şu çılgın şırıltı, kulağı zehirle dolduran seslerin metafiziksel düzlemi acılar tortulanmış öfkenin doruğunda nidası günah defterine yazılır sarı sıcak dökülürken yanaklarımdan
korkunun şavkı düşer aklın yoluna öfkenin sesi sağır eder vicdanı nazarında binlerce anlam yatar bir bakarsın, gelir yapışır yakana bir daha kurtaramazsın kendini zihnin kırbaçları zamanı dalgalandırır kıyılarına vurur sayısız ceset ecelin ayak sesleri duyulur peşi sıra acelesiz, itidalli adımlarla sürer ardından esrik kelimeleri sancıları eksilmez aldığı nefesin soluğunda rayihası buğulanır çırpınıp duran yıldızlı gecelerde gölgelere karışan adımları celladının izini sürer kabuk bağlamaz olur yaraları boşluğu büyür gitgide gerçeğin hükmünden azade kaçınılmaz olana sarılıp dalıverir karanlığın koynuna sözleri binbir çağın şahidi gözler geçip giden kavimleri ummanın efsununa tutsak damıtır aşkın fikri bilincin köhne ocaklarında gerisi ezeli bir kovalamacadır ipek ipliklerle işlenen kadere yitik seslerin nöbetinde küle namzet, maziye mekkare varlığı arşınlar durmadan sevişmeler buğudur aynasında anlamın is kokulu karartısının bakar yansımasına göz ucuyla ve saplar hançerini acımadan gölgelerin arasında saklanana toplar renkleri henüz solmadan dağlar karayağız fırtınalarda yazmalar bağlar dimağına kurutmak için asmalarda zehirle hemhal gezen efkarı gecenin kuyuları taşkın dışarıda fırtınalı habis düşünce düşlerin kesiştiği noktada bekler anlamsızlığın karşısında isyana başkaldırıya dair sözler söyler bulutlara sarılan bir tohum olur yağmurlarla serpilir toprağına filizlenen vehmiyle günahkâr kavrulur, savrulur, yok olur ruhunu rüzgarlara teslim eder sonra dayanır kapına senden seni dilenir beklemekle bulunmaz, ki istemekle de alınmaz, deyip inayetini rızkından sayar bir avuç heves, bir parça merakla öylece dikilir karşında kavra aciz bedenini arındır günahlarından ki varsın kıyılarına bırak yansın, dokunma mabedine gömülsün külleri alazlandırdığın ateşte hayat bulsun yeni baştan toy, yeni yetme düşleri sıralansın önümüzde melekler tayfı kanatlarında çarpık kutsanışla tanrı buyruğunu bildirsinler ardı sıra acılar acıların şahididir ama ölüm, vuslatın işareti aslında25 Aralık 2020 Cuma
2 Aralık 2020 Çarşamba
Sana Bakmak
sana bakmak
sonsuza uzanmak gibi
insanı kendinden koparıyor
sonra dönüp bakıyorsun ardına
bir avuç kül, bir parça toz savruluyor
dünya öylece dönüyor
oyun kaldığı yerden devam ediyor
ansızın bir rüzgar esiyor
kokun çepeçevre sarıyor
parıltın karanlığı parçalıyor
dimağımda yitik zamanın izleri
tebessümünde hiç söylenmemiş sözlerle
bakıyorsun gözlerimin içine
bakışlarında yıldızlar yanıp sönüyor
ruhumun her zerresi ayaklanıyor
yağmurlar yağıyor sokağına
saçlarını tel tel topluyorsun
ellerini uzatıyorsun
parmak uçlarından yaşam filizleniyor
serpiliyor yapraklarına değin
kor alevleri ruhumu dağlıyor
ve her dokunuşunda
yeni bir ben doğuyor
uyusam diyorum usulca
hiç uyanmasam
ya da gün içime doğsa
dağılıp her yeri aydınlatsa
bilsem ki artık kuşlar göçmeyecek
ben onların yerine göğe çıksam
ufka kadar kendimle yarışsam
bulutların şarkısı çalsa ansızın
bilirim, öyle şey mi olur diyeceksin
duymayınca bilemez insan
oysa melekler önümde sıralanır
zarif sesleri yankılanır
şimdiden, sonsuzluğa doğru
ne yana dönsem seni anımsatır
diğer yanda yalnızlığım durur
kimsesizliğim şahit gidişine
boyanırım baştan ayağa
ve dokurum kendimi ilmek ilmek
durabilmek için karşısında
gönendiren görklü kulelerinde
kimsesiz sokakların çığlığı duyulur
düşüşü kutsarım boyuna
zaman içre zamanlar gelip geçer
çırpınan dilim ve soluklanan ömrümden
silkelenen perdede görünür sureti
aldanışların daimi siluetinin
şahidiyim çürümüşlüğün her biçimine
ama sensizliğin adı eksik, acısı derin
sızısı geçse de izi sinmiş üstüme bir kere
sevdanın nabzı şakaklarımda atar
kuşanırım benliğimi usulca
sırtımda asırların ağır yükü
sesini duyduğum nice kayıp ruhun
yasını tutarım yokluğunda
nefesin mevsimler yeşertir
tenimde günahlarımın bedeli
sancılarla kendini gösterir
toprağın nemi dudaklarımda
yırtar bağrını bekleyişin
kaldırır başını umarsızca
asırlar bir anda siliniverir
kaybolurum o anda
işte geldim kapına
uzat ellerini tutunayım
ram olayım soluğuna
söylesene sevdiğim
ruhumu bedenimden sıyırıp
şafağı getirsem avuçlarımda
sana hiç dokunulmamış yarınlar
hiç öpülmemiş sevdalar bıraksam
yüreğini açar mısın bana
28 Kasım 2020 Cumartesi
Sayıklamalar - 1
Sessizliğe kavuştuğum kimi nadir anda kendi kendime düşünürüm. Yozlaşan, çoraklaşan, tükenen ve gitgide tüketen her şeyin karşısında büründüğüm aciz kimlikten sıyrılarak düşlerime doğru yol almaya başlarım. Sınırsız bir düzleme serilmiş hayaller içinde salınır, gerçeğin tahakküm edici sınırlarını pek de umursamadan rahatça hareket ederim. Rahatlığım ölçüsünde ferahlarım, savrulan ne varsa toplarım çevremde, ağır aksak biriktiririm kelimeleri. Zira, sesler ve kelimelerle birleşen bir arayıştır yaşama atfettiğim anlam ve yürümeye devam ettikçe söyleyecek sözüm olacak elbet.
