralarından uzaklaşmaya çalışsam da aslında haklı olduklarını bilmek tuhaf bir his uyandırırdı içimde. Evet, bazen o dolgun vücudun sıcaklığını hissetme arzusu rüyalarıma kadar girerdi, sabahları uyandığımda hoş olmayan şeylerle karşılaşırdım. Ama aşk kutsal bir duyguydu ve halim utancımı arttırırdı sadece. Kutsala uzanan günahkar dokunuşlarda bulunurdum istemsizce.

Bana takılsalar da otelde zamanla öğrendiğim bu halin aslında onların emelleri olduğunu da anlardım. Yabancı kadınlar yatmak için uygun hedeflerdi çoğu için. Avının peşine düşerler, bir şekilde yatağa atarlardı; ya da öyle değil miydi acaba? O zaman anlamasam da şimdi asıl gerçeği görebiliyorum. Kadınlar nasıl olsa gencecik fidan gibi çocukları bulmuş olmanın verdiği rahatlıkla kaçamak yaparlardı. Yani, aslında av-avcı ilişkisini diyalektik olarak yorumlayan bu Avrupalılar, bizlerden çok daha öndelerdi yarışta. Bizimkilerse hayatlarındaki kısıtlı heyecan imkanını böylece kullanmış olurlar, evlenmeden evvel kadın bedenine dair birkaç ipucu edinirlerdi.

Anna ile aramda böyle bir ilişki olmasını istemezdim haliyle, arada görkemli jestlerle örülü bir ilan-ı aşk düşünür, sonra korkarak vazgeçerdim. Bunun içinde reddedilmek vardı ve neticede tüm otele rezil olurdum. Aşkın gururu olmaz derler ama nasıl da çıkıp bu bozuk İngilizce ile kendimi ifade ederdim. Anlayacağınız sorunun biri bin paraydı. Yine de umudu yitirmeden düşünmeye devam ettim. Hayaller kurdum, planlar yaptım ve kendimi bir gün her şeyin güzel olacağına inandırdım. Oysa hayat, sen planlar yapmak meşgulken başına gelenlerden ibaretmiş, bilemedim.

Ne demişti şair: 

“Hayal, ipleri elden kaçırmaktır. Oysa öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, o ipin ucu elinizden bir kaçtı mı, hemen bir başkasının eline geçiveriyor. Ondan sonra siz hayal ediyorsunuz, ama bir başkası yaşıyor.” 

Anna’nın birkaç gün otelin barmeni Ahmet ile yakınlaştığını görür oldum ama üzerinde durmadım. Sürekli konuşuyorlar, gülüşüyorlardı. Ama bir süre sonra sevgili olduklarını öğrendim. Sevişmelerini anlatırken nasıl gurur duyduğunu uzaktan izliyor, bunlara dair duyduğum kızgınlıkla kendimi yiyip bitiriyordum.

Fakat bu hal beni düşüncelere dalmaya sevk etti. Baktım ki düşünmek ile yaşamak arasında ince bir ayrım vardı ve ben yaşamla arama duvarı örmeye çoktan başlamıştım. Zamanla onların yaşadıkları birer detay oldu, benim zihnimde ise kocaman kurgusal bir koza oluştu ve içinde hayali şehirler inşa ettim. 

Bu şehirlerde her meşrepten aşklar yaşandı, her kesimden insanlar birlikte yaşadı ve asla aralarına kendi gerçeklerimi dayatacak şeyler sokmadım. Düşünce suçlusu kılmadım onları, düşüncelerini de yargılamadım. Sadece var oldular ve hayatlarına dair çıkarımlarını bana aktarmalarına izin verdim; artık özgürdüm.

Anna giderken arkasından baktığımda bir gece vaktiydi, tatmin oluşu ve beni görmeyişi ne tuhaftı. Yüzündeki o güzelim çizgiler beni halen mest ediyor, bir eski şarkı gibi geceyi aydınlatarak aramızdan süzülüyordu. Oysa benim aklımda kulağımda bambaşka bir ezgi çalınıyordu. Unutmanın gücünü keşfediyordum.

İnsan insanın kurdu ya da cehennemi değildir,  kendimi onlardan ayırdım. İnsan, insanın aynasıdır ve her baktığında bir kuyu gibi kendi gerçeğini gözlerinin önüne serer. O gitti, ben yerimde kaldım. O bir hayal oldu, kendi gerçeğimle yüzleştim. Çocukluğumun sonunun gelişini de işte o tek bakışıyla anladım. Artık "ben" oldum.



6 yorum:

  1. Emre bey o kadar güzel içten yazmışsın ki ben ne desem boş

    YanıtlaSil
  2. ah işte hayatın gerçekleriii :)

    YanıtlaSil
  3. Hani o müstehcen şaka yapan insanlar var ya, onlardan nefret ediyorum ben. Bu yüzden uzak durmaya çalışıyorum insanlardan. Hayat böyle bişiii .

    YanıtlaSil