Sokağın başında zihni işgal eden bütün korkular ve kaygılar sonuna vardığında yerini başkalarına bırakır. Oysa biteceğini sanarak arşınlarsın yolları, adımlarsın kaldırımı. Biteceğini sanarak yaşarsın acıları, dineceğini sanarak kabusların geride bıraktığı o nahoş tadı. Halbuki tutunacak dalın olmadığı halde boşa sallanan ellerinin örselediği hava kadardır hayat; ne kadar çabalarsan çabala gücün ancak kendini avutmaya yeter. Yeni gerçeklikler yaratan ve buralarda dolanan bütün muazzep ruhların temel hikayesi de budur zaten. Kafanı kuma gömüp dünyayı ardında bırakmakla yetinmeyerek bütün dünyayı kumla oynamaya ikna etmektir.
Oyunlar, içbükey aynalar gibi varlığın tezahürünü farklı şekillere sokarak katlanılabilir hale getirir. Zira, pür gerçek asla insanı tatmin etmeyecektir. Bahsi geçen somut gerçeğe erişilmesi mümkün müdür orası da tartışılır. Buraya biraz Kant biraz da Descartes katmak gerekebilir. Ayrıca burada ele alınan kavramın insanın suratına attığı o silleyi unutmamak da gerekir. Çapraz okumalarla ilerleyen beyin kendisine döndüğünde ne kadar düz düşündüğünü fark eder ve yıkılır adeta. Kurgusal düzlemde ilerleyen gerçeklik ise bu hayal kırıklığının karşılığında oluşan bir ayna boyuttur belki de.
Açılan ve kapanan kapılar ardında neyi saklarsa saklasın, bir nebze merak uyandırdığı an varlığına dair bütün detayları ortaya çıkarır. Baktığımız yerde ne kadar özenli olursak olalım, parçanın bütüne olan hezimetinde biz de kaybederiz. Bize gösterilen detaya göz gezdirirken aslında görmemiz gerekeni gözden kaçırırız. Yazarken işte bu kaybettiklerimizin notunu düşeriz kağıda, peşine düşeriz olanca hırsla. Yaşanması mümkünken yaşanamayanların hesabını sorarız pasifize edilmiş bir halde. İsyanımız surlar yıkmaz ama gider dayanırız gerçeğin kapısına. Her zafer bir ödülü hak eder, her zaferde gider duvarına hakkederiz bildiğimiz ne varsa.
Yalan söyleyenin yalanını meşru kılan nokta içinde bulunduğu bağlam ile olan uyumudur. Bağlamından kopuk hiçbir cümle doğru adrese ulaşamaz; ulaşsa bile istenilen etkiyi uyandıramaz. Yalanın inananı ve söyleyeni arasındaki bir anlaşma ise bu duvarı aşmayı sağlar. İlmek ilmek işlenen, örülen kurgusal sarmal haddizatında okur ile yazarın kabul ettiği müşterek yalanlar silsilesidir. Ben söyledim sen de inan, denir ve çıkılır yola. Kalite de bu bağlamda ele alınır. Ne kadar iyi yalan söylersen o denli başarılı sayılırsın. Kendinden kaçan birçok insanın başka insanların kaçışlarına yalanlarla aracı olması, zamanın dokunuşlarıyla kutsal bir edim halini alır. Oysa temelde yalnızca kaçmak ve saklanmak vardır. Kutsal olan ise inanmak isteyenin atfettiği anlamdır.
27 Kasım 2020 Cuma
Keşif
Hikayem yıllar önce bir yaz tatilinde başladı. Okul harçlığını çıkarmak için bir otelde çalışmaya başlamıştım. Beş yıldızlı, şatafatlı bu otelde arada havuz başında içki servisi yapıyor, diğer zamanlarda da genellikle sağı solu süpürüp ayak işlerine bakıyordum. Ergenliğin en alevli zamanları, bedenim geliştikçe kontrolünü yitirdiğim arzuların etkisiyle ne olduğunu bir türlü anlayamadığım hislerle cebelleşiyordum. Kolay değil, iştahın ve arzunun yavaş yavaş yer ettiği bedenimde çocukluğun saflığı henüz yerini terk etmemişti.
Öte yandan muhafazakar bir mahallede yetişmiş olarak bir anda turistik bir şehre geldiğim için de iyice afallamıştım. Çevremde alımlı kadınlar, pürüzsüz ve çekici bedenleriyle arz-ı endam ediyor; bense onları uzaktan seyrederek ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Neden bir insanın varlığı başka bir insanı bu kadar akılsız hale getiriyordu? Nasıl hiç dokunmadan, tüm düşüncelerinde yer edebiliyor, düşünsel entropiye kapı aralıyordu. Kendini tanımamanın verdiği rahatsızlık da cabası.
Fakat asıl mesele duygusal yoğunluk ve insanlarla olan ilişkiler bütünüydü. Riya ile örülmüş ve yalanla şekillendirilmiş bu ağın içinde kendimi aciz bir sinek gibi hisseder, yalnız kaldığım zamanlarda bolca ağlar ve değişimin fırtınalı havası içinde oldukça çaresiz hissederdim. Herkes herkesle samimiydi, herkesin yüzünde aynı ifade vardı ve farklılıklar gitgide yok oluyordu.
Aslında oyundan ibaretti yaşam, yıllar sonra bir kitapta okuduğumda anladım. Yine de alışkanlıklar öyle kolay terk etmiyor zihni. Amaç denilen bir kavramın farkına varmıştım, hayatın amacı olmalıydı; bu durumda ben ne için vardım?
Sözlerin boşlukta süzüldüğü günler hızla geçerdi. Akşama kadar çalışırken gördüklerimin etkisini yorumlayarak düşünür dururdum. Önümden geçişen tüm insanlar nasıl da yabancıydı. Nasıl da kendi tatminlerine dalmışlardı. Amaç denilen belirsiz kavrama bu sırada daha fazla kapılıyor, düşüncelerim daha da derinliğe kavuşuyordu. Disiplinsiz ve dağınık da olsa düşüncelerim bir eşelemeydi, kendime varacağım yolda attığım ilk adımlardı. Nasılsa yalnızdım, yalnızlık kendinle baş başa kalmam için bir fırsat değil miydi? Nitekim, aşk denilen kavramla da tanışmam da böyle oldu…
Bir turist kafilesi ile geldi otele. Adı Anna’ydı. Rus bir dilber. Sarı saçlarını savura savura geçip gitti önümden ve masmavi gözleriyle gün gibi doğdu dünyama. O an sanki kafama göçtü her şey, saplandım kaldım yerime. Aman Allahım! Bir insan nasıl bu kadar güzel olabilirdi! Aşk geldi kondu yüreğime, aşk dediğin bir ateşmiş meğer; o an idrakina vardım. Yakar savurur, kül edermiş; köle olur, kendinden geçermişsin, ah ben nereden bilirdim! Öylece tutuldum, kavruldum, savruldum…
Yerleşti odasına, arada havuza gelip giderken görmeye başladım. Kapalı havuzun kenarına Yunan tanrıçaları gibi uzanır, bedenini güneşin önüne sererdi. Birkaç kadeh içki istediğinde de heyecanla yanına gider, ne isterse anında yapardım. Heyecan tüm bedenimi sarardı bu sırada. Nasıl heyecanlanmazdım ki! Karşımda Truva savaşını yeniden başlatacak kadar güzel bir kadın vardı. Elim ayağıma dolaşır, paniklerdim; böyle anlarda bazen elimden tutar, o aksanlı Türkçesiyle sakin olmamı söylerdi. Sesi melekler katında söylenen bir arya gibiydi, dinlemeye doyamazdım.
Bu durum bir süre sonra otelde çalışan abilerin de dikkatini çekmiş olmalı ki, benimle kafa bulmaya başladılar. Müstehcen şakalar, uygunsuz yakıştırmalarla rahatsız ederlerdi, böylece kendilerine eğlence çıkarırlardı.
“Aslanım be, buldun taş gibi karıyı, süzüyorsun boyuna!”
“Erkek adamsın, git de gir şu karının koynuna!”
Bu yersiz sözlerinden utanarak aralarından uzaklaşmaya çalışsam da aslında haklı olduklarını bilmek tuhaf bir his uyandırırdı içimde. Evet, bazen o dolgun vücudun sıcaklığını hissetme arzusu rüyalarıma kadar girerdi, sabahları uyandığımda hoş olmayan şeylerle karşılaşırdım. Ama aşk kutsal bir duyguydu ve halim utancımı arttırırdı sadece. Kutsala uzanan günahkar dokunuşlarda bulunurdum istemsizce.
Bana takılsalar da otelde zamanla öğrendiğim bu halin aslında onların emelleri olduğunu da anlardım. Yabancı kadınlar yatmak için uygun hedeflerdi çoğu için. Avının peşine düşerler, bir şekilde yatağa atarlardı; ya da öyle değil miydi acaba? O zaman anlamasam da şimdi asıl gerçeği görebiliyorum. Kadınlar nasıl olsa gencecik fidan gibi çocukları bulmuş olmanın verdiği rahatlıkla kaçamak yaparlardı. Yani, aslında av-avcı ilişkisini diyalektik olarak yorumlayan bu Avrupalılar, bizlerden çok daha öndelerdi yarışta. Bizimkilerse hayatlarındaki kısıtlı heyecan imkanını böylece kullanmış olurlar, evlenmeden evvel kadın bedenine dair birkaç ipucu edinirlerdi.
Anna ile aramda böyle bir ilişki olmasını istemezdim haliyle, arada görkemli jestlerle örülü bir ilan-ı aşk düşünür, sonra korkarak vazgeçerdim. Bunun içinde reddedilmek vardı ve neticede tüm otele rezil olurdum. Aşkın gururu olmaz derler ama nasıl da çıkıp bu bozuk İngilizce ile kendimi ifade ederdim. Anlayacağınız sorunun biri bin paraydı. Yine de umudu yitirmeden düşünmeye devam ettim. Hayaller kurdum, planlar yaptım ve kendimi bir gün her şeyin güzel olacağına inandırdım. Oysa hayat, sen planlar yapmak meşgulken başına gelenlerden ibaretmiş, bilemedim.
Ne demişti şair:
“Hayal, ipleri elden kaçırmaktır. Oysa öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, o ipin ucu elinizden bir kaçtı mı, hemen bir başkasının eline geçiveriyor. Ondan sonra siz hayal ediyorsunuz, ama bir başkası yaşıyor.”
Anna’nın birkaç gün otelin barmeni Ahmet ile yakınlaştığını görür oldum ama üzerinde durmadım. Sürekli konuşuyorlar, gülüşüyorlardı. Ama bir süre sonra sevgili olduklarını öğrendim. Sevişmelerini anlatırken nasıl gurur duyduğunu uzaktan izliyor, bunlara dair duyduğum kızgınlıkla kendimi yiyip bitiriyordum.
Fakat bu hal beni düşüncelere dalmaya sevk etti. Baktım ki düşünmek ile yaşamak arasında ince bir ayrım vardı ve ben yaşamla arama duvarı örmeye çoktan başlamıştım. Zamanla onların yaşadıkları birer detay oldu, benim zihnimde ise kocaman kurgusal bir koza oluştu ve içinde hayali şehirler inşa ettim.
Bu şehirlerde her meşrepten aşklar yaşandı, her kesimden insanlar birlikte yaşadı ve asla aralarına kendi gerçeklerimi dayatacak şeyler sokmadım. Düşünce suçlusu kılmadım onları, düşüncelerini de yargılamadım. Sadece var oldular ve hayatlarına dair çıkarımlarını bana aktarmalarına izin verdim; artık özgürdüm.
Anna giderken arkasından baktığımda bir gece vaktiydi, tatmin oluşu ve beni görmeyişi ne tuhaftı. Yüzündeki o güzelim çizgiler beni halen mest ediyor, bir eski şarkı gibi geceyi aydınlatarak aramızdan süzülüyordu. Oysa benim aklımda kulağımda bambaşka bir ezgi çalınıyordu. Unutmanın gücünü keşfediyordum.
İnsan insanın kurdu ya da cehennemi değildir, kendimi onlardan ayırdım. İnsan, insanın aynasıdır ve her baktığında bir kuyu gibi kendi gerçeğini gözlerinin önüne serer. O gitti, ben yerimde kaldım. O bir hayal oldu, kendi gerçeğimle yüzleştim. Çocukluğumun sonunun gelişini de işte o tek bakışıyla anladım. Artık "ben" oldum.
25 Kasım 2020 Çarşamba
Bir Günlüğün Delisi - 1
Sadece içimi dökeceğim, gündelik konuşma havasında bir yazı kaleme almak istedim. Ağdalı cümleler, büyük iddaalar yerine daha sıradan olabilmek ve samimiyeti paylaşmak.
Hayata dair ne düşünürsünüz bilemem ama Covid-19, ekonomik sorunlar, politik oyunlar, doğa ve hayvanlara gösterilen vahşi tavır, sosyal ilişkilerin gitgide riyakarlaşması ve konuşmanın her geçen gün anlamını yitirmesi -gerçi bu konuda kararsızım- ve yaklaşan küresel ısınmanın öncü felaketlerinin yarattığı endişe.
İstanbul'da yaşayan bir insan olarak su sorununu bekliyorum daima. İstanbul, bu kadar kontrolsüz bir yerleşimin oluşturduğu talebi karşılamak için yeterli suya sahip değil. Zaten Türkiye genel itibariyle su fakiri ülke adayı iken, uygulanan yanlış tarım-iskan politikaları ve suyu koruma adına alınmayan önlemler olanı da tüketti. İstanbul'un yarası ise daha büyük. Şu anda yaşanmaya başlanan su sorunu sadece başlangıç. Daha kötüleri gelecek maalesef...
Bir de beklenen büyük İstanbul depremi var ki, milyonlarca insanın hayatı söz konusu. Buna rağmen kimsenin gerçekten konuyu umursadığını düşünüyor musunuz? İzmir'de yaşanan elim deprem sonrasında da şahit olduk; deprem yaşanır, birkaç gün insanlar konuşur, jeoloji konusunda uzman isimler tarih verir ve konu kapanır. Bir dahaki depreme kadar kimsenin umurunda olmaz.
Halbuki, deprem dediğimiz hayatın bir gerçeği. Yaşayan bir gezegende deprem zorunludur, aksi taktirde gezegen ölü demektir. Ayrıca Türkiye'nin deprem kuşağında olduğu da biliniyorken, bu konuda daha yapıcı, daha samimi adımlar atmak gerekmez mi? Karşımızdaki tablo gerekmediği kanaatinin hakim olduğunu gösteriyor. Ateş ocağa düşmedikçe de kimsenin umurunda olacak mı? Ocağı kül etse bile acılarımızı bile yitirdik, onlar bile bize ait değil, onlara bile yabancılaştık...
Ekonomik sorunlar, insanları yaşamdan soğutuyor. Bir ekmek bile gramajı devamlı düşürüldüğü halde satın alınması zorlaşır noktaya geldi. İşsizlik, iltimasla yok edilen liyakat, adaletsizlik, kadına şiddetin durmadan artması, güvenin ortadan kalkması, politik zeminde sokağın sesinin duyulmayacak hale gelmesi ve çevremizde yükselen savaş naraları. Bilimsel gelişmeleri, toplumsal kalkınmayı ya da kültürel ilerlemeyi beklemek abes değil mi?
Edebiyat acıdan doğmaz; acıdan melodrama doğar. Bize acıyı ballandırarak anlatanların bu samimiyetsizliğin üzerinden mutluluk, haz elde etmesi yeterince açıklayıcı değil mi?
Ünlüler diye bir seçkin kesim oluştu. Bu saçmalığı modern çağ mı ortaya çıkardı? Ünlü olmak elbette bir değerdir ama birkaç televizyon programında gördüklerim iç karartıcıydı. Sözgelimi, ulusal bir kanalda yayınlanan talk show programında ünlülerin handiyse Olimpos tanrıları misali yansıtılması aklıma eskileri getirdi. Kemal Sunal, Barış Manço, Müşfik Kenter, Zeki Müren, Neşet Ertaş ya da Yaşar Kemal'i bu tutum içinde hayal bile edemeyiz. Onları biz yarattık canlar; suç bizlerin...
Geleceğimiz yok, umudumuz yok, yaşama sadece başka bir şansımız olmadığı için bağlanmak hayatı güzel kılmaz. Güzel dediğin çaresizliğin vücut bulduğu bir kaçış noktası olmamalı; eyvallah, kaçışımız olmasa bile en azından güzelliği bundan ibaret görmeyelim. Ufkumuzu geniş tutmazsak para pulla da güzele ulaşamayız(mı acaba?) Tek gerçek değer paradır dostlarım, para dediğimiz yegane ölçüttür insana dair. Bunu duymak hoş olmayabilir, lakin hakikat, biz gözlerimizi kapattığımızda da halen orada bekliyordur, değil mi?
Çağımız entelin öldüğü, tozlu raflardaki cilt cilt kitabın arasına gömüldüğü; cehaletin omuzlarda yüceltildiği bir yıkım çağı. Yıkılanların yerine yenileri gelene kadar her şey yıkılacak. Tüm bildiklerimiz, bütün kabullerimiz, dünyaya dair gördüklerimiz solacak ve yerinde yenileri açacak. Bunların güzel olacağını, iyilikle donatılacağın iddaa edemem. Belki de insan dediğimiz türün kendisi bile yalan olacak. Kadim bir anlatının öznesi olarak tarihe karışacak, yani olan olacak; bu kaçınılmaz...
Çok uzatmayayım, bu da bir serinin başlangıcı olur umarım. Eğer sizler de iştirak etmek isterseniz yorumlara beklerim. Sevgilerimle...
21 Kasım 2020 Cumartesi
Vakitsiz Ölüm
sevdanın ateşi geceleri büyür
insan dediğin hep vakitsiz ölür
gönlümün pusulası kayıp
geçmişin yükü omuzlarımda
usulca dokunursun yaralarıma
süzülüverir bütün acılarım
yüreğimden ruhumun boşluklarına
sokağından, gecenin sonuna değin
yalnızlığını adımlar durmadan
yazgısının yargısıyla muhatap
zincirlerinden kurtulmaya çalışır
coşkun bir sel gibi aktıkça
yaşamadan yitenler zamansızdır
bu esrik savaşın ortasında
ıssızlığına sığınırlar yüce yüreğin
uzanırlar kan revan içinde
yitik zihnin kör karanlığına
söylesene gün ışığım, sevgilim
hangi çağın kutsal vazifesi bu
ölülerini dimağına gömdüğün
hangi ozanın kayıp şarkısı
kanlı devrimlerin çığlığını bastıran
ne zamandır kanar dilimin ucundan
satırlarımın arasına sevda sözleri
seslenir karanlıkta kendine çaresizce
uzaksın kendine ve daha yakın ecele
işte bunun için yakala baharı damarından
düşsün avucuna nabzı kulağında
henüz rengi solmadan
sık, gevşet ve bekle öylece
sen durdukça dimdik ayakta
yitirmem umudu asla
ne söylenebilir gölgelerin içinden
aşklarının ışığında uyuyanlara denk
18 Kasım 2020 Çarşamba
Bir Post-Truth Çağı Dilemması: İnsanın Gerçeği Yalan Mıdır?
Hayat ağacında doğup filizlendim. Bedenim, zihnimin bir uzantısıydı; zihnim ise geçmişin silik anılarıyla bezeli bir odaydı. Dışarıda asırlar deveran ediyordu durmadan ve ben aklımın dallarına çaput bağlayıp coşkun dalgaların arasında yol alıyordum.
Her dalında bambaşka dünya, her yaprağında bin bir farklı nazar vardı. Bambaşka sesler birleşiyor ve kah gürültü oluyor kah insanı sarıp sarmalıyordu. Tükenmek sadece bir haldi, halden hale geçenler yerini devamlı başkalarına bırakıyordu. Başka tabiri ne tuhaf, değil mi? Kimlik diye giyindiğimiz esvabın yalnızca bizleri ilgilendirdiğini gösteriyor. Kendimizi değerli sanıyoruz; ancak rolümüz biter bitmez figüranlığa ve ardından sahne dışına itiliyoruz.
Hayat katman katmandı, içine daldıkça derinliğinin değil karanlığının arttığını görüyordu. Halbuki karanlık dediğin de insana dair, değil mi? Karanlık olmadan ışığın önemi, anlamı kalır mı?
Bir de boşluk vardı elbet. Eşeledikçe umudu körelten antik bir doku. Her eylem kendinden bağımsız bir yolda ilerler ve insan varlığı gereği beklenmediktir; eylemleri asla tahmin edilemez. Boşluğa saplandığında bütün geçici tanımlar yerini sahici sarsıntılara bırakır; erdem diyerek baş tacı ettiği ne varsa berhava oluverir.
Yapraklar düşer, çiy damlaları son bir şans deyip yaprağın yüzeyinden sıyrılarak kendilerini kurtarır. Yaprak ölür, toprağa kavuşur ve bir daha doğmak üzere yitip gider. Yiten yaşam değildir aslında, yaşam kendini yeniler, hatta yineler; yaprağın düşüşü bir adımdır yalnızca; dünya yanar, dünya söner ama ağacın gölgesindeki yaşam durmadan tekerrür eder...
Hayat ağacında doğup filizlendim. Bedenim, zihnimin bir uzantısıydı; zihnim ise geçmişin silik anılarıyla bezeli bir odaydı. Dışarıda asırlar deveran ediyordu durmadan ve ben aklımın dallarına çaput bağlayıp coşkun dalgaların arasında yol alıyordum.
Her dalında bambaşka dünya, her yaprağında bin bir farklı nazar vardı. Bambaşka sesler birleşiyor ve kah gürültü oluyor kah insanı sarıp sarmalıyordu. Tükenmek sadece bir haldi, halden hale geçenler yerini devamlı başkalarına bırakıyordu. Başka tabiri ne tuhaf, değil mi? Kimlik diye giyindiğimiz esvabın yalnızca bizleri ilgilendirdiğini gösteriyor. Kendimizi değerli sanıyoruz; ancak rolümüz biter bitmez figüranlığa ve ardından sahne dışına itiliyoruz.
Hayat katman katmandı, içine daldıkça derinliğinin değil karanlığının arttığını görüyordu. Halbuki karanlık dediğin de insana dair, değil mi? Karanlık olmadan ışığın önemi, anlamı kalır mı?
Bir de boşluk vardı elbet. Eşeledikçe umudu körelten antik bir doku. Her eylem kendinden bağımsız bir yolda ilerler ve insan varlığı gereği beklenmediktir; eylemleri asla tahmin edilemez. Boşluğa saplandığında bütün geçici tanımlar yerini sahici sarsıntılara bırakır; erdem diyerek baş tacı ettiği ne varsa berhava oluverir.
Yapraklar düşer, çiy damlaları son bir şans deyip yaprağın yüzeyinden sıyrılarak kendilerini kurtarır. Yaprak ölür, toprağa kavuşur ve bir daha doğmak üzere yitip gider. Yiten yaşam değildir aslında, yaşam kendini yeniler, hatta yineler; yaprağın düşüşü bir adımdır yalnızca; dünya yanar, dünya söner ama ağacın gölgesindeki yaşam durmadan tekerrür eder...
Yaşam hatadır kimine göre, kimine göreyse mucizevi bir dokunuş; insanın kumaşını dokuyan ellerin mahareti yaşamın da onun cevheri çevresinde gelişmesine olanak sağlamış, denir. Cevher, ne güzel kelime! Parıltısıyla etrafındaki sayısız mahlukatın ilgisini çeker.
İnsan, cevher mi yoksa onun parıltısında kendini kaybeden canlılardan herhangi birisi mi?
Aranan şeyin değeri bulunmasında değildir; asıl olan arayıştır. Mefkureyi halis, muteber kılan insana bir değer katması, amaç sunmasıdır. Kutup Yıldızı misali ışığında yürümek ışığına yürümekten evladır, yeğdir.
Sahi insan nedir? İnsan kendi olmayandır, zira kendini tanımladığı kavramlar kendinden öncesinin ve kendisiyle birlik süregelen arayışların sunduğu kadim yalanlardır.
Masaldır, mittir, efsanedir, hikayedir. Asırlardır üstüne katarak nesilden nesile iletir. Oysa insan olmak istediğini anlatır, olduğunu yaşar. O halde olmak istediği bile değilken, nasıl olduğu kişiyle bağdaştırdığı koca bir tarih yaratır?
Voltaire, "yaşayanlara saygı borçluyuz az çok, ölenlere tek borcumuz kalmıştır: Gerçek," der.
O da bilmektedir ki, insan, gerçeği ararken yalana tutunandır; gerçeği unutan ve yalanı hakikate yamayan becerikli bir usta.
İnsan anlaşılması güç olandır, şüphelidir ama zekası inanılmazdır. Kendine söylediği yalanlarla binlerce yıllık bir sürecin akışını değiştirebilen başka kaç tür vardır?
İnsan varlığın enstrümanını eline aldığında nota bilmiyordu, öğrendi; her adımda farklı bir ses kattı ve nihayetinde senfonisini neticelendirdi. Her şey güzeldi ama değişti, değil mi? Başladığı yerden çok uzaklardaydı artık. Herakleitos seslendi ardından; "değişmeyen tek değişimin kendisidir," ve ekledi: "Bir nehirde asla iki kez yıkanamazsın."
Nehir değişir, insan değişir, zaman değişir ve zaman gelir değişim dahi akışa kapılıp savrulur gider.
O vakit sorayım sana: Şarkımız çalarken söylenecek sözümüz olabilir ama ya bittiğinde ne yapacağız dersin? Bizi bir arada tutan antik yalanlarken hangi gerçeğe inanıp tutunacağız?
Orası sana kalmış... Ancak Rousseau'nun bir sözü de vardır ki, değinmeden geçemem.
"Ey yüce gönüllü yalan! Gerçek hiç sana tercih edilebilecek kadar güzel olmuş mudur?"
Ecce Homo!
17 Kasım 2020 Salı
Özlemek
Anne denildiğinde sızlayan
Yürektir ve
hiç dinmeyen şu sızı
tüm bildiğim, olduğum...
sırtıma heybemi aldım da çıktım
bu tekinsiz yollara
aklımda kifayetsiz cümleler
kelimelerin izini sürdüm de durdum
belki de durulamadım
her durakta bir parçamı bıraktım
yine de sessizdir acılarım, yeter ki
şu gördüğüm düşten uyanmayayım.
14 Kasım 2020 Cumartesi
Dil/emma Türkçe Değil!
Her konuda söyleyecek sözü olan bizlerin, paradigmaya olan mutlak hakimiyetinin para getirmemesi ise tamamen paradigma değişiminin kur eksenli yapılmasından kaynaklanıyor. Gerçi biz kura bakmıyoruz ama hınzır aşık bizim baktığımız yerde bitiveriyor.
Bizler ununu elemiş, eleğini kelek niyetine vitrine asmış yorgun bir neslin evlatlarıyız. Her şeyi bilmek yordu bizi, bilgi zehirlenmesinden mutevellit inkişafın doruklarında süzülüyoruz. İlerleme bilmeyen nesle zaten aşina değiliz!
Bizler, yaşamın engin deneyimlerini özümsemiş, söylenecek sözleri tüketip okeye dönecek kadar olanı biteni aşmış vaziyetteyiz. İstesek dünyayı titretiriz ama titreşim ruh sağlığımıza dokunuyor, tektonik sancıların ve ikircikli bunalımların müptelası hatta gardaşıyız. Bu bitmez tükenmez paradoks yolunda, septik sapmaların sadık birer yoldaşıyız.
Şiraze Kayık'tan Gelen Düzeltme
Uzun uzun yazardım ancak... Amannn neyse ya! Zaten çok Cringe ve Overrated bir yazıydı. Kitsch kavramına dair bilgim de çok ama Türkçe'den haberim bile yok. Bye. 👋
As a social media community, I see that we have solved all the secrets, mystries and lies; as a free person, I am proud. It is worthy of the glory and honor of our success, and this is exactly the reason for my glorious words.
The fact that the absolute dominance of us, who have a say in everything, does not bring money, is entirely due to the exchange rate axis of the paradigm change. Although we do not look at the lot, but the evil lover ends up where we are looking.
We are the children of a tired generation who have sifted their flour and hung their sieve in the window for the purpose of kelek. We are tired of knowing everything, we glide from information poisoning to the peaks of mutevellite development. We're not familiar with the generation that doesn't know progress!
We have assimilated the vast experiences of life, exhausted the words to be said and exceeded what was done enough to turn to Okey. We can shake the world if we want, but the vibration touches our mental health, we are addicts or even gardeners of tectonic pains and hypocritical depressions. On this inexhaustible path of paradox, we are faithful companions of septic deviations.
Correction From Wannabe Teen
I used to write for a long time... Whatever... It was already very Cringe and Overrated post. I also know a lot about the concept of Kitsch, but I don't even know English. Bye. 👋
12 Kasım 2020 Perşembe
Kısa Kısa
10 Kasım 2020 Salı
Levla'ya Şiirler
-I-
gözleri uçuşu izler
derin uçuş ve kayboluş
kanatlarında günahkar ritimler
sallandıkça saçar tohumlarını
tanrılardan miras şehvetin
karayağız fırtınalar mı getirir
gecenin kıyılarında bekleyeni
ölüm dediğin adsız bir leke
dalgaları vurur ruhun derinlerine
duyulur gelişi karanfil kokularıyla
dokunuşları efsunkar bir tuzak
ay ışığı paramparça dizlerinde
bedenin her zerresi tutsak
kanayan ufukta sezilir acıları
dağlar yaralarını şehrin ışıklarıyla
-II-
çatı tepelerinde beliren yalnızlık
korkunun eşiğine kuleler dikmiş
kesif sessizlikte yolunu gözler
adım adım soluğunu yoklar
dolaşır şehrinin sokaklarını
seyrek, sekerek ve teker teker
düşer zihninin buhranlarından
gölgelerin arasına karışır
fay hatları depremlere gebe
parçalanan yıldızları toplar
kederle her gece
tanrı ölümünü müjdeler
Oysa ölüm asırlık bir oyun, derdi.
Yaşamla bağını hiç koparmayan
Sayar hesapsızca yiten zamanı
Ve sızlar yarası hiç durmadan
Çöker sızısı yüreğine aniden
Çınlayan duvarlardan nehirler
Yırtılan göğün yarıklarından
Kayıp şehrin ortasına akar
İzleri silinir zamanla zamansız
Bulutlara üflediği ruhu kaybolur ardından
-III-
şu durmadan akan renkli hayat
başıbozuk yankılar içinde
bir görünür bir kaybolur
bense izlerini yoklarım
zaman silip durdukça
çırpınır anlam aramızda
yitik kelimelerin gölgesine
çarpık sözlerin umuduna
sığınır da bekleriz
gün bizim için doğsun diye
eski bir şarkı mıdır sevmek
adınla başlar ama biter mi söyle
şehirler, binalar çizdim öylece
yeni hayatlar belirdi avuçlarımda
döndüm yine seni seçtim
ne kadar çok öpmek isterdim bilir misin
yaralarla bezeli kırılgan ruhundan
ve ilmek ilmek örmeliydim sevgiyle
ki berkitilmiş cümlelerinle
sar diye mısralarımı
senin gözlerinle bakar Tanrı
cennet adımlarında vücut bulur
sonra üflersin tüm rahmetinle
parmak uçlarından filizlenir
nice ömür, nice sevda, nice ölüm...
4 Kasım 2020 Çarşamba
Bekleyiş
-I-
1 Şubat 2020 Cumartesi
Ophelia'ya Mektup - 5
Şimdilerde senin adımladığın kaldırımlara hüzün yağıyor, şimşekler gidişinin ardından ıssızlaşan sokakları acıyla teşhir ediyor. Çıplanan taşların, duvarların ve binaların arasında yapayalnız gezinen kedi ve köpeklerin feryadı özlemini haykırıyor. Rüzgarlar esiyor, dalgalanan saçlarında sevdanın rayihası; hisleniyorum. Ne fena şey hatırlamak dimağında kalanı, ne acı lahzalar arasına çağların yükünü sığdırması...
Uzun kış gecelerinde yalnızlığım bile gölgelere sığınma arzusuyla yanıp tutuşuyor. Ne kadar sararsam sarayım, kollarım bedeninin yoksunluğuyla tükeniyor. Kelimeler boşa çekilen kürek gibi dalgaları dövmekle iktifa ediyor. İntizar eden mağrur ruhun muazzep çığlıklarını duymanı ne çok isterdim, ah bir bilsen!
Halbuki şu ıssız gecenin sonuna vardığımda elinde çiçeklerle bahar ülkesine giden yollara sürüsen, düşünmeden evet derdim. İnsan ne garip, ne denli aldanışa meyilli...
Sözlerim kılıçlarla kuşanmış şövalyeler kadar soylu, ipek elbiseler giyinerek parfümler sürünmüş kişizadeler kadar asil değil bilirim. Sözcüklere itaat ettirmek çetin iş, başkaldıran düşler izin vermez öylece teslim olmasına. Duygularım gemlenmemiş, dört nala süzülen coşkun nehirler gibi yatağından taşar durmadan.
Nasıl ki, kış geldiğinde baharın o heyecan verici renkleri solup gidiyorsa, umut da yüreğinde karanlığı taşıyanların ellerinde çürüyüp yok oluyor. İşte bu zamanlar kalbime söz geçiremeyip seni anıyorum. Nasıl aniden tüm dünyanın ekseninden çıkmasına müsaade edebildim bilmiyorum, ama seni düşlerimde bana getiren o görkemli patikanın sonunda gerçeğin hayalle karıştığına inanıyorum. Yaşam basit detaylarda kendini aşikar ediyor, orada duyuyorum yankılanan sesini...
24 Ocak 2020 Cuma
Ophelia'ya Mektup - 4
Şu koca dünyada bir tek senin varlığınla varlığıma anlam katabiliyorum. Yalnızca senin gülüşünde doluyor içimdeki histerik boşluk. Ne kadar çabalasam da kendime engel olamıyorum. Nereye gidersem gideyim, nereye kaçarsam kaçayım sonunda yolum sana çıkıyor. Enikonu delişken nefesim, senin attığın adımlarla kıymet kazanıyor ve senin telafisi imkansız yaralarına olan hüznümle mısralara sığınıyorum. Tutsam ellerinden belki iyileşiriz ikimiz de. Belki de duvar diye önünde beklediğimiz yalandan setleri yıkmak için çaba göstermemiz gerekir.
Kederimi gecelere asarım ben, büyüyen ve uzayan geceler ki içinden geçen kervanlarla birlik şiirler üflerim kağıtlara destan yaşatırcasına. Mürekkepten soğururum acılarımı ve damarlarımda damıtarak kağıda sunarım. İşte bundan sebeptir aşk olabildiğince kirli intihar biçimidir sevgilim. Öyle ki, umudu ağır ağır yontar ve geride sadece posasını bırakır. Dolayısıyla bu acıyı birkaç defa tecrübe eden insan da kaya gibi sertleşir, sertleşir ki içinden geçip delik deşik etmesinler yüreğini. Dokunula dokunula kirlenen duygularını öylece ortaya sermeden içinde yaşamak için bir yuvası olsun. Korunaklı, kendine has ve samimi...
Ophelia, menekşeler açıyor kucağında. Bahar vakti geldiğinde duyuluyor kokun dört bir yanda. Sızlıyor yüreğim ve tutuluyorum esrik bir hayale de kapılıp gidiyorum rüzgarına. O rüzgarlar ki Davut nefesiyle kutsanmış, o rüzgarlar ki Nuh'un tufanıyla yıkanmış ve birdenbire kıyametin eşiğinde harlanıp da yakmış yürekleri. Ateşparem, yangınlarım senin ardında bıraktığın düşlerin vebali. Zira, buz yanığı izler var ruhumda ve karlar yağarken sessizleşen dünyamda nefes alan tek şey senin varlığın. Görülemeyen, anlaşılmayan, öylece bakıp kalan bir yalana. Biat edercesine, ibadet edercesine sığınan ıssız doruklarına.
Bir de uzanamayan ellerim var ki sorma gitsin. Ne olduğunu anlamadan sallanıyor teknem ve tek bir tekmede alabora oluyor. Yoruldum bunları yaşamaktan, önüne geçilmez kaderin esaretine sarılmaktan. Nefes alırcasına doğaldır yaşadıkların ve bir süre sonra isyanın yerini şartlanma alır. "Şöyle olacaksa böyle sonuç verecektir" diyerek kurduğun cümleler hayatında hatırı sayılır bir yer kaplamaya başlar. Tutunamamak budur belki de ya da kavramların içinin boşaltılmasından ötürü eksiklik yaşıyor cümlemiz. Aşk gibi, nefret gibi ne varsa şimdi artık eski bir şarkının kaybolmuş, yitip gitmiş maziden kalan sözlerini anımsatıyor öylece...
İnsanın söyleyecek sözünün olmaması ne demek bilir misin? Koca dünyada uğruna yazılacak ne de çok şey var. Lakin ben yazmaya gücümün kalmadığını hissediyorum yine de ve kesif sessizlikte öylece oturmak istiyorum. Başka hayatlar, başka dünyalar. Kendimden önceye koyduğum o kadar şey varmış ki, kendimden gelenleri zaten duymaz hale gelmişim. Tüketmişim onca güzel kelimeyi, çirkin tümcelerde ve geriye yılgın bir ben bırakmışım.
Onca sesin arasında, haklı olduğunu bildiğin halde susmak nedir bilir misin? Binlerce kelime ortalığa saçılır ama toplamaya kalksan, geride bir parça anlam bulamazsın. Tüketirler seni, tüketirler sözlerini. Yoruldum artık, başkalarının hayatını yaşamaktan. Yoruldum, üzerime serpilmiş bu ölü toprağını atamamaktan. Söyler misin Ophelia, yaşamakla ölümü ayıran nedir? Ruhsuz bedenler, bedensiz ruhlardan üstün müdür? Çürümek sadece onlara mı hastır, aşk olmadan yaşamak da içten içe çürümek değil midir?
Ellerim bağlı ve öylece yürüyorum. Gözlerimde yalnızlığın izleri okunuyor, senin hayalinle yaşıyorum sevgili Ophelia. Diğer yandan öylece hayata bakıyorum. Ne çok acı ve ne çok gözyaşı var. Kimse kimseyi duymuyor Ophelia. Kimse kimseyi umursamıyor bir yandan da herkes başkasından bekliyor mucizeyi. Bir kişi gelsin ve yıkıversin duvarları istiyorlar. Dokunsun hayatına ve doldursun boşlukları. Bir adım atmaya, bir söz söylemeye, kimse cesaret edemiyor. Değiştirmek istiyorlar yanlışları ama kendi doğrularının kavgasından çıkamıyorlar.
Bir arayış içinde bulunduğum, bulunması mümkün olmayanı arıyorum boyuna. Belki de buldum ama anlamlandıramıyorum. Mutluluğu istediğimi düşündüğüm zamanlar da oldu elbet. Lakin kim tanımını yapabilmiş ki şu meşhur mutluluğun. Mutluluk yemek gibidir sevgili Ophelia, açken sadece doymak için yersin ve bunun seni tatmin edeceğini sanırsın ama asıl sihir yemek yerken aldığın hazdadır. Hayatın da anlamı buradadır işte. Yunus’un dediği gibidir biraz. Penceredir, her gelen bakar ve geçer. Bir tren kompartımanında oturduğunu düşün. İlk istasyonda doğdun ve yolculuk ilerledikçe orada başka kompartımanları ve başka insanları ziyaret ediyorsun. Yolculuğun devam ettiği sürece gördüklerindir işte hayat ve son durağa vardığında tükenir. Lakin bizler sona o kadar büyük anlamlar ithaf ediyoruz ki, asıl sihri yani mutluluğu kendi ellerimizle feda ediyoruz.
Sana asıl mutluluğu anlatmak isterdim. Ruhların da kanatları vardır bilir misin? Özgürleştikçe serpilir ve seni hayallerine kavuşturur. Ruhumu ezeli esaretinden kurtaran, bana özgürlüğümü getiren umut ışığı sensin. Senin sesin, kutsalımdır. Varlığın cennetin kutsal düğünüdür. Ruhumda kanatlanan sevgiyi, sana bahşetmek öylesine mesut edici ki bilemezsin. Seni seviyorum Ophelia, gözlerinde ateşlenen o mahzun ifadeyi seviyorum. Ellerini tutmak istiyorum ve derinlerimden yükselen şarkıyı fısıldamak istiyorum. Yüreğimin her zerresi tenini arzuluyor. Öylece bırakmak ve kendimi adamak istiyorum sana.
Halil Cibran der ki; “Arzu hayatın yarısıdır, kayıtsızlıksa ölümün.” Sahilde yürüyoruz beraber, hafiften bir meltem ürpertiyor ikimizi de. Yağmur çiseliyor ağır ağır, sen saçlarını savuruyorsun. Saçların, saçların ki boydan boya yarıyor yedi denizi. Musa’ya kafa tutarcasına isyankar, Afrodit’i kıskandıracak kadar şehvetkar. Bedeninin gölgelerinde gezinmeliyim, öylece sıyırmalıyım üzerinden, yorgunluğunu. Islanmalı kumlarla bedenimiz. Dokunmalıyım tüm mahremine, günahkar kutsallığının. Ağır ağır soymalıyım seni, çıktıkça üstünde zincirlerin, yeni bir seni keşfetmeliyim. Saçının her telini tek tek sayıp, kokusunu içime çekmeli ve oradan başlayıp, ateşler içinde varlığın kaynağına kadar benimsemeliyim seni. Tut ellerimden Ophelia, tüm arzularımla senin bedeninde hayat bulmalıyım.
14 Ocak 2020 Salı
11 Ocak 2020 Cumartesi
Ophelia'ya Mektup - 3
Bunu okumayacaksın biliyorum ama yine de konuşmak için birine ihtiyacım olduğu gerçeği sana yazmaya itti. Yazmak diyorum, çünkü konuşmak için gereken sesleri toplamak ve iradeyle ifade etmek temayülüne muktedir sayılmam pek. Yorulduğumu, yıprandığımı hissediyorum. Anlam aramaktan, bir şeylerin peşinde koşmaktan ve sonu yeniden buraya varacak bir yola ahmakça umutlarla düşmekten bıktım. Tükenmek değil yanlış anlama, yalnızca içinde bulunduğum halin benim iç dünyamla uyuşmazlığı aklımın çıldırma noktasına gelmesine sebep olduğunu anlatmaya çalışıyorum.
Eskiden kimse beni anlamaz diyordum; fakat, kimsenin beni anlamasına gerek olmadığı bariz değil mi sence de? Neden beni anlasınlar dedim kendime. Herkes kadar deli, herkes kadar akıllı olan ben, hangi hakka istinaden böyle bir beklentiye girdim acaba? Bunlar hep postmodern aptallıklar diyerek asıl aptallığı devralmak isterdim. Oysa mantığım, shut the fuck up, diyor ve kontrolü alıyorum elimden. Geçici bir rejim değişimi, metabolizmayı hızlandırmak adına... Şaka bir yana, ne kadar insan tanırsam o denli korkuyorum. Kaçıyorum, saklanıyorum ve mücadeleden sakınıyorum. Zira, gerçekle yalanı anlamak için kullandığım ölçütlerin de gerçeğin parçası olduğunu bilmek devasa bir oyuna kapılmak gibi...
Mektuplarda neler yazılır bilir misin? Aşktan bahsetmek isterdim mesela, sevmekten, seilmekten, sevişmekten, savaşmaktan, soruşmaktan, sıkıştığım kalıplardan, sıvıştığım kavgalardan, yüzleştiğim acılardan, beklediğim haberlerden... Derdi olmayan yoktur, dertsiz olanın da aklından zoru vardır. Bana anlatmanı isterdim bunları. Yalan yanlış türküler söylemeni, sözlerini unuttuğun yaşamaklar sermeni üzerimize ve aydınlatmanı zihnimin örümceklerle dolu tavan arasını. Sevginin tarifi bu değil midir zaten? Burkulan yürekler toplanır, toplanır, toplanır ve ortaya yalanlardan mürekkeb bir evren çıkar. Kan Damarlarına Yolculuk değil bu, damarlardan fışkıran kanı alıp kağıda yazılar yazılan bir deney hiç değil! Yalnızlığın mütemadi provası, yalınlaşan ruhun yalanlaşan insanları gördükçe göğsünde zuhur eden yalaza tenli haykırışların biçare sesi. Belki de çaresi vardır da, henüz teknoloji o kadar gelişmemiştir...
Seni seviyorum aşkım, demenin erotizmi çağrıştırdığı devrin çocukları olarak mektuplar yazmaya meyletmemiz anakronik bir durum mahiyetinde açıklanabilir. Uyuşmazlık DNA'mızın en derinlerine de işlemiş olabilir. Çarpılan kapılar kadar çarpıtılan gerçeklere aldanan bedebiliriz. Ama hangimiz, yarin verdiği busenin tadına mest olmadan yaşayabiliriz ki? izler, mutluluğun bir lazer olduğu yerlerde tüylü kediler olarak arzı endam Senin dudaklarının ıslaklığıyla kavrulan bu bedenin ilacı hangi efsunlu kelimeler bütünüdür? Bulamam, bilemem, anlayamam, göremem... Yalnızca beklerim gelmeni ama kelimelerimin hoyratlaşamayacak kadar korkular içinde kaldığı bu şey ne önce onu bulmam gerekir ve kalırım. Öylece kalakalırım. Kalakalmak ya da gidedurmak, hangisi sana gelen ve her sokak başında ölümün nefesiyle irkilen bu aptalın halini anlatır? Sadece dinle ve sonra git. Nasıl olsa bu sokakların dilsizliğine gömülecek söylenen sözler ve anılar desen şimdiden silinmeye başladılar bile...